30 Ocak 2012

In The Mouth Of Madness

80'li yıllarda altın dönemini yaşayan John Carpenter'ın 90'lı yıllarla birlikte hızlı bir düşüşe geçtiği söylenir. Aslında bu cümle şu şekilde kurulmalı Carpenter'ın düşüşü 90'lı yılların ikinci yarısından itibaren başlamıştır. 1994 tarihli korku filmi Çılgınlığın Ötesinde, gizemli öyküsüyle korku ustasının en iyilerinden olmasa da baştan sona ilgiyle izlenen çok iyi bir korku sineması örneği.

Büyük korku yazarı Sutter Cane son romanı "In the Mouth of Madness" in tek kopyasıyla ortadan kaybolur. Sigorta müfettişi John, kitabı ve yazarı bulmak için araştırmalarına başlar. Bulduğu ipucu onu Hobb Çıkmazı adlı esrarengiz bir kasabaya götürür. Kasabada ters giden bir şeyler vardır. Sutter Cane orada mıdır sahiden?

Filmin hikayesi burada yazılan özetten çok daha ilginç ve esrarengiz. Çılgınlığın Ötesinde, klasik Carpenter korku filmleri; The Fog, Princes of Darkness ve bir bilim kurgu\korku olan The Thing'den farklı olarak sürrealist bir deneme. Zaten uzun ve bir türlü uyanılamayan kabusları andırıyor. Filmin sonlarına doğru tam esrar perdesi aralanıyor derken daha da batağa saplanıyorsunuz. Çılgınlığın Ötesinde'yi izlerken aklıma iki komedi filmi takıldı. Birincisi 1993 yapımı Groundhog Day. Bu filmde ana karakter küçük bir kasabada saplanıp kalıyor ve hep aynı günü yaşamak zorunda kalıyordu. Çılgınlığın Ötesinde de küçük bir kasaba ve çıkışsızlık temaları var. İkinci filmimiz ise 2006 yapımı Stranger Than Fiction ile daha sıkı bir akrabalık bağı bulunuyor filmimizin. Stranger Than Fiction'daki ana karakter bir roman kahramanı olduğunu ve yazarın kendisini romanın sonununda öldürmeyi düşündüğünü öğrenip yazara ulaşmaya çalışıyordu. Yazının bu kısmı Spoiler içerir. Çılgınlığın Ötesinde de John, korku yazarı Sutter Cane'nin yarattığı evrenden kaçmaya çalışırken acı bir gerçekle yüzleşmek durumunda kalıyordu. John, gerçekten Sutter Cane'nin yarattığı bir karaktermiydi? Film buna kesin bir cevap vermiyor, cevabı seyirciye bırakıyor.
Son söz: Eleştirmenler genellikle vasat bulsa da sıkı bir Carpenter hayranı olarak bilhassa türün farklı örneklerini de görmek isteyenlere öneriyorum. 7.2\10

29 Ocak 2012

En İyi 15 Parodi filmi


Parodi bir sanat ürününün taklit edilerek ve abartılarak yerilmesi durumuna verilen addır. Sinemada komedinin alt türlerinden olan parodi, en parlak dönemini 70'li ve 80'li yıllarda yaşadı diyebiliriz. Türü sinemada en ustaca kullanan yönetmenler; Mel Brooks, Woody Allen, David Zucker-Jerry Zucker ve Jim Abrahams'tan oluşan ve ZAZ olarak da adlandırılan ekiptir. İngiltere'den kopup gelen Monty Python serisi de Terry Jones önderliğinde türe unutulmaz filmler armağan etti şüphesiz. 2000'li yıllarda Shaun of the Dead ve Hot Fuzz ile Edgar Wright türü ayakta tutan isimlerden oldu. Bugün en çok bilinen parodi serisi Scary Movie olsa da en iyiler arasına girecek yetkinlikte olduklarını düşünmüyorum. Genellikle en iyi parodi listelerinde yer alan Scream (Çığlık) filmi ise bir korku sineması örneği olduğundan liste dışında tuttuğumu belirteyim. Ana malzemesi diğer filmler olan parodiler bir sinefil olarak her daim beni en çok güldüren komedi türü olagelmiştir.

1- Airplane (1980)
2- Top Secret (1984)
3- Love and Death (1975)
4- Monty Python's Life of Brain (1979)
5- Sleeper (1973)
6- Hot Shut II (1993)
7- Monty Python and the Holy Grail (1974)
8- The Naked Gun (1988)
9- Young Frankenstein (1974)
10- Hot Shut (1991)
11- The Naked Gun 2½: The Smell of Fear (1991)
12- Dead Man Don't Wear (1982)
13- Blazing Saddles (1974)
14- Shaun of the Dead (2004)
15- Hot Fuzz (2007)

28 Ocak 2012

Sunshine


Shallow Grave, Trainspotting ve 28 Days Later gibi kült filmlerin yönetmeni İngiliz sinemacı Danny Boyle 2007 yılında Dünya'nın sonu temalı bir bilim kurgu olan Sunshine (Gün Işığı) ile çıktı karşımıza. Filmin hikayesi günümüzden yaklaşık 50 yıl sonra geçiyor. Güneşimiz ölmekte ve insanlık da yok olmanın eşiğindedir. Icarus II adlı uzay mekiği sekiz kişiden oluşan mürettebatıyla Güneş'e doğru bir yolculuğa çıkıyor. Görevleri  muazzam bir patlayıcıyı Güneş'e fırlatmak ve ona hayat vermek. 7 yıl önce Icarus I aynı görevle uzaya gönderilmiş ancak görevini tamamlayamamış ve esrarengiz bir şekilde uzay boşluğunda kaybolmuştur. Türün bütün örneklerinde olduğu gibi ekibi uzayda çeşitli aksilikler ve büyük sürprizler beklemektedir.

Güneş’in merkezindeki çekirdeğin kendi yaşam enerjisini yok etmeye başlaması fizikçilerin ortaya attığı eski bir teori. Boyle da bu teori temel alıp bir kıyamet senaryosu biçiminde kurguluyor. Sunshine, bir çok filmli andırıyor (daha sonra değineceği) ama büyük oranda 1998 yapımı felaket filmi Armageddon'a yakın duruyor. Armageddon'da Dünya'ya hızla yaklaşmakta olan Teksas büyüklüğünde bir meteoru durdurabilmek amacıyla bir sondaj ekibi uzaya gönderiliyor ve meteora bomba yerleştirilip patlatılması, ortadan ikiye ayrılan meteorun dünyaya çarpmadan iki yanından geçmesi sayesinde büyük bir felaket önleniyordu. Tıpkı Sunshine’daki gibi mantık sınırları da bir hayli zorlanıyordu. Sunshine’da meteor güneşle değiştiriliyor, dolayısıyla da felaket filminden kıyamet filmine geçiyoruz. Neyse ki Armageddon'daki ağdalı anlatım Sunshine'da yok. Ayrıca iki filmin de finalini düşündüğümüzde Danny Boyle’un lat be kat unutulmaz bir işe imza attığını söylememiz gerekiyor.

Sunshine'da da Güneşe yapılan yolculuk ve Güneş'e bu kadar yaklaşılabilmesi fikri hikayenin inandırıcılığını sorgulamamıza sebebiyet veriyor. Güneş’e bomba atarak eskisi gibi çalışır hale getirme fikri, kalbi duran bir insana elektroşok uygulanarak hayata döndürme çabasıyla kağıt üzerinde mantıken eşdeğer ancak bombanın Güneş’e ulaşamadan eriyeceği gerçeği işin tadını biraz kaçırıyor. Bu noktada hikayenin kurgudan ibaret olduğu gerçeğine sığınarak bu önemli detayı görmezden gelmemiz gerekiyor. Boyle’un filmin dramatik yapısını iyi kurması ortaya özgün bir fikir atamasa da en azından türün klişelerini rahatsız etmeden kullanmayı başarabilmesi Sunshine’ın başarısındaki en büyük etkenler diye düşünüyorum.

Sunshine'ı izlerken türün uzayı mesken tutan klasikleri; 2001: A Space Odyssey, Alien serisi, Event Horizon ve Solaris akla geliyor. Film, felsefi yapısıyla 2001: A Space Odyssey ve Solaris, set tasarımlarıyla Alien filmleri ve genel tarzıyla (ve spoiler olmaması için yazamadığım ciddi benzerliği sebebiyle) da Event Horizon’dan etkilendiğini açıkça belli ediyor. Özetle referanslarını keşfetmenin büyük keyif verdiği bir bilimkurgu Sunshine.

Son söz: Filmini görkemli bir finale eriştiren Boyle, başarılı görsel efektleri, set tasarımları müziği ve dinamik anlatımı sayesinde sınıfı geçmekle kalmıyor, sıkı bir bilimkurguya imza atıyor. 8.5\10

27 Ocak 2012

Azınlık Raporu


Bilimkurgu sinemasına Üçüncü Türle Yakın İlişkiler (1977), E.T (1982), Yapay Zeka (2001) gibi başyapıtlar ve bunun yanında Jurrasic Park (1993) ve War of the Worlds (2005) tarzında gişe canavarına dönüşen popüler bilimkurgu örnekleriyle her daim türe katkı yapan Steven Spielberg, 2002 yapımı Minority Report ile büyük bilimkurgu yazarlarından Philip K. Dick'in aynı adlı kısa öyküsünden ve tabi hikayeyi geliştirip daha cazip bir hale büründürerek 2000'li yıllarda düşüşe geçen türe başyapıt düzeyinde bir film armağan ediyor. Filmin başrolüne Tom Cruise gibi bir star yerleştiren Spielberg, (Hikayeyi Spielberg ile buluşturan aslında Cruise'dur) bu büyük bütçeli Hollywood prodüksiyonuyla popüler olanla sanatsal olanın çizgisini silikleştiriyor iyice.

Hikaye 2054 yılında Washington'da geçiyor. Devlet, cinayetleri önlemek amacıyla etkili bir yöntem bulmuştur. 'Pre-cog' olarak adlandırılan geleceği görme yetisine sahip üç kişi sayesinde bütün cinayetler ve bir takım önemli suçlar önceden haber alınmakta, böylelikle suçlular henüz o suçu işlenmeden yakalanabilmektedir. Oluşturulan birimin başında yer alan John Anderton (Tom Cruise), 'Pre-cogs' yani medyumlardan bir sonraki cinayeti işleyecek kişi olduğunu öğrenince medyum kızlardan birini (Agatha) yanına alarak kaçar.

