29 Şubat 2012

En İyi 25 Müzikal Film


Evrensel bir dili olan sinema, kısa tarihinde büyük adımlar atarak ilerlemiş ve bugün geniş kitlelere -müzik ile birlikte- en kolay ulaşabilen sanat haline gelmiştir. Sinema öyle bir sanat ki tüm sanatları bir araya getirebilir, hepsinin ayrı ayrı röntgenini çekebilir. Teknolojiye bağımlı olması zaman zaman çeşitli eleştirilere sebebiyet verse de, sinemayı diğer sanat dallarıyla karşılaştırdığımızda bu özelliği ona kendisini daha hızlı yenileyebilme ve çağını yansıtıp, ilerisini görebilme imkanı da vermekte. Müzikal film dediğimiz türün doğuşu da bahsettiğimiz türde bir teknolojik atılımla gerçekleşti. Sessiz filmlerden sesliye geçiş sinema sanatı için olabilecek en büyük devrimdi. İlk sesli film olan The Jazz Singer'ın bir müzikal olması ise tesadüf değildi elbette. Henüz sessiz sinema döneminde, müzik kullanımının filmler üzerindeki olumlu etkileri keşfedilmişti ve sessiz filmler salonda canlı müzik eşliğinde oynatılmaya başlamıştı. Sinema sese kavuştuğunda da müzikal film dediğimiz tür (tür algısı oluşmamıştı) kendiliğinden ortaya çıkıverdi diyebiliriz.

20'li yılların sonunda sese kavuşan sinema ile müziğin yolları geri dönülmez bir şekilde kesişti. Müzik, sinemayı beslemenin de ötesine geçerek 7. sanatın gelişiminde önemli rol oynadı. Tür kuramıyla birlikte başlı başına bir tür olarak kabul edilmeye başlandı müzikaller. Müzikal film, müzik ve dans öğeleri kullanan, şarkılı ve danslı bölümlerin hikaye örgüsüyle bütünleştiği filmlerdir. Müzikalleri ikiye ayıracak olursak; birincisi hikayesini şarkılarla anlatan ve hemen hemen hiç diyalog içermeyenler, ikincisi ise klasik bir şekilde hikayesini anlatıp araları şarkılarla dolduranlar diyebiliriz.

Klasik ve modern müzikal ayrımı da yapılmalı. Açıkçası modern müzikalleri daha çok sevdiğimi belirtmek istiyorum. Listem şekillenirken bu ayrım etkili oldu. Bazı filmlerin müzikal olarak değerlendirilmesi de doğru değil. Misal Milos Forman'ın başyapıtı 'Amadeus' bir müzikal değildir. Evet filmde bolca Mozart dinliyoruz ama bu bir müzikal olması için yeterli değil. Film, bir biyografi-tarihi-drama. Ayrıca The Wizard of Oz'u da müzikal olarak değerlendirmedim. Bu iki filmi listede göremeyince şaşırmayın.

1- Pink Floyd: The Wall (1982)
2- Moulin Rouge (2001)
3- Jesus Christ Superstar (1973)
4- Singin' in the Rain (1952)
5- Fiddler on the Roof (1971)
6- The Commitments (1991)
7- The Rocky Horror Picture Show (1975)
8- Dancer ın the Dark (2000)
9- West Side Story (1961) 
10- Chicago (2002)
11- La La Land (2016)
12- The Sound of Music (1965) 
13- Duck Soup (1933)
14- Fame (1980)
15- Hair (1979)  
16- All That Jazz (1979)
17- Tommy (1975)
18- Across the Universe (2007)
19- My Fair Lady (1964)
20- Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007)
21- The Phantom of the Opera (2004)
22- Nashville (1975)
23- 42nd Street (1933) 
24- Little Shop of Horrors (1986)
25- Grease (1978)

27 Şubat 2012

In Time

The Truman Show'ın senaryosunu yazarak dikkatleri üzerine çeken Andrew Niccol, Gattaca, Simone ve Lord of War'ın yazar ve yönetmeni olarak Amerikan sinemasını besleyen, özgün olmayı başarabilen ve artık her öyküsü merakla beklenen önemli bir sinemacıdır. Niccol'ın ilk yönetmenlik denemesi Gattaca'nın ardından bilim-kurgu türüne dönüş filmi In Time (Zamana Karşı) seyirciyi çar çabuk avucunun içine alan ve beklentileri boş çıkarmayan başarılı bir popüler sinema örneği.

Öncelikle Niccol'ın nasıl bir distopik dünya yarattığına bakalım. Her insanın 25 yıllık sabit bir yaşam süresi vardır. 25 yaşını dolduranlar artık hep o yaşta görünecek ve daha fazla yaşayabilmek için durmadan çalışmak ve kazandığı zamanla günü gününe yaşamak durumunda kalacaktır. 25 yaşını dolduran her bireyin sol kolunda derisinin altında bulunan saat aktif hale gelir ve insan bir başkasına yaşayacağı zamanı verebilmekte hatta birinin zamanını çalabilmektedir. Bu distopik dünyada birey, otobüs biletinin ücretini, içtiği kahveyi kısacası her şeyi zamanıyla ödemek zorundadır. Paranın yerini zaman almıştır. Zamanı sıfırlanan ölmekte zenginler ise sonsuza dek yaşayabilmektedir. Toplum eskiden olduğu gibi bir çok sınıfa ayrılmıştır. En büyük problem ise insan nüfusunun hiç azalmamasıdır. Bunun önüne geçmek için kapitalist sistem devreye girecektir.


Ana karakterimiz Will Salas, en alt sınıfı oluşturan Getto'da yaşamaktadır. Bir gün hayatını kurtardığı bir adam 116 yıllık yaşam süresini Will'e aktarır ve ölümü seçer. Yaşamak anlamsızlaşmıştır onun için. Zaman  hırsızı durumuna düşen Will'in peşine 'Timekeeper' adı verilen polisler düşecek ve film bu noktadan sonra bir kaçış öyküsüne dönüşecektir.

In Time, her ne kadar hikayesiyle 1976 yapımı Logan's Run'a benzetilmeye çalışılsa da özgün bir çalışma. Andrew Niccol, In Time'da bir yandan insanın varoluşunu sorgularken öte yandan Will ve Sylvia'nın ellerinde silahlarıyla banka soyan ve çaldıkları zamanı insanlara dağıtan Bonnie and Clydevari iki kanun kaçağına ve ayrıca ikilinin Robin Hoodvari kahramanlara dönüşümünü aksiyonla harmanlayarak geniş kitlelere seslenen bir bilim kurguya imza atmış. Niccol, popüler-aksiyonlu bilim kurgularla felsefik-derinlikli bilim kurgular arasında bir tat tutturmaya çalışmış ama ne derece başarılı olmuş derseniz daha çok aksiyona meylettiğini ve büyük bir fırsatı teptiğini söyleyebilirim. Filmin rahatsız edici bir yapısı olsa da bilim-kurgu türünü sevenleri tatmin edecektir. In Time'ın bir zayıf tarafı da başrolün Justin Timberlake'e teslim edlmesi. Amanda Seyfield'e diyecek sözüm yok. Yine de filmin tadını kaçırmadıklarını belirteyim. IMDB puanından anladığım kadarıyla (6.5) In Time, genel olarak seyirciyi arkasına alamamış görünüyor. Burdan çıkaracağımız sonuç şu: filmin daha çok yönetmenin hayranlarına ve özgün bilim-kurgu hikayelerini koşulsuzca seven kitleye hitap ettiğini söyleyebiliriz. 
Son söz: Bu tip hikayelerle pek sık karşılaşmadığımızı düşünürsek eksiklerine rağmen In Time'nin yerinde bir seçim olacağını düşünüyorum. 7\10

25 Şubat 2012

Planet of the Apes (Parodi)

5 kişilik mürettebatı olan uzay mekiği bir gezegene düşer. Şakir, hayatta kalmayı başarır. Mekiğin gösterdiği tarih 3797'dir. Şakir etrafı kolaçan ederken maymunlar tarafından yakalanıp hapse atılır.
-Şakir: Bu maymunlara ne olmuş böyle ya! (Diğer hücrelerdeki insanlara seslenir) Hangi gezegendeyiz? Ne oluyo burda anlatsanıza be! Dilinizi mi yuttunuz?
Zoe adlı dişi bir maymun şaşkın şaşkın Şakir'e bakar. Ona yaklaşır
-Zoe: Sen konuşabiliyorsun, bu- bu inanılmaz!
Maymunun konuşmasıyla Şakir de şok geçirir.
-Şakir: Ben kesin öldüm
-Zoe: Şaşkınlığımı mazur görün lütfen. ilk kez konuşabilen bir insanla karşılaşıyorum da!
-Şakir: Hadi ordan be! Senin bu dediğine kıçımla gülerim ben!
-Zoe: Adım Zoe, doktorum ben
-Şakir: Doktor mu? Ben de komedyen sandıydım
-Zoe: Stand-Up gösterilerim de var ama hobi olarak yapıyorum.
-Şakir: Ne yapıyorsun gösterilerinde şaklabanlık mı?
-Zoe: Yok benim mizahım absürd'dür. Absürd olduğu kadar da entelektüeldir. Entelektüel olduğu kadar da-
-Şakir: Kes be kes! Töbe töbe! 
Zoe, önlüğünden bir muz çıkarıp Şakir'e uzatır.
-Zoe: Al bakim. 
-Şakir: (parmaklıklara yapışarak) Dalga mı geçiyon layn! Burdan bir çıkayım bak neler yapacam sana! 
-Zoe: Ailende hiç sinir krizi geçiren biri var mıydı?
-Şakir: Ya bi git Allahını seversen!
-Zoe: Konuşmayı nasıl öğrendin peki?
-Şakir: Bu soruları benim sana sormam lazım
-Zoe: Nedenmiş o?
-Şakir: Bak güzelim ben bi astronotum, uzay mekiğimiz bu gezegene düştü ve şu an bir hayvanla konuşuyorum daha ne olsun!
-Zoe: Hayvan senin babandır!
-Şakir: Çüşş!
-Zoe: Çüşş hayvana derler
-Şakir: Delircem ya!!
-Zoe: İlk tespitlerime göre sen zaten bir delisin. Sende şizoik paronoid transfargumatik le figaro hastalığı var.
-Şakir: Hemen yetkili kimse onla görüşmek istiyorum
-Zoe: Kralımızı görünce çok şaşıracaksın
-Şakir: Ona şüphe yok!
Zoe, muhafızları çağırır. Şükrü kafesten çıkarılıp krala götürülür.
Şakir, kralın karşısına çıkar
-Şakir: Anaa! King Kong lan bu!
-Kong: Bu güzeller güzeli de kim?
-Şakir: Ne oluyo be güzel olan kim?
-Zoe: Kralımız sarışınlardan pek hoşlanır. Sarışınlığının yanında saçlarını da uzatmışsın üff! Ona Şükriye diyebilirsiniz Kralım.
-Şakir: Ben erke-
-Zoe: Şiişşşt! Ölmek mi istiyorsun!
-Kong: Ben galiba aşık oluyorum.
-Zoe: Tebrik ederim Kralımızı kendine aşık etmeyi başardın
-Şakir: Saçmalama ya! Erkeğim ben elbet öğrenecek
-Zoe: Merak etme hiçbir zaman öğrenemeyecek.
-Şakir: Yok ya! Nasıl olacak o?
-Zoe: Sana uzmanlık alanımdan bahsetmemiştim di mi? Estetik Cerrahım ben. Cinsiyetini değiştireceğim ilk kişi sen olacaksın. Bayan Frankeinsten olacağım ahaaha!
-Şakir: Asla böyle bir şey olmayağğğzzz
Zoe, o sırada şırıngayı Şakir'in koluna saplar. Şakir yere yığılır. 
1 hafta sonra
Şakir, Şükriye olarak uyanır. King Kong'la düğünü 40 gün 40 gece sürer...