Film ana eksenini bu kaçma kovalamaca üzerine kuruyor. Hikaye bu şekilde ivme kazanıyor ve John Anderton'la kısa süre içerisinde empati kuruyoruz. Daha önce gördüğümüz o cinayet anının nasıl vuku bulacağını merak ve heyecanla filme dört kolla sarılarak izliyoruz. Spielberg, üzerinde uzun uzun düşünülerek yaratılan 2054'ün Washington'ında bize önce refah içinde yaşayan bir toplum resmi çizerken film ilerledikçe şehrin kokuşmuş kısımlarında gezdiriyor. Azınlık Raporu'ndaki ütopya ile her ütopyada olduğu gibi erişilmesi mümkün olmayan bir gelecek modeli tasvir ediliyor. Filmde de bunun altı çiziliyor. Oluşturulan sistemde suçların önüne geçilebilmiştir ancak sistemin içinden birinin suç işleyeceği öngörüsü sistemin sorgulanmasına sebep olacaktır. Aslında ütopik değil disütopik bir gelecek var Azınlık Raporu'nda. Spielberg'in filmde üzerinde durduğu bir diğer nokta insanın kendi kaderini kendisinin çizip çizemeyeceği meselesi. John Anderton, kahinlerin öngörüsüne dolayısıyla da önceden yazılmış olana inanmıyor ve bunu değiştirebilmek kendi kaderini belirleyebilmek için hayatını riske atıyor. Richard Kimblevari bir kaçağa dönüşüyor. Bu noktada aksiyon sahneleri devreye giriyor. Blade Runner, Dark City gibi mavimtırak bir bilimkurguya imza atan Spielberg, görsel olarak kusursuz, hikaye bazında da derin meselelere parmak basan bir future-noir örneği ile tatmin edici bir film ortaya koyuyor.

23 Ocak 2012

En iyi 10 Vietnam Filmi


John F. Kennedy 1963 Kasım'ında suikaste kurban gitmeseydi belki de Amerika Vietnam'a girmeyecek ve böyle bir savaş yaşanmayacaktı ama olan oldu. Savaş 1965'te başladı ve 1973'e kadar da sürdü. Kolay lokma olarak görülen Vietnam, Amerika için tam bir kabusa dönüştü. Milyonlarca insanin ölümüne sebep olan savaş 70'li yıllardan günümüze dek Amerikan sinemasını besliyor. Vietnam Savaşı, Amerika Mart 2003'te Irak'a girdiğinden beri (sinemada) eski popülaritesini kaybetmiş olsa da Vietnam Savaşı temalı sayısız film üretildi. Antimilitarist ve militarist olmak üzere ikiye ayırabileceğimiz Vietnam filmlerinin en önemli örnekleri savaşın insan ruhu üzerinde açtığı yaraları resmeden antimilitarist filmleridir. Listemdeki filmler militarist söylemler içermemektedir. Streamers (1983) Hamburger Hill (1987) gibi başarılı Vietnam filmlerinin de liste dışında kaldığını belirteyim.


1- Apocalypse Now (1979)
2- Full Metal Jacket (1987)
3- Platoon (1986)
4- Heaven and Earth (1993)
5- Casualties of War (1989)
6- Born on the Fourth of July (1989)
7- The Deer Hunter (1978)
8- Goog Morning Vietnam (1987)
9- The Quiet American (2002)
10- Jacob's Ladder (1990)

22 Ocak 2012

Eat Pray Love

Elizabeth Gilbert'in bestseller olmuş ve 40 dile çevrilmiş otobiyografik kitabı çok geçmeden sinemaya da uyarlandı. Filmin Yönetmenliğini Nip\Tuck dizisinin yaratıcısı ve "Running With Scissors" adlı ilk yönetmenlik çalışmasıyla tanıdığımız Ryan Murpy üstlenirken başrollerde Julia Roberts, Javier Bardem ve James Franco gibi çok önemli isimler yer alıyor. Ana karakterimiz Liz Gilbert boşanmasının ardından bir yıllık izin alarak hayatında yeni, beyaz bir sayfa açmak ve iç huzuru bulmak umuduyla elindekileri de riske atarak uzun bir seyahate çıkmaya karar veriyor. Liz, önce İtalya, sonra Hindistan ve son olarak da Bali'ye gidecek ve bir nevi yeniden doğuş yaşayacaktır.

Kitabı okumadığım için nasıl bir uyarlama olduğu konusunda yorum yapamam ancak kitabın aldığı övgüleri filmin alamaması 'Ye Dua et Sev'in başarılı bir uyarlama olmadığının göstergesi sanırım. Öncelikle 'Ye Dua et Sev'in vasat bir film olduğunu söyleyeyim ve sebeplerine geçeyim. Filmin en büyük sorunu hikayesini inişler ve çıkışlar yapmadan anlatmaya girişmesi. Bir örnek vermek gerekirse, siz bir konferansta aynı ses tonu ve vurguyla 2 saat konuşursanız herkesi uyutursunuz. Filmin de hemen hemen böyle bir izleği var ne yazık ki! İlk yarım saatinde Liz Gilbert'in sorunlu evliliği ve boşanma süreciyle ana karakterimizin mutsuzluğu vurgulanıyor. Ardından Liz seyahatine Roma ile başlıyor ve filmin en keyifli anlarına şahit oluyoruz. Filmin adındaki 'Ye' kısmı Roma'da hayat buluyor. Roma'nın eşsiz mimari dokusu ve yemekleri gözümüzü okşuyor. Gilbert'in ikinci durağı Hindistan oluyor ve burada yoga ve mistisizm ile tanışıyor. Kendini bulma yolunda Hindistan önemli bir adım oluyor onun için. Bali'de de aşkı bulan Gilbert bir tür aydınlanma yaşıyor. O beklediği iç huzuru buluyor.

Son dönemde 'Ferrari'sini Satan Bilge' gibi bir çok kişisel gelişim kitabı yazıldı ve bir çoğu da bestseller oldu. Bu tip kitapları hiç sevemediğimi itiraf edeyim. Dolayısıyla böyle bir kitaptan uyarlanan 'Ye Dua et Sev'i de beklentilerimi çok düşük tutarak izledim. Siz de öyle yapın.
Son Söz: 130 dakikalık bir film bu ve içi yeterince doldurulamamış, yönetmenliği ve oyunculukları da tatmin etmiyor. 4.7\10

21 Ocak 2012

En iyi 25 Western filmi


Türün ilk filmi olarak kabul ettiğimiz 1903 tarihli The Big Train Robbery adlı kısa filmden bugüne dek sinemada varlığını sürdüren western, kanlı Amerikan tarihinden türedi. Kendine has bir zaman dilimi (daha çok Amerika'nın iç savaş yılları, öncesi ve sonrası) ve kendine has bir dünyası olan western türü, kayda değer ilk örneğini 1938 yapımı John Ford filmi Stagecoach ile verdi. Ardından 40’lı yıllarda başlayan üretim çılgınlığıyla 60’lı yıllara kadar sürecek bir altın çağ da başlamış oldu. Ama ne var ki, türün en iyi iki filmi Sergio Leone’nin sahne aldığı 60’lı yıllara denk düştü. Spagetti westernler ile yeni bir döneme girilmiş ama kısa süren Rönesans döneminin ardından western filmleri hızlıca çaptan düşmeye başladı. 70’ler, 80’ler ve 90’lı yıllarda şüphesiz -Clint Eastwood faktörüyle- klasikleşen filmler de üretildi. 2000'li yıllarda ise modern ve yeni bir çehre kazanan filmlerle varlığını sürdürüyor western.. Westernin motif olarak kaldığı filmleri tür içine dahil etmediğimden Sam Peckinpah'in 1974 tarihli Bring me the Head of Alfred Garcia'sı, Coen kardeşlerin No Country for Oldmen gibi filmlerini değerlendirme dışında tuttum.

1- Once Upon A Time İn The West (1968)
2- The Good, The Bad And The Ugly (1966)
3- Rio Bravo (1959)
4- The Wild Bunch (1969)
5- For A Few Dollars More (1965)
6- Unforgiven (1992)
7- High Noon (1952)
8- El Topo (1970)
9- The Man Who Shot Liberty Valance (1962)
10- A Fistful Of Dollars (1964)
11- The Great Silence (1968)
12- Butch Cassidy And The Sundance Kidd (1969)
13- Stagecoach (1939)
14- The Searchers (1956)
15- Shane (1953)
16- El Dorado (1967)
17- Johnny Guitar (1954)
18- High Plains Drifter (1973)
19- The Assasination Of Jesse James By The Covard Robert Ford (2007)
20- Django Unchained (2012)
21- Outlaw Josey Wales (1976)
22- Little Big Man (1970)
23- My Darling Clementine (1946)
24- The Magnificent Seven (1960)
25- Apache (1954)

19 Ocak 2012

Terminatör 3: Makinelerin En Güzeli +18

Annesi kene ısırması sonucu ölen John Connor koca delikanlı olmuştur. küçük bir motorsiklet kazası geçiren John, soluğu en yakındaki veterinerde alır. Güzel veteriner Katherine, John'un yarasını temizler. O anda içeriye bordo deri kıyafetiyle güzeller güzeli genç bir kadın girer.
-T1200: John hanginiz?
-Katherine: Ben olacak değilim herhalde
-John: John benim
-T1200: Ben T1200 son duanı et!
-John: Eyvaah! Son duam yerine son dileğimi yerine getirsen adettendir.
-T1200: Benim için fark etmez
-John: Söz mü?