24 Şubat 2012

En iyi 10 Stephen King uyarlaması

Korku edebiyatının en büyük ismi tartışmasız Stephen King'dir. Sıkı bir King hayranı olarak bugüne dek 20'ye yakın romanını okudum üstadın. Stephen King, korkunun efendisi olsa da diğer türlerde de önemli eserler yaratabilmiştir. Yazarın 7 kitaplık Kara Kule serisi fantastik, Rüya Avcısı, Çağrı ve Mahşer ise bilim-kurgu edebiyatının nadide örneklerindendir. Kuşku Mevsimi adlı öykü kitabından uyarlanan The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli) ve 'Yeşil Yol' adlı eserler King'in has edebiyat romanları da yazabileceğinin kanıtı oldu. Stephen King yazmaya Hollwood'da uyarlamaya devam ediyor. En iyi 10 uyarlamaya geçmeden en iyi Stephen King romanının Peter Straub ile birlikte yazdıkları Black House (Kara Ev) olduğunu belirteyim.

1- Shawshank Redemption (1994)
2- The Shining (1980)
3- Carrie (1976)
4- The Green Mile (1999)
5- Misery (1990)
6- Stand By Me (1986)
7- The Running Man (1987)
8- The Mist (2007)
9- The Dead Zone (1983)
10- Cujo (1983)

22 Şubat 2012

Margin Call

Kasım 2011'de ülkemizde vizyona giren Margin Call'ı çok geç keşfettim ve benim için 2011'in süpriz filmi olduğunu söyleyebilirim. Margin Call'ın senaristliğini ve yönetmenliğini J. C. Chandor üstleniyor. Önemli nokta ise bunun Chandor'un ilk senaristlik ve yönetmenlik çalışması olması. Kevin Spacey, Jeremy Irons, Paul Bettany, Demi Moore ve Stanley Tucci gibi usta isimlerin yanında Zachary Quinto, Penn Badgley gibi genç yeteneklerden oluşan oyuncu kadrosu göz kamaştırıyor.

Çömez bir analist olan Peter Sullivan, şirketin iflasın eşiğinde olduğunu kanıtlayabilecek bir bilgiyi su yüzüne çıkarır. Bu bilgiyi kullanarak şirketi kurtarmak ve hatta yükselişe geçmesini sağlamak mümkündür ancak insan faktörü devreye girecek ve şirketin üst düzey yöneticileri alınması gereken finansal kararlar ile ahlaki değerleri arasında ikilemde kalacaktır. Film, hikayesini 24 saatlik bir zaman dilimine yayarak anlatıyor.

Hep merak ettiğimiz (ben çok merak ediyordum) "nasıl oluyor da bir gecede tüm dünyayı etkileyen kürsel bir ekonomik kriz patlak verebiliyor?" sorusunun üzerine gidiyor Margin Call ve tatmin edici cevaplar veriyor. Film, öncelikle oscar'a aday özgün senaryosu ve oyunculuk performanslarıyla dikkat çekiyor. Ardından kurulu ve bir türlü yıkılamayan düzenin eleştirisine koyuluyor. İş dünyasında dönen kirli oyunları, adaletsizliği, çıkar ilişkilerini ve acımasızlığı tüm çıplaklığıyla resmediyor. Jeremy Irons'ın canlandırdığı patron karakteri çok iyi çizilmiş. Öyle ki; kendisini kurtarmak adına tüm dünyayı gözünü bile kırpmadan kaosa sürükleyebilen, çalışanlarını bir çırpıda gözden çıkarabilen, ahlaksız ve yaptığını da haklı göstermeye çalışan, kapitalist sistem içinde hep varolmuş ve bundan sonra da varolmaya devam edecek bir insan portresi çizilen.

Margin Call'ın çoğu tek mekanda (bir şirkette) geçen ve bol diyaloglu bir film olduğunu düşünürsek sınırlı bir kitleye hitap ettiğini söyleyebiliriz. Senaryosu bir an bile sarkmayan çarpıcı bir film Margin Call. IMDB puanı 7.2 olan filme benim puanım 8.2

18 Şubat 2012

Gelmiş geçmiş en büyük 25 yönetmen

Sinemacılar, genellikle yaşayan en büyük yönetmenler listesi yaparlar. Ben farklı bir şey yapıp, 117 yıllık sinema tarihi içinde yaşamış ve halen yaşamakta olan yönetmenlerin sinemaya ve yönetmenlik sanatına yaptıkları katkıyı, ayrıca kişisel becerilerini dikkate alarak hazırladığım en büyük 25 yönetmen listemi sunarken, şunu belirtmeliyim ki, hem kişisel beğenilerimi göz önünde bulundurup hem de olabildiğince objektif davranmaya çalıştım. Şöyle ki; Alan Parker, David Cronenberg, Ridley Scott, John Carpenter, Ouentin Tarantino, Peter Greenaway ve Pedro Almodovar gibi çok sevdiğim ve baş tacı ettiğim yönetmenleri dışarıda bıraktım. Öte yandan klasik sinemanın büyük ustaları: François Truffaut, Jean Luc Godard, Sidney Lumet, Elia Kazan, Mighelangelo Antonioni, John Huston, Robert Bresson, Alain Resnais, Vittorio De Sica, Robert Altman ve Visconti vb. bir çok ismi listede göremeyince kızmayın bana hepsini sever sayar, gereken önemi verir ve sinema sanatının gelişimine yaptıkları katkıyı bilirim. Listede olmamaları büyüklüklerinden hiçbir şey kaybettirmez. 25 yönetmenden oluşan listeme yeni kuşak sinemacılardan sadece birini aldım. Kendisi listenin 14. sırasında yer almaktadır ve yaptıkları bundan sonra yapacaklarının teminatıdır diyerek dikkat çekmek istiyorum.

1- Stanley Kubrick
2- David Lynch 
3- Sergio Leone
4- Ingmar Bergman 
5- Akira Kurosawa
6- Alfred Hitchcock
7- Francis Ford Coppola
8- Orson Welles
9- Sergei M. Eisenstein
10- Brian De Palma
11- Bernardo Bertolucci
12- Steven Spielberg
13- Fritz Lang
14- Darren Aronofsky
15- Andrei Tarkovski
16- Billy Wilder
17- Federico Fellini
18- Charles Caplin
19- Luis Bunuel
20- Roman Polanski
21- Krzysztof Kieslowski
22- Martin Scorsese
23- Terrence Malick
24- Sidney Lumet
25- Pier Paolo Pasolini

17 Şubat 2012

Ejderha Dövmeli Kız

Baştan söyleyeyim bir yeniden çevrimde son dönem Amerikan Sinemasının yetiştirdiği en büyük yönetmenlerden olan David Fincher'ın adını görmek rahatsız edici. İsveç yapımı Ejderha Dövmeli Kız serisi (3 filmden oluşuyor) daha 2-3 yıl önce çekilip polisiye\gerilim türü içerisindeki yerini almıştı. Seriye başlamak için Fincher'ın filmini beklerken tavsiye üzerine öncelikle İsveç yapımını izledim ve böylece büyük bir hatanın eşiğinden döndüm. Serial Killer filmlerinde Seven ve Zodiac ile rüşdünü ispatlayan Fincher'dan başyapıt düzeyindeki orjinal versiyondan daha iyi bir film yapabileceğini beklememek gerekiyormuş. Bir değişiklik yapıp filmin konusuna hiç değinmeden yazıma bu iki filmi karşılaştırarak devam edeceğim.

Fincher, orjinal filmde olduğu gibi öyküyü İsveç'e taşıyarak yerinde bir karar vermiş ama gelin görün ki oyuncu tercihlerinde sınıfta kalmış. Mikael Blomkwist rolüne Daniel Craig, Lisbeth Salinder'e ise Rooney Mara hiç gitmemiş daha da vahim olanı iki oyuncu arasındaki uyumsuzluk. Ayrıca Craig ve Mara çok soğuklar karakterlerinin içine girememişler sanki. Orjinal filmde iki karakter arasındaki kimyayı Fincher'ın tutturamaması elini zayıflatıyor. Ejderha Dövmeli Kız, orjinal versiyonunda merak duygusu ve sonlara doğru heyecan yaratmayı başarırken Fincher'ın filmi ruhsuz, heyecansız ve tek düze kalıyor. Görsel açıdan baktığımızda İsveç'in soğuk iklimini iki filmin de başarıyla yansıttığını söyleyebiliriz. Asıl meseleye gelirsek Fincher'ın romanı uyarlarken yaptığı bir kaç değişiklik sınıfta kalmasının en önemli sebeplerinden. Özellikle finale doğru olması gereken bir ayrıntı var ki Lisbeth Salinder'ın nasıl bir karakter olduğunun altını çizen olmazsa olmaz diyebileceğim bir ayrıntı bu. Fincher'ın bunu ıskalamış olması yenilir yutulur cinsten değil. Bu yeniden çevrimin orjinalinden iyi olduğu bir şey varsa o da açılış jeneriği komik ama gerçek!