-T1200: Söz
-John: Gel senle arka tarafa geçelim orda söyleyecem.
John ve T1200 şeyederken T800 odanın duvarını yıkarak içeri dalar.
-John: Anaa! T800!
-T800: Dönecem demiştim di mi? Hadi çabuk ol
-John: Sıranı bekle
-T800: Öyle değil ya! Peşine yine makine taktılar. Bu sefer ki kadın bide! İnan onla tanışmak istemezsin
-John: Ohoo! Biz çoktan tanıştık görmüyon mu?
-T800: Bu o mu?
-T1200: T800 kardeş yanlış anlama John'ın son isteğini yerine getiriyorum. Bilirsin bi robot söz verdi mi o sözden dönüş yoktur.
Katherine odaya girer
-Katherine: Tüüü! Rezil kepazeler! (eliyle gözlerini kapatır) Bu dükkandan daha hayır gelmez. Çabuk gidin burdan şimdi polis çağırıyorum.
-John: Tamam be işim bitti zaten!
John üstünü giyinirken T1200 kolunu bir çeşit silaha dönüştürür. T800 üzerine atılarak John'ı kurtarır.
T800, Katherine ve John'ı alarak oradan uzaklaşır. Katherine bağırır
-Katherine: İmdaaat! Böbreğimi çalacaklaaarr! İmdaaat!
Bir araç çalıp yola koyulurlar
-John: T800 kızı niye yanımıza aldık ki? Bana özenip kötü bi şey yapmıcan inşallah
-T800: Bir görevim de onu korumak
-John: Kim ki o?
-T800: Katherine Brewster gelecekteki karın
-John: Karım mı?
-Katherine: Daha neler! Bu sapıkla evleneceğime bi robotla evlenirim daha iyi
-T800: Sahi mi?
-Katherine: Sana n'oluyo be!
-John: O bi robot hala anlamadın mı?
-Katherine: Kafa mı buluyon sen benle?
-John: T800, senin şu eski numarayı yapsana
T800, elinin derisini keser. Metalik iskelet ortaya çıkar. Katherine'nin gözleri yuvalarından fırlar. John olup biteni açıklar.
-Katherine: O zaman sen benim gerçekten kocamsın
-John: En kısa zamanda nişanı yapalım
-Katherine: Olmaz ben sana kızgınım. Aldattın beni
-John: Daha birbirimizin adını bile bilmiyorduk. Yapma böyle
-John: T800, bu makinelerle insanlık arasındaki savaşı durdurmanın bir yolu yok mu?
-T800: Savaş kaçınılmaz skynet 4 saat sonra savaşı resmen başlatacak.
-John: Yürüyün o zaman Skynet'i kapatmaya gidiyoruz.
-T800: Olmaz sizi güvenli bir yere götürmek zorundayım
-John: Hani sen her dediğimi yapmak zorundaydın
-T800: Hayatını tehlikeye atacak bir şey yapamam
John, T800'ün belindeki silahı kapıp kendi başına dayar
-John: Dediğimi yap yoksa öldürürüm kendimi
-T800: Kendini öldürme olasılığın % 0,1
-John: Nerden biliyon?
-John: Bak John, ayrı kaldığımız zaman içinde iki üniversite bitirdim ben. Doktora bile yaptım biliyon mu? Doktoro tezimin konusu neydi bi tahmin et!
-John: Makinelerde Holiganizm
-T800: Yok o değil
-John: Küreselleşen Dünya'da makinelerin yeri
-T800: O da değil
-Katherine: İnsan Psikolojisi
-T800: Bingo! O yüzden tetiğe basmayacağını biliyom John. Ayrıca sana niye tetiğe basmayacağını söyliyeyim. Bir, T1200'ü aklından çıkaramıyorsun. İki, her 9 dakika da bir aklına Katherine ile ilgili yeni fanteziler hücum ediyor. Üç, T1200'ü evcilleştirip metresin yapmayı düşünüyorsun.
-John: Sonuncusu hiç fena fikir değilmiş aslında
-Katherine: Bana bak John, O  robotu aklından çıkarmazsan ben çıkarırım ona göre. Hem sen söyle bakayım şu 9 dakika olayı doğru mu?
-John: O süre daha kısa biliyon mu?
-John: T800, sana bir teklifim olacak. Bizi Skynet'i kapatmaya götürürsen bu iş bittiğinde söz T1200 ile aranızı  yapacam.
-T800: Gerçekten yapabilir misin?
-John: T800, sen yokken ben de boş durmadım. İki kitap yazdım. Şimdi de sen tahmin et bakalım adlarını
-T800: Bir kadının nesi var iki kadının sesi var
-John: Doğru valla! Ya diğeri?
-T800: Kadın dediğin sarışın olur
-John: Valla o da doğru! T800 n'aptın oğlum sen bilgisayarı mı yeniledin yoksa?
-T800: Eski bilgisayarı verdim onu 1600 TL'ye saydılar üstünü de tamamlayıp yeni bir model aldım.
T800, John ve Katherine, Skynet'i kapatmak için geç kalmış ve T1200 orayı yerle bir etmiştir. John, T1200'ü ikna etmeyi başarır. T1200, davasından vazgeçer. John ve Katherine hemen evlenir. John'ın makine-insan ilişkilerini anlattığı son kitabı büyük yankı uyandırır. T800 ve T1200 ise Amazon Ormanlarında sessiz bir hayat sürmeyi tercih ederler...





18 Ocak 2012

Temel İçgüdü (Parodi)

Catherine Trammel gerilim romanları yazan seksi bir kadındır. Son romanındaki cinayetlerle aynı şekilde öldürülen bir adamın davasını araştıran yakışıklı dedektif Nick Curran, onu sorgulamak üzere merkeze götürecektir. 
Sabahın erken saatleri Catherine evindedir. Kapı çalar. Catherine kapıyı açar. Karşısında yakışıklı bir adam görünce dibi düşer.
-Catherine: Ouğwç! 
-Nick: Havuç mu?
-Catherine: Sabah sabah karşımda yakışıklı bir beyefendi görünce verdiğim tepkidir ouğwç
-Nick: Catherine Trammel
-Catherine: Evet benim
-Nick: Özel dedektif Nick Curran, benimle merkeze kadar gelmeniz gerekiyor
-Catherine: nickname'inizi boşverin de gerçek adınızı söyleyin bir zahmet
-Nick: Nick benim gerçek adımdır. 
-Catherine: Pekala
Sorgu odasında Nick, ortağı ve komiser vardır. Catherine bacak bacak üstüne atar, sigarasını ağzına koyar. Nick sigarayı yakar
-Catherine: Bakın ben yanlış bir şey yapmadım tamam mı?
-Komiser: Sorguya başlamadan önce yaptığınız yanlışları sayayım isterseniz. Bir, burada sigara içmek yasak ve cezası 70 TL'dir lütfen söndürün. İki, siz hiç iç çamaşırı giymez misiniz? lütfen giyin. Üç, etrafa hep böyle seksi bakışlar mı atarsınız? lütfen atmayın. Gördüğünüz gibi 3 yanlışınız var.
-Catherine: Sigara içiyorum diye beni hapse atacak değilsiniz ya! Hem sizin iç çamaşırı giydiğiniz ne malum!
-Komiser: Öhö öhö! Catherine hanım! siz hiç aile terbiyesi denen bir şey almadınız mı?
-Catherine: Bir dakka çantamda olacaktı!
-Komiser: Laubaliliğin lüzumu yok. Her neyse konumuza dönecek olursak; dün gece son romanınızda tasvir ettiğiniz gibi bir cinayet gerçekleşti. Refik Pekgüdük adlı bir vatandaşımız buz kıracağını önce televizyonun anten girişine sonra da prize sokarak intihar etti. Romanınız da evinde bulundu. Buna ne diyeceksiniz bakalım!
-Catherine: Ne yani beni intihara sebebiyet vermekle mi suçluyorsunuz? Şimdi Refik kardeşin intihar etme sebebi çok açık
-Komiser: Yapma ya! Neymiş?
-Catherine: Adamın soyadına bakarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız
O sırada içeriye bir polis girer. Elindeki notu komisere uzatır. Komiser notu herkesin duyabileceği şekilde okur
Not: Arkadaşlarım hayatım boyunca hep benle dalga geçti. Kız arkadaşım ise soyadımdan yola çıkarak imalı imalı konuştu. Derin mevzulara indi. Ben de daha fazla dayanamayarak kendimi intihar etmeye karar verdim. Ölümümle Catherine hanımın bir ilgisi yoktur.
-Komiser: Valla ne diyeceğimi bilemiyorum. Kusura bakmayın sizi buralara kadar yorduk. Nasıl affettirebiliriz kendimizi?
-Catherine: Nick beni eve bıraksın
-Komiser: Tabi ne demek! Nick hadi bakayım
Nick ve Catherine yola koyulurlar. Yolda sohbet koyulaşır.
-Nick: Helal olsun sana bizim komiseri iyi kandırdın.
-Catherine: Nasıl yani?
-Nick: O notu senin yazdığın gün gibi ortada
-Catherine: Aşk olsun sana be Nick! Eğer o notu ben yazmış olsaydım hiç kendimi intihar etmeye karar verdim diye yazar mıydım? Koskoca bir yazarım ben bir daha duymayayım sakın.
-Nick: O da doğru ya! Benim de kafam karıştı. Bu arada seni eve bırakmamı neden istedin?
-Catherine: Seni daha yakından tanıyabilmek için
-Nick: Peki neden iç çamaşırı giymedin?
-Catherine: Niyetimi daha iyi anlayabilmen için
-Nick: Çakmağın olduğu halde sigaranı neden benim yakmamı bekledin?
-Catherine: Senin niyetini daha iyi anlayabilmek için
-Nick: Peki, komisere sizin iç çamaşırı giydiğiniz ne malum derken neden bana öyle baktın?
-Catherine: Gerçekten giyip giymediğini merak ettiğim için.
-Nick: Desene bu gece uzun olacak. Bir şey daha var yeni romanının konusu ne olacak?
-Catherine: Sürekli soru soran yakışıklı bir dedektifin esrarengiz ölümü üzerine desem
-Nick: Okumak için sabırsızlanıyom biliyon mu?
-Catherine: Çok da meraklanma bence ölümlü dünya biliyon...



17 Ocak 2012

David Lynch filmografisi üzerine

Film incelemesinden ziyade genel bir değerlendirme

Akira Kurosawa, Stanley Kubrick ve son olarak da büyük ustalardan Ingmar Bergman'ı kaybetmemizin ardından yaşayan en büyük yönetmen tacını en çok David Lynch'in hak ettiğini düşünür oldum. Ona bu ünvanı layık görmemin sebebi sonsuz yaratıcılığı, kendini sürekli yenilemesi, sinemanın gelişimine yaptığı katkı ve her yeni filmiyle ufkumu genişletmesi kuşkusuz. Filmlerinin bir çoğu anlaşılmaz bulunan ve çokça tartışılan Lynch, sinemada Luis Bunuel ile birlikte sürrealizmin önde gelen ismidir. Kısa filmlerini kenara koyarsak 1977'de Eraserhead'le başladığı kariyerinde topu topu 10 filmi bulunuyor ustanın. Ortalama 3 yılda bir film çeken Lynch, 2000'li yıllarla birlikte film yapma aralığını uzattı maalesef.

Lynch'in ilk uzun metrajı Eraserhead (Silgi Kafa) siyah-beyaz deneysel bir filmdi. En tuhaf filmler kategorisinde hep en tepede ye alan Eraserhead, Henry Spancer adlı ana karakterin özürlü kız arkadaşı Mary'den mutant bir çocuğunun olmasını ve sonrasında gelişen garip olayları kabusvari atmosferiyle anlatan zor bir seyirlik. Eraserhead, Lynch'in sıra dışı bir filmografi inşa edeceğinin de göstergesi adeta. Üstadın sonraki projesi 8 dalda Oscar adaylığı alıp geceden eli boş dönen gerçek yaşam öyküsüne dayanan bir drama olan The Elephant Man (Fil Adam) idi. 1980 yapımı film David Lynch'in ilk başyapıtı olmakla beraber toplumsal mesajlar da verdiği duyarlı bir filmdi. Fil hastalığından muzdarip John Merric'in acıklı hikayesini izlediğinizde unutmak isteyeceksiniz ama ne mümkün! Lynch'in emin adımlarla yükselişini müjdeliyor The Elephant Man.


1984 yılında klasik bir bilimkurgu romanı olan Dune'nın uyarlamasına soyunan Lynch, türün yabancısı olduğundan beklentilerin çok altında bir film çıkardı ortaya. Neyse ki üstad artık bilimkurgudan uzak duracak ve 2 yıl sonra Blue Velvet (Mavi kadife) ile ilk major başyapıtına imza atacaktı. Amerikan banliyö yaşantısının tam göbeğinde seks ve şiddetle örülü bir hikaye anlatan Lynch, 80'ler Amerikan Sinemasında tabuları yıkıyordu. Mavi Kadife, hem 80'li yılların hem de kara film türünün en iyi örneklerinden olmayı başardı. 1990 yılına gelindiğinde Lynch, en uçuk kaçık ve en eğlenceli filmiyle selamladı bizleri. Wild at Heart (Vahşi Duygular) serbest bir Oz büyücüsü uyarlaması olarak yorumlandı. Alışılmadık bir aşk filmi olan Vahşi Duygular, içerdiği seks ve şiddet sahneleriyle yine eleştirilerin odağı oldu. Hayranlarının filmografisinde ayrı bir yere konumlandırdığı film Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazandı. Aynı yıl Twin Peaks (İkiz Tepeler) adlı diziyle tüm Dünya'da büyük sansasyon yarattı yönetmenimiz. Laura Palmer'ı kim öldürdü sorusuyla başlayan dizi müthiş bir esrar perdesine sahipti. Bugün baktığımızda İkiz Tepeler, hala televizyon için yapılmış en ayrıksı işlerden biri olarak kabul edilir.


Lynch, 1992 yılında diziyi Twin Peaks: Fire walk with me (İkiz Tepeler: Ateş benimle yürür) adıyla sinemaya taşıdı. Lynch, Laura Palmer'ın öldürülmeden önceki 1 haftayı anlattığı filminde tam anlamıyla bir sonraki filmi Lost Highway ile başlayacağı sürreal üçlemesinin provasına dönüştürmüştü Ateş Benimle Yürür'ü. Eleştirmenler pek yüz vermese de yönetmenin hayranları başyapıt olarak karşıladı filmi. Sinemaya 5 yıl ara veren Lynch, Lost Highway (Kayıp Otoban) ile öyle bir döndü ki (Tarantino'nun Pulp Fiction'ı ile) 90'lı yılların en iyi filmini kotardı. Lynch, Kayıp Otoban'da lineer kurgudan vazgeçmekle kalmıyor (Bu hep lineer filmler yapıyor anlamına gelmesin)  filmini başı ve sonu aynı noktada birleşen içinden çıkılması zor bir labirente çeviriyordu. Lynch'in simgesel anlatımının ve biçimsel deneyinin zirve yaptığı bu kara film başyapıtı kült statüsüne erişse de hakkı tam olarak teslim edilmedi henüz. Lynch'in sağı solu hiç belli olmuyor. Kayıp Otoban sonrası The Straight Story tam bir şok etkisi yarattı. Olabildiğince minimalist ve düm düz hikayesiyle The Straight Story o yıl festivallerden bolca övgü ve ödülle döndü. Sade, gösterişsiz, saf sinema duygusunu seyircisine geçirmeyi başaran çok başarılı bir çalışma denilebilir bu film için.


2001 yılında gelen Mulholland Drive (Mulholland Çıkmazı) yönetmenin hayranlarını ve hemen hemen tüm eleştirmenleri mest etti. Lynch, Mulholland Dive'ı sanki Lost Highway'in kaldığı yerden başlatıyordu. Lost Highway'de olduğu gibi yine kayboluyoruz filmin içinde ama bu sefer Lynch, manevrasını yapıyor ve gördüğümüz kabustan uyandırıyor bizi. Maharetlerini bir bir sergileyen yönetmenimiz o yıl akademi tarafından en iyi yönetmen Oscar'ında aday gösterilmesine karşın ödüle layık görülmedi. Ve Oscar tarihindeki en büyük skandallardan biri daha vuku buldu böylece. Mulholland Drive, televizyon için tasarlanan bir projeyken sinema tarihinin en iyileri arasına girmeyi başarmıştır. Lynch'in şimdilik son filmi 2006 Inland Empire ustanın bilinçaltı veya sürreal üçlemesinin son halkası oldu. Bu filmile birlikte ilk kez dijital kamera kullanan Lynch, 172 dakikalık Inland Empire'ı kariyerinin en karmaşık, en zor izlenen, zaman zaman çileden çıkaran ama unutulmaz anlara gebe çalışması bir Lost Highway veya Mulholland Drive değil belki ancak ne olursa olsun görülmesi ve yaşanması gereken bir deneyim vadediyor.

Gördüğünüzde hemen tanıyabileceğiniz derecede karakteristik filmleri olan, ki "Lynchyen" veya Lynch evreni olarak da adlandırılan hayli geniş bir hayal gücüne sahip üstadın böylesine muazzam bir filmografisi var ama ufukta yeni film projesi görünmüyor ne yazık ki! Lynch'ten isteğimiz sinemaya dönmesi ve şu dijital kameradan vazgeçmesi.
Bana göre en iyi 5 David Lynch filmi
1- Mulholland Drive
2- Lost Highway
3- Blue Velvet
4- Twin Peaks: Fire Walk With Me
5- The Elephant Man

15 Ocak 2012

90'lı yılların en iyi 10 Türk filmi


1- Eşkiya (1996)
2- Masumiyet (1997)
3- Akrebin Yolculuğu (1997)
4- Gizli Yüz (1990)
5- Cazibe Hanım'ın Gündüz Düşleri (1992)
6- İstanbul Kanatlarımın Altında (1996)
7- Gemide (1998)
8- Gölge Oyunu (1992)
9- Ağır Roman (1997)
10- Tabutta Rövaşata (1996)

14 Ocak 2012

Bir Zamanlar Anadolu'da

Türk sinemasında yeni kuşak yönetmenlerimiz içerisinde uluslararası arenadaki lokomotifimiz Nuri Bilge Ceylan, genel olarak sinemasına mesafeli durduğum ancak hep takdir ettiğim bir isim oldu. Ceylan'ın son filmi Bir Zamanlar Anadolu'da, Cannes Film Festivalinde Jüri Büyük ödülünü (Dardenne kardeşlerin filmi Bisikletli Çocuk ile paylaşarak) aldı. O bildik Nuri Bilge Ceylan filmlerinden farklı bir hikayeye sahip olması ve hepsinden önemlisi diğer filmlerinin aksine bol diyaloglu bir yapım olması benim gibi düşünen sinemaseverleri filme çekti.

Bir cinayet-suç öyküsü anlatıyor Bir Zamanlar Anadolu'da. Ortada iki zanlı ve yeri meçhul bir cesetimiz var. Gerekli hukuksal işlemlerin başlayabilmesi için bu cesedin bulunma sürecinde yaşananları izliyoruz. Bir gece Anadolu'nun ıssızlığında ilerleyen üç araç, bir türlü bulunamayan bir ceset. Türk Sinemasında aşina olmadığımız hikaye kurgusunu yine alışık olmadığımız bir zaman dilimine yayarak (157 dakika) anlatan Ceylan, Türk Sinemasının görsel anlamda en iyi filmine imza atmış. Anadolu'nun kıraç topraklarında rüzgarın uğultusuyla bozulan sessizlik, kasvetli bir hava, karakterlerde yakalanan derinlik ve hikayenin vahameti yerinde renk tercihleriyle birleşince benzersiz bir bütün oluşturmuş. Filmde her şey 12 saatlik kısacık bir zamanda olup bitiyor ve geceyle gündüz arasındaki keskin ayrım ile hikayeyi de ikiye parça şeklinde değerlendirebiliyoruz. Gece için cesedin aranma süreci, gündüze ise bulunduktan sonra yaşanan prosedürün görselleştirilmesi diyebiliriz.

Bir Zamanlar Anadolu'da için polisiye\drama\yol filmi denilebilir ancak Nuri Bilge Ceylan işin polisiye kısmından daha çok durumun karmaşıklaştıkça karakterler üzerinde bıraktığı 'haller'e odaklanıyor. Zaten onu hikayeden ziyade karakterler ilgilendirmiştir hep. Polisiye örgü içerisine yerleştirilen Savcı'nın hikayesi filmin dramatik yapısını kuvvetlendiren önemli bir unsur. Son bölümde yer alan otopsi sahnesi ise olayı tüm çıplaklığıyla yansıtırken "Bir Zamanlar Anadolu'da"nın zayıf karnı oluyor maalesef. Bu sahne yol filmi şeklinde başlayıp öyle de devam eden öyküde eğreti duruyor. Seyircinin -uzunluğunu da düşünürsek- sahnenin gerekliliğini sorgulamasına sebep oluyor. Batı'da da otopsi sahnesi için benzer eleştiriler geldi sanırım. Hikaye başladığı gibi Anadolu'nun kıraç topraklarında bitebilirmiş. Bu son filmiyle Ceylan, yeni bir başlangıç mı yapıyor bunu söylemek için çok erken ama Ana akım sinemaya bir nebze daha yaklaştığı da gerçek. Uzun süresini dezavantaja dönüştürmeyen, iyi yazılmış diyaloglarıyla ve elbette Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan ve Muhammet Uzuner başta olmak üzere müthiş oyunculuk performanslarıyla övgüyü hak eden bir film Bir Zamanlar Anadolu'da.

Bir Zamanlar Anadolu'da gerek Türk basınında gerekse de yabancı basında büyük bir film olarak karşılandı. Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde Oscar aday adayı filmimiz bir ilk yapıp Oscar yarışında yer alamadı ama o yetkinlikte olduğundan hiç şüphemiz yok. 

Son söz: Bir Zamanlar Anadolu'da ile ustalık dönemine giren Nuri Bilge Ceylan'ın bu son filmi tartışmasız 2011'in en iyi Türk yapımı.  9.2\10

11 Ocak 2012

Hz. İsa filmlerine bakış

Hristiyanlıkta resim yasağının olmaması bu dinin sanatta resim başta olmak üzere tiyatro ve sinemada görsel karşılığını bulmasına olanak tanıdı. Hristiyanlık, başlangıçta tasvir yasağını benimsediği için ilk örnekler ancak 3. yüzyıldan itibaren duvar resmi olarak karşımıza çıkar. O tarihten günümüze kadar en çok tasvir edilen figür Hz. İsa'dır. Hz. İsa'nın yaşamındaki tüm önemli anlar (Vaftiz edilişi, ilk mucizesi Kana düğünü ve onu takiben süren diğer mucizeleri, metamorfoz, Kudüs'e giriş, Son Akşam Yemeği, Çarmıh, Emmaus'ta yemek, Şüpheci Tomas ve İsa'nın Cehenneme inişi vb.) resim sanatı içerisinde hemen hemen eşit oranda tasvir edilirken sinemada çarmıh sahnesi ön plana çıkmaktadır genellikle. Ki Hz. İsa'nın çarmıha gerilip gerilmediği hala tartışılagelir.