Sözü fazla uzatmaya gerek yok ilk kez bir David Fincher filmini vasat buldum. Ejderha Dövmeli Kız'ın Fincher'ın en zayıf filmi olduğunu ve hikayenin hakkını veremediğini düşünüyorum. Filmin IMDB notunun 8.1 olmasına bakmayın tam bir kandırmaca 5.2\10. 
En iyi 5 David Fincher filmi
1- Fight Club
2- Seven
3- The Game
4- Zodiac
5- The Curious Case of Benjamin Button


15 Şubat 2012

Alexander (Büyük İskender)


Muhalif tavrıyla bilinen ve Amerikan sinemasının önde gelen isimlerinden biri olan usta yönetmen Oliver Stone 80'li yıllarda; The Hand, Salvador, Platoon ve Wall Street 90'lı yıllarda ise The Doors, JFK, Heaven and Earth, Natural Born Killers ve Nixon gibi birbirinden başarılı filmlere imza attı. 2000'li yıllara gelindiğinde aynı performansını sergileyemeyen Stone, 2004'te 150 milyon doların da üzerinde bir bütçeyle dev bir prodüksiyon olan Alexander'a Büyük İskender'in hayatını anlatmaya soyundu. Epik film gişede battı, çokça tartışıldı ve ne eleştirmenlerden ne de seyirciden yüz bulabildi.

M.Ö. 356-323 yılları arasında hüküm süren Makedon İmparatoru İskender, o günlerde bilinen dünyanın % 90'ını fethetmiştir ve sadece 25 yaşındadır. Oliver Stone, Büyük İskender'in öyküsünü generali ve en yakın dostu olan Ptolemy'nin gözünden anlatıyor. Film, İskender'in çocukluk yıllarıyla başlıyor ve 32 yaşında sebebi tam olarak bilinmeyen trajik ölümüyle sonlanıyor.

Öncelikle Oliver Stone'nin yaptğı hatalara bir bakalım. 1- Büyük İskender'i canlandıran Colin Farrell'ın saçlarının sarıya boyanması hem de Büyük İskender'in saçlarının sarı olmadığı açıkça bilindiği halde tercihin bu yönde kullanılması. 2- İskender'in annesi rolünde Colin Farrell'dan sadece bir yaş büyük olan Angelina Jolie'nin oynatılması ve yaşanan inandırıcılık sorunları. 3- En önemlisi Stone'nin filmin kurgusuyla fazla oynaması ve dağınık bir film çıkarması. Şöyle ki film, bir ileri bir geri giderek epik film şablonunun dışına çıkıyor. Flashback-flashforward'lı anlatı bu tür için yanlış seçim. 4- Eşcinsel içerik. Peki, bunlar Büyük İskender'in bu kadar tepki çekmasini ve gişede büyük bir hüsrana uğramasını açıklıyor mu? Bence hayır çünkü filmin artıları da var. Prodüksiyon kalitesi, döneme ilişkin ayrıntılar, görsellik ortalamanın üzerinde ve İskender'in savaşçı kişiliğinin yanında özel yaşamına yeterince yer veriliyor. Epik filmlerin olmazsa olmazı savaş sahneleri de mevcut. Pers savaşı tatmin edici ve kuş bakışı çekilen sahneler çok başarılı. Artılarını ve eksilerini bir arada düşündüğümde ortalama bir film çıkıyor karşımıza aslında. Büyük İskender'i seyircinin sevmemesinin bir sebebi Truva ve 300 Spartalı gibi cilalı bir film olmaması olabilir mi acaba? Elbette bu yorumu sadece genel kitle için yapabiliriz, eleştirmenlerin beğenmemesini bu şekilde açıklayamayız.

Son söz: Büyük İskender'in hep bir fiyasko olarak anılacağını belirtirken izlememiş olanların filme bir şans vermesini istiyorum. 6\10

12 Şubat 2012

Sinema Tarihinin en iyi 10 üçlemesi

Bugün için devam filmleri sinemanın olmazsa olmazlarındandır ve 80'li yıllarla birlikte bizzat Hollywood tarafından istismar edilmeye başlanmıştır. Üçlemeler ikiye ayırırsak bir kolu devam filmlerine dahil edilebilecekken (The Evil Dead, Mad Max serisi gibi) diğer kolu ise aynı yönetmenin elinden çıkan ve birbirinin devamı olmasa da tematik olarak bakıldığında üçleme kabul edilen filmlerdir (Wim Wenders'ın yol filmleri üçlemesi, Inarritu'nun Ölüm üçlemesi ve Oliver Stone'nin Vietnam üçlemesi gibi) 2000'li yıllarla birlikte bazı üçlemeler dörtleme olmaya başladı ne yazık ki! Indiana Jones ve Dıe Hard üçlemeleri buna örnek. 









1- Three Colors (Üç Renk Üçlemesi)
 - Blue (1993)
 - White (1994)
 - Red (1994)
2- Star Wars (İlk Üçleme)
 - Star Wars: A New Hope (1977)
 - Star Wars: The Empire Strikres Back (1980)
 - Star Wars: Return of the Jedi (1983)
3- Dolar Üçlemesi
 - A Fistful of Dollars (1964)
 - For A Few Dollars More (1965)
 - The Good The Bad and The Ugly (1966)
4- The Godfather Üçlemesi
 - The Godfather (1972)
 - The Godfather part II (1974)
 - The Godfather part III (1990)
5- Romero'nun Yaşayan Ölüler Üçlemesi
 - Night of the Living Dead (1968)
 - Dawn of the Dead (1978)
 - Day of the Dead (1985)
6- Lord of the Rings Üçlemesi
 - The Fellowship of the Ring (2001)
 - The Two Towers (2002)
 - Return of the King (2003)
7- Polanski'nin Apartman Üçlemesi
 - Repulsion (1965)
 - Rosemary's Baby (1968)
 - The Tenant (1976)
8- Back to the Future (Geleceğe Dönüş Üçlemesi)
 - Back to the Future (1985)
 - Back to the Future: Part II (1989)
 - Back to the Future: Part III (1990)
9- Trier'in Avrupa Üçlemesi
 - The Element of Crime (1984)
 - Epidemic (1988)
 - Europa (1991)
10- Indiana Jones Üçlemesi
 - Indiana Jones: Raiders of the Lost Ark (1981)
 - Indiana Jones and the Temple of Doom (1984)
 - Indiana Jones and the Last Crusade (1989)