Sinemada İsa tasvirlerinin resim sanatıyla paralel gittiğini söyleyebiliriz. İkonografi genellikle şöyledir: İsa, uzun boylu (1.80 civarı), uzun ve dalgalı saçlı, sakallı, uzun, tek parça dalgalı tunikler giyer. Çarmıha gerilmek üzere Golgota yolunda ilerlerken ve çarmıha gerildiğinde başında daima dikenden örülmüş bir taç bulunur. Kutsal bir figür olarak sayısız kez hayatı sinemaya uyarlanan Hz. İsa'nın Tanrısallaştırılması, insani yönleri ile ele alındığında veyahut çelişkileri olan bir figüre dönüştürüldüğünde kızılca kıyametin kopmasına sebep oluyor. Tartışmaların uzağında bir film ile başlayalım Ben-Hur ile. Tüm epik filmlerin atası olan Ben-Hur, Lew Wallace'nın Ben-Hur: A Tale of the Christ isimli romanından sinemaya aktarıldı. Ben-Hur'un en önemli özelliği ilk kez belki de son kez bir filmin Hz. İsa'nın öyküsünü yan hikaye olarak beyaz perdeye taşımasıdır. Filmin merkezinde Judah Ben-Hur adlı zengin bir Yahudi Prensin bir köleye dönüşmesi ve intikam hırsı yer alır. Hz. İsa filmin ilk bölümünde ve sonlarında ortaya çıkan, yüzü seyirciye gösterilmeyen (tek örnektir) ve Ben-Hur'u çok etkileyen bir figür olarak çizilmiştir.

1964 yapımı Pier Paolo Pasolini filmi Matyas'a Göre İncil ise sansürlenmiş bir Hz. İsa filmidir. İncil yazarlarından Aziz Matyas'ın izlenimlerinin belgeselci bir üslupla anlatıldığı bu film Vatikan'ı memnun etti. Peki neden sansürlendi derseniz, bazı çevrelerce (Hristiyanlıktaki farklı mezhepler) filmin Hz. İsa'yı yeniden ve olması gerekenden farklı bir şekilde yorumlamaya girişmesinin sansürle başını derde sokmasına neden olduğunu söyleyeyim.Hz. İsa'nın tanrısal bir kişilik olarak çizilmemesi ve Latince konuşulması filmin gerçekçilik dozunu artırıyor. Genel İsa ikonografisinin aksine bu filmde daha cılız bir İsa çıkıyor karşımıza. Matyas'a Göre İncil, Hz. İsa filmleri (külliyatı) içinde ayrıksı bir noktada duruyor. Tüm Pasolini filmleri gibi.

Günaha Son Çağrı
Bir başka büyük usta Martin Scorsese'yi de cebetti Hz. İsa'nın çileli yaşam öyküsü. Nikos Kazancakis'in The Last Temptation of Christ adlı romanını sinemaya uyarlayan Scorsese en az roman kadar fırtınalar koparan bir filme imza attı. Filmde Hz. İsa'ya Willem Dafoe hayat verirken diğer filmler nazaran kendine önemli bir rol bahşedilen Yahuda İskariot'u Harvey Keitel canlandırdı. Mesih olmaktan memnun olmayan olamayan, bu kutsal görevi geri çevirmek için çareler arayan ve zaafları olan (Hatta Scorsese biraz ileri giderek Meryem ve Hz. İsa arasında geçen bir seks sahnesi bile iliştirmişti filmine) tam bir insan portresiydi onun ki. Günaha Son Çağrı'yı bu kadar tartışılır yapan kutsal metinleri elinin tersiyle itmesiydi. Filme göre Tanrı, Hz. İsa'ya öleceğini bildiriyor ve İsa da Yahuda İskariot'tan kendisine ihanet etmesini istiyordu. Oysa ki Hz. İsa Son Akşam Yemeğinde sofradayken şu sözleri dile getirecektir: "Gerçekten size diyorum ki içinizden biri bana ihanet edecek" ve havariler de "Ben miyim yoksa" diyerek kendilerini sorgulayacaktır. Ve şöyle devam ediyor Hz. İsa "Tanrının oğlu alnına yazıldığı üzere gidiyor ama Tanrı'nın oğluna ihanet edenin başına gelecekleri düşünün bir! hiç doğmasaydı daha iyi olurdu onun için" Hal böyleyken Scorsese'nin başına gelecekleri bilerek bu projeye el attığını söyleyebiliriz. Üzerine konuşabilecek ve tartışılabilecek çok fazla detay var Günaha Son Çağrı'da. Bu da onu önemli bir sinema yapıtına dönüştürüyor.

Tutku: Hz. İsa'nın Çilesi
Gelelim Mel Gibson'ın The Passion of the Christ'ine. (Tutku Hz. İsa'nın Çilesi olarak çevrildi) Gibson, hep yapıldığı gibi Hz. İsa'nın hayatını anlatmaktansa son 12 saatine odaklanıyor. Sözüm ona gerçekçi bir film yapmak için yola çıktığını söyleyen Mel Gibson, Hz. İsa'nın çektiği acıları perdeye yansıtırken elinin ayarını kaçırıyor (bilerek ve isteyerek elbette)  ve düpedüz bir istismar filmi çıkarıyor ortaya. Tutku: Hz. İsa'nın Çilesi'ni bu kadar tartışılır yapan içerdiği şiddetin yanında İsa'nın ölümünden kimin sorumlu tutulduğu meselesidir. İsa'nın Vali Platus önüne çıkarılmasını ve ona ne yapılacağını halkın tercihini bırakmasını İncil'e sadık kalarak anlatıyor film ancak Yahudilerin büyük tepkisiyle karşılaşıyordu. Belgeselvari bir film olmaktan öteye geçemeyen ve sinemasal hiçbir erdemi olmayan Tutku: Hz. İsa'nın Çilesi buna rağmen yarattığı sansasyon sayesinde inanılmaz bir gişe başarısı yakaladı. Peki İnsanlığın böyle bir şiddet gösterisine ihtiyacı var mıydı?

Bugüne kadar yapılmış pek çok Hz. İsa filmi var elbette ama şimdilik bu dosyayı 4 filmle sınırlı tutuyorum. Özellikle bir komedi klasiği olan Monty Python: Life of Brian'ı ayrıca değerlendirilmek istiyorum. 

9 Ocak 2012

90'lı yılların en iyi 25 filmi


1- Eyes Wide Shut (1999)
2- Pulp Fiction (1994)
3- Fight Club (1999
4- Lost Highway (1997)
5- Terminator II: Judgment Day (1991)
6- Three Colors: Blue (1993)
7- The Matrix (1999)
8- Natural Born Killers (1994)
9- Before The Rain (1994)
10- Twelve Monkeys (1995)
11- Silence oh the Lambs (1991)
12- Schindler's List (1993)
13- The Usual Suspects (1995)
14- Seven (1995)
15- The Shawshank Redemption (1994)
16- Three Colors: Red (1994)
17- Unforgiven (1992)
18- Reservoir Dogs (1992)
19- The Thin Red Line (1998)
20- Being John Makovich (1999)
21- Edward Scissorhands (1990)
22- The Truman Show (1998)
23- Leon (1994)
24- American Beauty (1999)
25- Trainspotting (1996)

6 Ocak 2012

Tüm Zamanların En İyi 25 Korku Filmi


Sinemada genel olarak en sevilen türün korku olduğunu söyleyebiliriz. Korku filmlerinde korkudan alınan hazzı mazoşizmin farklı bir biçimi gibi görmek sabaha kadar tartışılabilecek bir konu olduğundan hiç girmiyorum. Zaten konumuz da değil. Korku sineması tarihine baktığımda 1930 ve 40'lı yıllarda çok önemli korku filmleri çekilmiş olsa da bunların hiçbiri en iyiler arasında yer almayı hak etmediğini düşünüyorum. Alien, The Fly ve The Thing gibi ana türü bilim kurgu olan ancak korku öğesi de baskın olan klasiklerin en iyiler listesine girmesi kaçınılmazdı. Listemde 20'li yıllardan bir, 60'lı yıllardan 5, 70'li ve 80'li yıllardan 8'er film bulunuyor. 90'lı yıllardan da 3 film yer almakta.

Korku Sinemasının Altın Döneminin 1968'de başlayıp 80'li yılların sonuna kadar olan 20 yıllık bir süreci kapsadığını düşünüyorum. Bu düşünce listeye de yansıdı haliyle. Listedeki bazı korku klasikleri korkutmayan korku filmi kategorisinde yer alabilir. Bu gibi filmleri o günün koşullarını baz alarak değerlendirelim ve zamanında izleyenini yeterince korkutmayı başardığını hatırlayalım. Özellikle de günümüzde yeni neslin bol efekte ve korku hilelerine aşina olduğunu düşündüğümüzde. Son bir konu da Lost Highway'in korku filmi olup olmadığı sorusu kafanızı kurcalayabilir. O konuyu da netleştirelim. Lost Highway'i bir neo noir olarak kabul etmekle birlikte sürreal korku olarak da görebiliriz. Listede olması yadırganmamalı o sebeple. Bir çok klasik de liste dışında kaldı: Cronenberg'in Rabid, Shivers ve The Brood'u, Sam Raimi'nin The Evil Dead'i, Brian De Palma'nın Sisters'ı, Wes Craven'in Hill Have Eyes'ı (1977).. Ve The Wicker Man (1973), The Texas Chainsaw Massacre (1974), Peeping Tom (1960) The Haunting (1960), Prince of Darkness (1987), Hellraiser (1987), Scream (1996) gibi.

En İyi 25 Korku Filmi

1- The Shining (1980)
2- The Omen (1976)
3- The Exorcist (1973)
4- Pyscho (1960)
5- Halloween (1978)
6- Jaws (1975)
7- Suspiria (1977)
8- Alien (1979)
9- Night of the Living Dead (1968)
10- Dressed to Kill (1980)
11- The Birds (1963)
12- Don't Look Now (1973)
13- Angel Heart (1987)
14- A Nightmare on Elm Street (1984)
15- Rosemary's Baby (1968)
16- Carrie (1976)
17- Lost Highway (1997)
18- Jigoku (1960)
18- Repulsion (1965)
20- The Fly (1986)
21- Nosferatu (1922)
22- The Changeling (1980)
23- The Silence of the Lambs (1991)
24- The Hunger (1983)
25- The Thing (1982)

4 Ocak 2012

İki Atom Bombası; İki Film

1939 yılında Amerikalı bilim adamları Einstein'ın Görecelilik Kuramının Alman bilim adamları tarafından yeni, öldürücü bir silah yapımında uygulanmasından korkmaya başladılar ve kendi bombalarını icat ettiler: Atom Bombasını. 1944 yılında Almanların bomba yapmayı başaramayacakları anşalınca o sırada savaş halinde oldukları Japonya üzerine yağdırdılar bombaları. Önce Hiroshima'ya 6 ağustos 1945'te sonra da 9 ağustos 1945'te Nagazaki'ye. Sonuç 200.000 ölü ve 80.000 yaralı her şey sadece 9 saniye içinde olup bitti.