The Ides of March

Bu yıl ikinci kez başıma gelen bir şey var. 2011 yılında ülkemizde vizyona giren filmlerden oluşturduğum en iyi film listemi ikinci kez değiştirmek durumunda kalıyorum. Kaçırdığım ve en iyi 10 film listeme giremeyeceğini düşündüğüm George Cloney'in 4. yönetmenlik denemesi politik\gerilim The Ides of March (Zirveye Giden Yol) meğer hiç de hafife alınacak bir film değilmiş. Altın Küre ödüllerinde En iyi film dahil 4 dalda aday olan ve George Cloney'in en iyi erkek oyuncu ödülüyle dönen filmin Oscar yarışına girememesi de bir hayli ilginç bana sorarsanız.

Seçim kampanyalarının iyiden iyiye kızıştığı bir dönemde Ohia eyaletindeki seçmenlerin kazanılması kritik bir önem taşımaktadır. Başkan adayları yarışta son aşamaya gelmişlerdir. Adaylardan Mike Morris'in (George Cloney) basın sözcüsü Stephen Myers (Ryan Gosling) kampanya adına sadık bir şekilde çalışmaktadır ancak rakip adayın kampanyasını yürüten Tom Doffy (Paul Giamatti) ile yaptığı görüşme ve politik bir skandala doğru sürüklendikçe işler içinden çıkılmaz bir hal alacaktır.

The Ides of March'ı izledikten sonra kafamda netleştirdiğim bir şey varsa o da George Cloney'in yönetmenlikte kat ettiği aşamadır. Önceki üç filmi Confessions of a Dangerous Mind, Good Night and Good Luck  ve Leatherheads Cloney'in yönetmenlik macerasına şüpheyle yaklaşmama sebebiyet veren vasat ve vasat üstü filmlerdi. The Ides of March'ın senaryosu tıkır tıkır işliyor ve Cloney'in temiz yönetmenliğiyle noktalanıyor. Film, seçim kampanyalarında yaşanan kirli oyunları ve entrikaları başarıyla yansıtırken belli bir noktadan sonra gerilimiyle sizi diken üstünde tutuyor ve kuvvetli bir merak duygusuyla finale erişiyor. The Ides of March'ı 70'li yıllarda altın dönemini yaşayan politik filmlerle karşılaştırırsak entrika olarak o dönemin filmlerinin altında oyunculuklar ve yönetmenlik bakımından ise aynı düzeyde olduğu söylenebilir. Filmimizin gücünü oyunculuklarından aldığını belirteyim. George Cloney, Ryan Gosling, Philip Seymour Hoffman, Paul Giamatti, Evan Rachel Wood ve Marisa Tomei her biri karakterinin hakkını fazlasıyla veriyor.
Son söz: Politik gerilimlerden hoşlanıyorsanız bir dakika bile düşünmeyin. 8\10

10 Şubat 2012

The Descendants

Amerikan Bağımsız Sinemasının son dönemde yetiştirdiği en önemli isimlerden olan Alexander Payne'nin 5. filmi bir uyarlama olan The Descendants (Senden Bana Kalan) 24 Şubat'ta ülkemizde vizyona girecek. Film, drama dalında Altın Küre ödüllü ve En iyi film dahil 5 dalda Oscar'a aday olmayı başarmış 2011 yılının (bizim için 2012'nin) dikkat çeken filmlerinden biri. Alexander Payne'yi daha çok 2002 yapımı About Schmidt ve 2004 yapımı Sideways ile tanıyoruz. 7 yıl sinemadan uzak kalan Payne'nin öncelikle son filminin konusuna bir bakalım.

Karısının su kayağı yaparken bir kaza geçirmesi ve bitkisel hayata girmesinden sonra iki kızıyla daha çok vakit geçirmek durumunda kalan zengin bir toprak sahibinin eşinin hayattayken başka bir adamla birlikte olduğunu ve büyük kızının isyanının bundan kaynaklandığını öğrenmesiyle değişen hayatının hikayesi.

Alexander Payne, filmlerinde dram ve mizahı harmanlayarak farklı bir tat tutturmayı başaran önemli bir yönetmendir. Payne, son filminde mizah dozunu azaltarak gerçekçi bir aile draması ile çıkıyor karşımıza. Payne, önceki işlerinde olduğu gibi yine durağan, gösterişsiz, karakter odaklı bir film yapmış ve karakterlerin ölümle yüzleştiklerinde büründükleri ruh halleriyle ilgileniyor ayrıca büyük laflar etme derdinde de değil. The Descendants da iç ses kullanımı önemli bir yer tutuyor. Baba karakterinin (George Cloney) hüznünü ve nasıl bir ruh hali içinde olduğunu daha net şekilde anlayabiliyoruz. Bana soracak olursanız filmin en etkileyici anı büyük kızın havuzdayken annesinin kurtulma şansının olmadığını öğrendiği andır. The Descendants için söyleyebileceğim olumsuz bir şey varsa o da 2 saatlik süresidir. Payne acaba derdini 90 dakikada anlatamaz mıydı diye düşünmeden edemedim.