Bu alıntıyı okumamanızı tavsiye ederim merakınıza yenik düşüp okuyacağınızı bilsem de
"Yüzleri tamamen yanmıştı, göz çukurları boştu, eriyen gözlerinden çıkan sıvı yüzlerine akmıştı. Sokaklarda yürüyen çok kişi yoktu ama kaldırımlarda oturan ya da uzanan, kusan, ölümü bekleyen ve ölen bir sürü kişi vardı..."
                                       Fred Jerome'nin FBI'ın Einstein Dosyası adlı kitabından

Hiroshima Mon Amour

Yıl 1959. Hiroshima'ya atılan Atom Bombasının ardından barışla ilgili çekilen bir filmde rol alan Emanuella Riva, Hiroshima'da kalan son iki gecesini barda tanıştığı Elji Okada ile geçirir. İkisinin de mutlu bir evlilikleri olmasına rağmen aşık olurlar. Elji, Emanuella'nin ülkesine döneceğini öğrenince Hiroshima'da onunla kalması için uğraşır. Film, yakın çekimde yatakta bu iki karakterin görüntüsüyle açılır. Birbirine sarılan çiftimizin üzerlerinde kum benzeri bir şey var. Tam anlayamıyoruz en başta. Yok yok kum değil bu. Kül, evet kül Hiroshima'nın külü... İki sevgili konuşmaya başlıyor Hiroshima üzerine ve 10 dakika süresince yarı belgeselci bir üslupla Hiroshima'da yaşananları izliyoruz. Öyle çarpıcı kareler var ki etkilenmemek mümkün değil. Filmin yönetmeni aslında belgeselleriyle tanınan Alain Resnais ilk kurmaca filmiyle sinemanın değişimine büyük katkıda bulunuyor. Fransız Yeni Dalga Akımının ilk örneklerinden olan Hiroshima Sevgilim, değil Fransız Sinemasının Sinema Tarihinin en iyi filmleri arasında yer almayı hak eden bir başyapıt. "Sen hiçbir şey bilmiyorsun sevgilim" Elji Okada'nın filmde bir çok kez tekrarladığı unutulmaz replik. Öyle vurucu bir replik ki bu izlediğinizde hak vereceksiniz.

Rapsody in August

Akira Kurosawa'nın sondan bir önceki filmi Ağustos'ta Rapsodi oldu. Kurosawa, kocasını Nagazaki'ya atılan Atom Bombası sonucu kaybeden ve savaştan önce Amerika'ya yerleşmiş akrabalarının ziyaretiyle gelişen ilişkilerini anlatıyor. Atom Bombasının ardından 44 yıl geçmiştir ama yaşlı kadının acıları hala tazedir. Amerikalı akrabaların veya torunlarının onu anlaması hiç de kolay değildir. Son derece duyarlı bir filme imza atan Kurosawa, yaşlı kadının gök gürültüsünden ürküp yağmur ve fırtınaya aldırış etmeden yürümeye çalıştığı ve o dehşeti tekrar yaşadığı anlarda kadının acısını hissetmemizi sağlıyor. Keza filmin en çarpıcı anları da bu sahne (filmin afişi her şeyi anlatıyor sanırım) Sözün özü Kurosawa, savaşın insan ruhu üzerinde bıraktığı etkiyi tüm çıplaklığıyla resmediyor ve unutulmaz bir film daha armağan ediyor biz sinemaseverlere.

3 Ocak 2012

The Fountain


Darren Aronofsky’nin altı yıl sinemadan uzak kalmasına sebep olan üçüncü uzun metraj filmi The Fountain’e Pi ve Requiem for a Dream ile kendini kanıtlayan ve özgüven kazanan yönetmenin meydan okuması olarak bakılabilir. The Matrix’i izlediğinde bilimkurgu sinemasında daha ne kadar ileri gidilebileceğini, bir sonraki aşamanın ne olacağını kendisine soran Aronofsky’nin, aradığı cevabı bulmak için çıktığı uzun ve sancılı yolculuk, The Fountain gibi eşsiz bir bilimkurgu filminin yaratılmasıyla tamamlandı. İlk gösterimi Venedik Film Festivali’nde yapılan ve yuhalanan, eleştirilen ve gişede zarar eden The Fountain; içeriği, anlatısı ve özellikle de görselliğiyle gerçekten de daha ne kadar ileri gidilebilir sorusuna verilmiş tatmin edici bir cevap olarak, bilimkurgu sineması tarihindeki yerini aldı. Her izleyenin farklı algıladığı ve anlamakta zorlandığı The Fountain, tam da Aronofsky’nin istediği gibi çeşitli tartışmalar yarattı. Bu tartışmaların başını da filmde kaç farklı zaman dilimi olduğu sorusu çekiyordu. Herkes farklı bir şey söylüyordu, bu hususta yorum yapmaktan imtina ile kaçınan Aronofsky, haklı olarak her izleyenin kendi cevaplarını bulmasını istiyordu. Filmi, hikâyeyi mantıklı ve gerçekçi bir zemine oturttuğumu düşündüğüm iki farklı biçimde analiz etmeye çalışacağım. 

Filmde kaç farklı zaman dilimi var? 

Girişte bahsettiğim gibi filmi çözümleyebilmek için öncelikle bu soruya net bir cevap verebilmek gerekiyor. The Fountain’de iki farklı zaman dilimi olduğu söyleyeyim. 16. yüzyılda geçen kısmın Izzi’nin kitabı ve dolayısıyla da sadece kurgudan ibaret olduğu düşünüldüğünde geriye iki seçenek kalıyor. Film, ya 21. yüzyıldaki gerçekliğin dışına çıkmıyor ya da 26. yüzyıl, 21. yüzyıldaki hikâyenin devamı… Hikâyenin yalnızca 21. yüzyılda geçtiği bir gerçeklik kurduğumuzda, 26. yüzyılı Tommy’nin içsel yolculuğu olduğunu varsayabilir veya bu bölümü 16. yüzyıldaki kurgusal hikâyenin devamı olarak düşünebiliriz. Sonuçta Izzi, kitabının İspanya’da başlayıp Xibalba’da son bulacağını söylemiş ve ölmeden önce son bölümü Tommy’nin yazması için ısrarcı olmuştu. Tommy de Izzi’nin son dileğini, onun istediği şekilde yerine getirmiş olabilir. Ne var ki, sözünü ettiğimiz kurgularda havada kalan çok fazla detay olduğunu ve taşların tam olarak yerine oturmadığını düşünüyorum. Yine de filmin çözümü 1 ve 2 olmak üzere iki farklı okuma yapacağım. 

Yazı bu noktadan itibaren spoiler içermektedir.

Filmin çözümü 1 

Izzi’yi kaybeden Tommy, ölümü alt etmek için çalışmalarını yoğunlaştırıyor. Guatemala’daki ağaçtan elde ettiği karışımın Donovan’ın tümörünü yok etmesi ve becerilerini geliştirmesi sebebiyle ağaçla ilgili her şeyi öğrenmek isteyen Tommy, ekibini seferber ediyor. Ancak tıpta çığır açtığını düşünebileceğimiz bu tedaviyi daha ileri götüremiyor, ölüme çare bulamıyor. Izzi’yi kurtaramaması, hastalık olduğunu düşündüğü ölümün tedavisini bulamaması ve Izzi’nin son isteğini yerine getirememesi, Tommy’yi farklı arayışlara yönlendiriyor. Yaşamaya devam edebilmesi, bu yenilgilerin üstesinden gelebilmesi için bakış açısını değiştirmesi gerektiğinin farkına varıyor. Arayışa giren Tommy, kurtuluşu Budizm’de buluyor. Zen Budizm’ini öğrenen Tommy’yi Lotus duruşuyla meditasyon yaparken görüyoruz. Bu noktada, filmin üç parçalı anlatısında 26. yüzyılda geçtiği varsayılan bölümün, Tommy’nin içsel yolculuğu olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Zen Budizm’i ile içine yönelen Tommy, bu meditasyon tekniğiyle egosu ve kişiliğiyle mücadele ediyor. Ne kadar olduğunu bilemesek de uzun bir sürecin sonunda kişiliğinde keskin bir dönüşüm meydana geliyor. Hayat ve varoluş hakkında yeni bir perspektif kazanıyor ve bir tür aydınlanma yaşıyor. 

Filmin üçüncü kısmının Tommy’nin iç dünyasını olduğunu söyledik. Peki, Aronofsky, Tommy’nin iç dünyasını, neden onu şeffaf bir kürenin içerisine yerleştirerek görselleştiriyor? Bunun tek bir sebebi yok. Filmin farklı okumalara açık olabilmesi için, seyircinin Tommy’nin yolculuğunu içsel ve dışsal bir yolculuk olarak değerlendirebilmesi gerekiyor. Dışsal bir yolculuk olabilmesi için de bu uzay yolculuğunun şartlarının yerine getirilmesi gerekiyor. Şeffaf küre, aynı zamanda meditasyon halindeki Tommy’nin dış dünyadan kopuşunun, kendi iç dünyasını yönelişinin bir simgesi. Kürede Tommy’nin bir türlü kaçamadığı anılarını ve içinde filizlenen yeni inancı görmekteyiz. Bu inanç, Moses Morales adlı rehberin Izzi’ye anlattığı mezara dikilen tohum ile ağaca dönüşme ve bu dönüşümün form değiştirerek devam ettiği bir hikâyeden ibaretti. Moses Morales’in babasının gerçekten bu döngüye girdiğine inandığı gerçek bir hikâye… Tommy, başta inanmasa da Izzi’nin mezarına bir tohum ekmişti. İnanmaya başlamasının sebebi Budizm’e yöneldiğinde aynı inancı görmesidir. Budizm’de de benzer bir yaşam döngüsü ve dönüşüm vardır. Aronofsky de zaten farklı kültürlerdeki ve mitlerdeki benzer hikâye ve inançları filmin tamamında iç içe geçirerek, sentezleyerek farklı bir yapı kuruyor. 