The Descendants'ın Oscar adaylıkları ve şansı
En iyi film, En iyi yönetmen, En iyi erkek oyuncu, En iyi uyarlama senaryo ve En iyi kurgu. The Descendants, En iyi film kategorisinde Hugo ve The Artist'in ardından en iddialı 3. film diyebilirim. Diğer iki film daha çok hak ediyor bu ödülü. Alexander Payne'in yönetmen kategorisinde şansı olduğunu sanmıyorum. Akademi tercihini Martin Scorsese veya Terrence Malick'den yana kullanabilir. George Cloney ise en iyi erkek oyuncu kategorisinde oldukça iddialı. Film geceden 1 belki 2 ödülle ayrılabilir.

Son söz: The Descendants herkese göre bir film değil ancak ödül avcısı filmlerden ve yönetmenin önceki işlerinden hoşlanıyorsanız tereddüt etmenizin lüzumu yok.

8 Şubat 2012

Milos Forman'dan iki başyapıt: Amadeus ve Guguk Kuşu

Amadeus

Milos Forman, 1984 yapımı Amadeus ile gelmiş geçmiş en büyük müzisyenlerden Wolfgang Amadeus Mozart'ın 36 yıl süren kısa yaşamını çocukluğuna hiç girmeden, unutulmaz eserlerini öne çıkartan ve onun sanat yaşamını başka bir bestekar olan Salieri'nin gözünden anlatarak biyografik filmler içinde ışıl ışıl parlayan 8 Oscar'lı bir başyapıt çıkarıyor. Amadeus'u diğer biyografilerden ayıran ve benzersiz kılan öğe, filmin merkezine Mozart yerine  Salieri'yi yerleştirmesidir. Mozart; deli dolu, şımarık bir müzik dehası olarak çizilirken Saray bestekarı Salieri, kendisini müziğe ve Tanrıya adadığı halde o yeteneklerin kendisine bahşedilmemesi üzerine inancını kaybeden ve Mozart'a hayranlığının yanında delicesine bir kıskançlık ve düşmanlık besleyen aciz bir karakter olarak resmediliyor. Film 3 saatlik süresi boyunca hiç sarkmıyor ve tam bir müzik şölenine dönüşüyor. 18. yüzyıl Avrupası titizlikle yaratılırken kostüm, dekor gibi ayrıntılar da öne çıkıyor. Amadeus'un görüntü ve özellikle de sanat yönetimi kusursuz. Filmi sevmek için klasik müzik sevmek şart değil. Son olarak 80'li yılların en iyilerinden olduğunu belirteyim.

One Flew Over the Cuckoo's Nest (Guguk Kuşu)

Ken Kesey'in aynı adlı romanından 1975 yılında Milos Forman tarafından sinemaya uyarlanan ve Guguk Kuşu olarak çevrilen bu başyapıt o yıl En iyi film, En iyi yönetmen dahil 5 ana dalda Oscar alarak başarısını taçlandırmıştır. McMurphy özgür ruhlu bir mahkumdur. Hapishanenin ağır koşullarından yırtmak için deli numarası yapar ve Eyalet Akıl Hastanesine girmeyi başarır. McMurphy kısa süre içinde Akı Hastanesinin hapishaneden pek de farklı olmadığını anlayacak ve baş kaldıracaktır. Özellikle de Akıl Hastanesini katı kurallarla yöneten baş hemşire Mildred Ratched ile McMurphy arasında deyim yerindeyse savaş başlayacaktır. Bu kısa özetten de anlaşılacağı üzere filmde altı çizilen ana tema özgürlük. Hikaye ve oyunculuklar o kadar inandırıcı ki Guguk Kuşu sizi hemen sarıp sarmalayacak ve dört dörtlük finaliyle asla unutamayacağınız bir destana dönüşecektir. Neşeli, hüzünlü ve umut dolu bu film Milos Forman'ın sinema dili ve yönetmenlik becerisiyle değil 70'li yılların sinema tarihinin en iyileri arasında anılmayı hak ediyor. Iskalamayın!

7 Şubat 2012

70'li yılların en iyi 10 Türk filmi


1- Umut, Yılmaz Güney (1970)
2- Sürü, Zeki Ökten (1978)
3- Hababam Sınıfı, Erem Eğilmez (1975)
4- Selvi Boylum Al Yazmalım, Atıf Yılmaz (1977)
5- Kibar Feyzo, Atıf Yılmaz (1977)
6- Şabanoğlu Şaban, Ertem Eğilmez (1976)
7- Neşeli Günler, Orhan Aksoy (1978)
8- Bereketli Topraklar Üzerinde, Erden Kral (1979)
9- Süt Kardeşler, Ertem Eğilmez (1976)
10- Tosun Paşa, Kartal Tibet (1976)

6 Şubat 2012

War Horse

Verdiği uzun aranın ardından 2011 yılı içerisinde iki filmle döndü Steven Spielberg. İlki Adventures of Tin Tin adlı başarılı bir animasyondu. İkincisi ise klasik bir Spielberg filmi olmaya aday War Horse (Savaş Atı). Klasik olmaya aday derken klasik Spielberg temalarıyla yoğrulmuş olmasını kastediyorum. Spielberg, savaş filmlerini sever ve genellikle farklı bir açıdan yaklaşır olaya. İlk savaş filmi '1941' 2. Dünya Savaşını fon alan bir komediydi. 1987 yapımı Güneş İmparatorluğu savaşı bir çocuğun gözünden anlatır. 1998 yapımı Er Ryan'ı kurtarmak ise kardeşleri cephede ölmüş bir askeri sağ salim evine ulaştırmaya çalışan bir grup askerin öyküsüne odaklanır. Ustanın son savaş filmi War Horse ise İngiltere'de 1. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine cepheye gönderilen bir atın kahramanlık öyküsünü ele alıyor.