Ölümün bir hastalık olduğunu iddia eden bilim insanı Tommy, Zen Budizm’i ile bu iddiasından vazgeçiyor. Ölümün hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olduğuna ve bununla birlikte ölümün bir son olmadığına inanmaya başlıyor. Tommy, ölümün yaklaştığını biliyor ve korkmaya başlıyor. Ölmeden önce Izzi’nin kitabını bitirmesi gerekiyor ama sonunu bilmiyor. Tommy, kitabı Nirvana’ya ulaştığında bitiriyor. Xibalba’ya ulaşması, esasında Nirvana’ya ulaştığını gösteriyor. Çünkü Tommy’nin içsel yolculuğu, Nirvana’ya ulaştığı takdirde anlam kazanabilecektir. Burada önemli bir husus daha var. O da Tommy’nin, Izzi’nin kitabını bitiriş şeklidir. Thomas, Hayat Ağacı’na ulaşıyor, ölümsüzlük veren reçinesinden içiyor ama ne kendisinin ne de kraliçesinin hayal ettiği gibi ölümsüzlüğe ulaşamıyor. Tommy’nin Izzi’yi kurtaramaması ve ölümsüzlüğe erişememesi gibi Thomas da kraliçeyi kurtaramıyor ve ölümsüzlüğe erişemiyor. Thomas, ölümsüzlük verdiğine inanılan reçineden kana kana içtiğinde çiçeğe dönüşüyor. Çünkü Tommy artık buna inanıyor. 

Filmin çözümü 2 

21. yüzyıldaki hikâyenin sonunda Tommy’yi ölüme çare bulabilmek için Guatemala’daki ağaçla ilgili her şeyi bilmek istediğini söylediği ve kendisini bilime adadığı anda bırakmıştık. 26. yüzyılda dev bir baloncuk içerisinde Xibalba’ya yolculuk eden Tom’un, 21. yüzyılda bıraktığımız Tommy olduğunu düşünmek zorundayız. Sebeplerine geçmeden önce şunu söyleyelim: böyle düşündüğümüzde Tommy’nin bir hastalık olduğunu düşündüğü ölüme çare bulduğunu, ölümsüzlüğü keşfettiğini kabul etmiş oluyoruz. Şimdi bu sonuca nasıl vardığımızı en başa dönerek açıklamaya çalışalım. Hastalığı sebebiyle kriz geçiren Izzi, son günlerinde Tommy’ye gerçekliğine inandığı bir hikâye anlatıyor. Çıktığı bir seyahatte, Moses Morales adlı Mayalı bir rehber, Izzi’ye ölen babasından bahsediyor. Moses, babasının öldüğüne inanmıyor. Mezarı kazarlarsa babasını orada bulamayacaklarını söylüyor. Babasının mezarının üzerine bir tohum ekmişler. Tohum ağaç olmuş. Moses, babasının o ağacın bir parçası olduğuna inanmış. Moses’ın babası önce ağaç oluyor, sonra ağacın çiçeğine dönüşüyor. Bir serçe ağacın meyvesinden yediğinde kuşlarla uçuyor. Bir bilim insanı olan Tommy, bu hikâyeyi dinlediğinde doğal olarak inanmıyor ve saçmalık olduğunu düşünüyor. Ancak Izzi öldükten sonra mezarını kazıp bir tohum dikiyor. 21. yüzyıl ile 26. yüzyıl arasında, elimizdeki tüm bilgileri kullanarak -Tommy özelinde- neler olduğunu düşünmek ve boşlukları doldurmak bize düşüyor. Hayattaki nihai amacına -ölümsüzlüğe- ulaşan Tommy’yi 26. yüzyılda Buddha’yı andırırcasına bir bilgeye dönüşmüş olarak görüyoruz. Hikâyenin önceki çözümünde olduğu gibi Tommy’nin Zen Budizm’ine yöneldiğini burada da söyleyeceğiz. Tommy’nin Zen Budizm’ine yönelme sebepleri de aynı. Xibalba’ya yaptığı yolculuk esnasında da meditasyon yapmaya devam eden Tommy, Izzi’nin son isteğini yerine getirememenin ve onsuz yaşamanın verdiği ıstırabın üstesinden gelmeye çalışıyor. O, 21. yüzyılda bıraktığımız, sadece bilime ve bilimsel gerçeklere inanan Tommy değildir artık. Beş yüz yıldan uzun bir süredir yaşayan, içgörüsü kuvvetli, ruhani tarafını keşfetmiş bilge bir insandır. 

Tommy, neden bir ağaçla yolculuk etmektedir? Ağaçla konuşmasının, ona sarılmasından nasıl bir sonuç çıkarmalıyız? Cevap basit: Tommy, ağacın Izzi olduğuna inanıyor. Beş yüz yıl önce Izzi’nin mezarına diktiği tohum ağaç oldu. Izzi anlattığında, Tommy’ye safsata gibi gelse de zamanla kişisel olarak bilimde daha ileriye gidemeyeceği bir noktaya ulaştığında, kendisini aştığında, alternatif inançlar alternatif olmaktan çıkıverdi onun için. Yine de ölümsüzlüğe erişmiş bir insan olarak, Izzi’nin anlattığı ve inandığı biçimiyle ebediyen var olma fikrini, alternatif bir ölümsüzlük fikrini benimsemesi oldukça zordu. Kırılma noktası Tommy’nin Budizm felsefesiyle hayatına yeni bir yön verdiğinde gerçekleşti. Çünkü aynı inancı, aynı döngüyü Budizm’de de gördü ve koşulsuzca bağlandı. Bir ağacın bedeninde de olsa Izzi’nin var olduğu bir dünyada yaşayan Tommy, Izzzi’yi ikinci kez kaybetmeden evvel (Ağacın yaşlanması ve ölümünün yaklaşması) Xibalba’ya gitmesini sağlayacak imkânların da oluşmasıyla ağacı küresine alarak son yolculuğuna çıkıyor. Peki, Tommy’nin Xibalba’ya gitme amacı nedir? Yine geri dönelim. Teleskobuyla ölmekte olan bir yıldızın etrafındaki Nebula’yı gözlemleyen Izzi, bu esnada yanına gelen Tommy’ye Xibalba’dan bahsediyor. Orada gördükleri Nebula’ya Mayalıların Xibalba dediklerini ve Xbalba’nın Mayalıların öteki dünyası olduğunu anlatıyor Izzi. Ölü ruhların Xibalba’da yeniden doğduğu bilgisini de ekliyor. Ağacın yaşlanması ve ölmesinin, Izzi’yi yeniden kaybetmek anlamına geldiğini söylemiştik. Tommy, bir noktadan sonra bu dünyadaki ölümsüzlüğün Izzi olmadan bir anlamı olmayacağını fark ediyor ve Izzi ile sonsuza kadar birlikte olabilecekleri Xibalba’da yeniden doğuş inancına tutunurken buluyor kendini. Tommy’nin yolculuğu bu motivasyonla başlıyor. 

26. yüzyıldaki kısmın 21. yüzyıldaki hikâyenin devamı olduğunu işaret eden çok önemli başka veriler de var. Bunların biri Tommy’nin sağ koluna mürekkeple işlediği ince ve kalın halkaların, kendi deyimiyle aradan geçen zamanı gösteriyor oluşudur. 21. yüzyılda Donovan’ı ameliyat etmeden önce çıkardığı evlilik yüzüğünü kaybeden Tommy, Izzi’ye olan bağlılığının simgesi olan yüzüğü bulamadığı için acı çekiyor. Izzi öldükten sonra, Izzi’nin kitabını tamamlaması için hediye ettiği kalemle mürekkebi parmağına işliyor Tommy. Parmağında mürekkeple oluşturduğu halkayı 26. yüzyılda da görüyoruz. Hatta yılları koluna işleme fikri de buradan çıkıyor. Tommy’nin kolundaki halkalardan bahsederken, “Bütün bu yıllar, bu anlılar, hep sen vardın” dediğini duyuyoruz. Izzi, öldükten sonra da hep yanında olmuştur. Ruhuyla, anılarıyla ve yeni yaşam formuyla… Tommy’nin “bütün bu yıllar”dan kastı şüphesiz ki, aradan geçen beş yüz yıldır. 

Tommy’nin yolculuğu sırasında Izzi ile olan anılarının onu yalnız bırakmadığını görürüz. Hasta yatağında Izzi, ilk kar yağdığı için Tommy ile yürüyüş yapmak isteyen Izzi ve kitabının bitirilmesini isteyen Izzi… Aronofsky, Tommy’ye acı veren anıları yerleştirmiştir Küreye. Yüzyıllar geçse de unutamadığı, üstesinden gelemediği anılar… Adına Tom denen 26. yüzyıldaki karakterin anılarının 21. yüzyıldaki Tommy’nin anıları olması ikisini birbirine bağlayan en önemli ayrıntılardan biri. Çünkü anılarımız geçmişimizdir, yaşanmışlıklarımızdır, gerçekliğimizdir. 

En büyük korkusunu, ölümü yenmeyi başaran Tommy, Xibalba’ya vardığında ölüp yeniden doğacağına inansa da korktuğunu söylüyor. Ancak Izzi ile sonsuza kadar yaşama fikrine sıkıca sarılarak küresinden ayrılıyor. Vicdan azabını dindirmek, huzur bulabilmek için ise yapması gereken son şeyi yerine getiriyor. Izzi’nin kitabını bitiriyor. 

The Fountain’i neden bir bilimkurgu gibi okumalıyız? 