İlk kez 1. Dünya Savaşına dair bir öykü anlatan Spielberg 145 dakikalık uzun filmiyle beklentileri tam olarak karşılayamıyor ne yazık ki! Evet 6 dalda Oscar adayı başarılı bir film bu ama söz konusu Spielberg olunca beklenti çıtasını  her zaman çok yukarılarda tutmuşumdur. Film, hikayenin genel çerçevesini çizerken fazla vakit kaybediyor. Sözünü ettiğim zaman dilimi 45 dakika. Hikaye ve karakter gelişimi için epey uzun bir süre. Savaşın çıkmasıyla birlikte film ivme kazanıyor fakat bu sefer de savaş esnasında atın bir çok kez el değiştirmesi sürekli yeni karakterler ve yan hikayeler türemesine sebebiyet veriyor. Neyse ki Spielberg zaman zaman sarkan hikayeyi son yarım saatte toparlıyor ve iyi bir finalle noktalıyor. Spielberg filmini (finalini saymazsak) aldığı eleştirilerin aksine çok da dramatize etmeden anlatmayı başarabilmiş.  Peki, Savaş Atı'nı izledikten sonra ne kadarı akılda kalıyor derseniz çok değil derim. Final bölümü dışında fazla unutulmayacak anının olmadığını belirteyim. Bunun yanında usta görüntü yönetmeni Janus Kaminski'nin birinci sınıf bir iş çıkardığını ve filmi görsel olarak tatmin edici kıldığını belirteyim. Aynı şeyleri John Williams'ın müzik çalışması için söyleyebiliriz.

Savaş Atı'nın Oscar adaylıkları ve şansı
En İyi Film, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Orjinal Müzik, En İyi Ses Kurgusu ve En İyi Ses Miksajı. Savaş Atı'nın En İyi Film kategorisinde şansının sıfır olduğunu düşünüyorum. Teknik dallardan ise En İyi Görüntü ve Sanat Yönetmeni kategorilerinde ve Orjinal müzik dalında iddiası tartışılmaz. Film, geceden bir belki iki ödülle ayrılabilir.
Son söz: Büyük usta Steven Spielberg'in orta karar filmlerinden biri War Horse. Fazla beklenti içerisine girmezseniz keyifli bir seyirlik 6.3\10

2 Şubat 2012

Zodiac

David Fincher, ikinci filmi Seven (Yedi) ile bugün hala "Serial Killer" filmi yapacak olan sinemacılara ilham veren ve görsel olarak da hep örnek alınan, taklit edilmeye çalışılan bir 'tür' filmi yaparak beklentileri yukarı çekmiş ve 2007 yılında bu türe dönüş filmi Zodiac ile büyük heyecan yaratmıştı. Zodiac vizyona girdiğinde Fincher'ın aslında seri katil filmi yapmaktan çok karakter odaklı farklı bir işe soyunduğu ortaya çıktı. Tam da bu sebepten Fincher'den Sevenvari bir seri katil filmi bekleyen genel seyirci kitlesi 158 dakikalık, ağır işleyen, karakter dramasına yakın duran bir gerilim filmiyle karşılaşınca sinema salonlarından soğuk duş alarak ayrıldılar.

Kendisine Zodiac adı takılan katilin kayıtlara geçmiş beş cinayeti bulunmaktadır. Ayrıca aydınlatılamamış 37 cinayetten sorumlu tutulduğunu söyleyebiliriz. Öldürdüğü insanların öte dünyada köleleri olacağına inanan Zodiac, hiçbir zaman yakalanamadı ve dava da kapandı. Film, 1968 yılında başlıyor. San Francisco Chronicle'de karikatürist olarak çalışan Robert Graysmith, gazeteye Zodiac adlı seri katilden şifreli mesajlar gelmeye  başlayınca tabir-i caizse olayın içine bodoslama atlıyor. Katil cinayetlerine ve gazeteye yeni şifreli mesejlar göndermeye devam ediyor. Zodiac'ı yakalamaya çalışan üç ana karakter tecrübeli cinayet muhabiri Paul Avery, dedektif Dave Toschi ve Robert Graysmith ne kadar uğraşsa da sonuç alamıyor. Gerçek bir seri katil olan Zodiac asla yakalanamıyor fakat Fincher, filmin finalinde tatminsizlik hissi bırakmamak adına kendi cevabını veriyor.

Zodiac'ın bir polisiye\gerilim olduğunu düşünürsek Fincher'ın gerilimi filmin tamamına yaymayı başardığını söyleyemeyiz. Gerilim sahnelerini filmin ilk yarım saatindeki cinayet sahnelerinde ve Zodiac'ı yakalamayı bir saplantı haline getiren Robert Gaysmith'in olayın çözümüne yaklaştığı son yarım saatte görebiliyoruz. Bu durum filmin başarısına köstek olmuyor. Fincher, hikaye anlatmadaki ustalığını sergilerken birinci sınıf görüntü ve sanat yönetimi de filmi muadillerinden içeriğinin yanında biçim olarak da ayırıyor.
Son söz: Filmi görmediyseniz ve ilk paragrafta yazdıklarım sizi rahatsız etmediyse Zodiac sizin için önemli bir keşif olabilir.