Çünkü bir bilimkurgu filmi The Fountain. Bunu nerden çıkartıyoruz? Filmin yazarı, yönetmeni, her şeyi Darren Aronofsky öyle söylüyor. En başta The Matrix’i izlerken bilimkurgu filmi yapmayı kafasına koyan Aronofsky, “Uzayı dıştan çok, içten ele alan bir film çekmeyi karar verdik. Uzayın dışı, teknoloji delisi filmler tarafından esir alınmıştı çoktan. Daha canlı, farklı ve minimalist bir bilimkurgu filmi yapmanın mutlaka bir yolu olmalıydı.” diyor. Bu sebeple ikinci çözüme inanıyorum. The Fountain’in bir bilimkurgu olabilmesi için Tommy’nin ölümsüzlüğü bulması şart. Ölümsüzlüğü bulduğunu kabul ettiğimizde de 26. yüzyıla kadar yaşadığını ve Xibalba’ya doğru o uzay yolculuğunu yaptığını doğal olarak kabul etmiş oluyoruz. 26. yüzyılı Tommy’nin içsel yolculuğu olarak okuduğumuzda Aronofsky’nin minimalist bilimkurgu yapmak için yola çıktık söylemiyle çelişiriz. Ayrıca bu kısım içsel bir yolculuk olarak kabul ettiğimizde, Tommy içsel yolculuğunu neden 26. yüzyılda yapma ihtiyacı duyuyor sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Izzi’nin kitabını bir türlü bitiremeyen Tommy’nin kurgusal bir hikaye yaratmada pek de iyi olmadığını anlıyoruz. Peki, hikaye kurgulamadaki eksikliğini bildiğimiz Tommy, acılarını dindirmek için meditasyon yapan Tommy, iç dünyasına kapandığında neden kendisini 26. yüzyılda olduğu bir kurgunun içerisine yerleştiriyor? Görüldüğü gibi bu ve benzeri mantıksızlıklar, bizi Aronofsky’nin de işaret ettiği bilimkurgusal okumaya yönlendiriyor. Bu sebeple minimalist bilimkurgu söylemi The Fountain okumasında anahtarımızdır. Bilimkurgu sınırları dışına çıkmadan alternatif bir yorumda bulunmak isterseniz; The Fountain’in bir paralel evren bilimkurgusu olduğunu da iddia edebilirsiniz. Ancak 16. yüzyıldaki hikâyenin Izzi’nin kitabı olması ve bu bilginin kesinliği üçlü değil, ikili bir paralel evren okumasını zorunlu kılıyor. Yine de hikâyenin çözümünde bahsettiğimiz gibi 21. ve 26. yüzyıl arasındaki güçlü bağ, paralel evren olasılığını zayıflatıyor. 

Aronofsky’nin Beslendiği Kaynaklar 

The Fountain üç temel kaynaktan besleniyor: Gençlik Çeşmesi efsanesi, Maya Mitolojisi ve Eski Ahit’ten alınan hikâyeler… Aronofsky, bu mitik hikâyeleri birbirine kusursuzca bağlayarak benzersiz bir sanat eseri yarattı. Çıkış noktası Gençlik Çeşmesi efsanesiydi. Ölümsüzlük arayışının anlatıldığı bu efsaneyi, başka bir ölümsüzlük kaynağı olarak bilinen Hayat Ağacı içerisine yerleştiren Aronofsky, Hayat Ağacı’nı ise Eski Ahit’ten alıp Mayalardaki Hayat Ağacı inancıyla birleştiriyor. Filmin üç parçalı anlatısı ve hikâye kurgusuyla Hayat Ağacı, somut ve soyut anlam ifade ederken, gerçeklik ve fanteziye hizmet edecek şekilde kullanılıyor. Aronofsky’nin Hayat Ağacı’na bağlı olarak, Eski Ahit’ten Âdem ve Havva’yı ve Keruv adı verilen meleği birer mit olarak hikâyesine eklediğini görüyoruz. 16. yüzyıldaki kurgusal hikâyede, piramidinin tepesinde Hayat Ağacı’nı koruyan Mayalı karakter, Keruv meleğini temsil ediyor. Tevrat’ın Yaratılış babında, Tanrının Eden Bahçesi’nin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdiğinden bahsediliyor. The Fountain’e baktığımızda Mayalı koruyucunun elinde alevli bir kılıç görüyoruz. Aronofky’nin koruyucu meleğe ve kılıca kendi yorumunu getirdiğini, meleğin ve kılıcın hikâyeye adapte edilirken her ikisinin de Tevrat’taki anlamını ve işlevini yitirmediğini söylememiz gerekiyor. 

Izzi’nin kitabı ve araştırmaları aracılığıyla hikâyeye dâhil olan Maya mitolojisine ait unsurlar, The Fountain’de önemli bir yer tutuyor. Filmin çıkış noktası ve temel dayanağı sonsuza dek yaşama düşüncesi denilebilir. Aronofsky, ilginç bir şekilde sonsuz yaşam temasını, iki farklı sonsuzluk inancı üzerinden irdeliyor. Maya inanışındaki yaşam döngüsü, doğanın ayrılmaz bir parçası olduğumuzu söylüyor. Bu inanışta, dönüşümün sürekliliğiyle sağlanan bir yaşam ve Xibalba’da sonsuza dek var olunacağına yönelik bir inanç var. Aronofsky, diğer kaynakları değiştirerek adapte ederken Maya mitolojisinde buna pek gerek duymuyor. Sadece Mayalardan alınan unsurlar üzerinden bir gerçeklik yaratılmaya çalışılıyor. Örneğin 21. yüzyılda, Tommy’nin, Izzi’nin mezarına bir tohum ekmesi ve daha sonra bu inanca sımsıkı tutunması ve 26. yüzyılda Xibalba’ya yapılan yolculuk, mitlerin gerçeklik yaratmak için kullanıldığının göstergeleri.

2 Ocak 2012

Kuzuların Sessizliği (Parodi) +13

Cemile; genç, güzel ve acemi bir dedektiftir. Ona verilen İlk görev ise sapık bir seri katili yakalamaktır. Katili yakalayabilmek için hapishanede özel bir hücrede tutulan Hannibal Lecter adlı başka bir suçludan yardım almak zorundadır. Cemile, Hannibal Lecter ile ilk görüşmesini yapmak üzere hapishaneye gelir.

-Cemile: Ben özel dedektif Cemile Yıldız
-Hannibal: Doktor Hannibal Lecter
-Cemile: Doktor mu dediniz?
-Hannibal: Yamyam olmam doktor olamayacağım anlamına gelmez sevgili Cemile
-Cemile: Tabi ki Doktor bey! Ben zaten öyle demek istememiştim. Şaşırdım sadece. Uzmanlık alanınızı sorabilir miyim?
-Hannibal: Kulak, burun, boğaz
-Cemile: Hem de üç tane. Doktor benim de boğazlarım ağrıyo biliyonuz mu?
-Hannibal: Boğazım demek istedin herhalde
-Cemile: Şey, evet
-Hannibal: Yaklaşın bakayım. Aç ağzını da. Hımm! Akşam bi ıhlamur kaynat bir şeyciğin kalmaz
-Cemile: Sağ olun Doktor bey
-Hannibal: Kızım sen muayene olmak için mi gelmiştin yoksa?
-Cemile: He! Yok ben şey için geldiydim. Bir seri katil var da onu yakalayabilmek için yardımınıza ihtiyacım var.
-Hannibal: Bi düşüneyim
-Cemile: Öncelikle kişisel olarak size sormak istediğim bazı şeyler var. Tabi sizi için bir mahsuru yoksa
-Hannibal: Sonra da ben soracağım ama
-Cemile: Kabul. Sorum şu: Doktorluk gibi toplumca saygıyla karşılanan bir mesleğiniz varken nasıl oldu da yamyam oldunuz?
-Hannibal: Bu çok eski bir hikaye dinlemek istediğinden emin misin?
-Cemile: Sabırsızlandığımı söyleyebilirim
-Hannibal: Bundan 20 yıl önce Sevtap adlı çok seksi bir kıza aşık oldum. Şu işe bak ki en yakın arkadaşım Hamit de ona aşık oldu. birimizin aradan çekilmesi gerekiyordu senin anlayacağın. Sevtap öyle kolay kolay vazgeçilebilecek bir kadın değildi. İlk önce Hamit'le düelloya tutuştuk ama bir sonuç alamadık. Rus Ruleti oynadık yine olmadı. Sonra öğrendik ki Sevtap'ın bir de manitası varmış. Deli gibi kıskandık o herifi, öldürmek istedik. Hamit'in ısrarı üzerine bir plan yapıp öldürdük üstelik. Elbette öldürmek bir çare olmadı. Yine birimizin aradan çekilmesi gerekiyordu. Hamit ortaya bir iddia attı. Kim adamın etinden çiğ çiğ yerse o Sevtap'ı alacaktı. Hamit ne kadar uğraştıysa da yiyemedi. Benim içinse neredeyse çocuk oyuncağıydı.
-Cemile: Sonra Hamit aradan çekildi. Siz de Sevtap'ı kaptınız öyle mi?
-Hannibal: Hamit sözünde durmadı. Bana da yapacak tek bir şey kaldı haliyle
-Cemile: Siz mi çekildiniz yoksa?
-Hannibal: Yok canım! Hamit'i yedim. Bu kez pişirerek yalnız. Pek de tatlıydı namussuz!
-Cemile: Ve Sevtap'la evlendiniz?
-Hannibal: Maalesf kız lezbiyen çıktı.
-Cemile: Ama nasıl olur? Ya öldürdüğünüz çocuk?
-Hannibal: O aslında erkek değilmiş biliyon mu?
-Cemile: Vay be Doktor! Ne hikaye ama!
-Hannibal: Soru sorma sırası bende şimdi
-Cemile: Tabi lütfen
-Hannbal: Sana bakınca ne görüyorum Cemile biliyor musun?
-Cemile: Ne görüyorsun doktor?
-Hannibal: Bir köylü kızı görüyorum. Ayakkabılarım Mahmutpaşa'dan alınma sanırım. Saçlarını da Hacı Şakir'le yıkadığına bahse girerim. Doğru muyum?
-Cemile: Doğru da asıl öğrenmek istediğiniz nedir?
-Hannibal: Çocukluğunu anlat bana, neler yapardın o köyde? Baban döver miydi seni?
-Cemile: Bizim köy kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeydi. Ne elektriğimiz vardı ne de suyumuz. Bir tek koyunlarımız vardı. Babam her gün onları yaylaya götürürdü. Bazen ben de onla giderdim. Çimlerde kuzularla oynamaya bayılırdım. Neyse bir gece kuzulardan gelen çığlıklar üzerine fırladım yatağımdan, koştum ahıra bir de ne göreyim!
-Hannibal: Baban koyunun biriyle işi pişirmiş doğru muyum?
-Cemile: Nasıl bildiniz?
-Hannibal: Doktorum ben unuttun mu? Eee sonra?
-Cemile: Ağlayan kuzulardan birini alıp kaçtım o köyden. Bir daha da dönmedim. O gün bugündür kuzuların çığlıkları kulaklarımdan hiç gitmiyo biliyonuz mu?
-Hannibal: Peki bi Dokto-
-Cemile: Ohoo! Beni ne doktorlar istedi de varmadım.
-Hannibal: Yok ben bi doktora göründün mü diyecektim
-Cemile: Ha! Bugüne kısmetmiş
-Hannibal: Bak cemile eğer burdan kaçmama yardım edersen kuzuların sesini tamamen kesecem. Sonra o katili yakalamana da yardım edecem. Var mısın?

Cemile, kısa bir süre düşündükten sonra

-Cemile: Varım

Cemile, Hannibal Lecter'ın kaçmasına yardım eder. Hannibal sözünde durur. Önce katilin yakalanmasına yardım eder. Sonra da Cemile'nin problemini halletmek için kolları sıvar. Birlikte Cemile'nin köyüne giderler. Orda bir kuzu çevirme yaparlar. Cemile bir daha kuzuların çığlıklarını işitmez...