30 Mart 2012

Altıncı His (Parodi)

Filmin sırları açık edildiğinden izlememiş olanlar okumasın!
Yıl 1998, Mümtaz ve Seyfi yeni bir fenomen yaratmanın peşinde koşan iki küçük prodüktördür. Genç yeteneklerin film projelerini değerlendirmeye devam ederler. Hint asıllı bir genç odaya girer.
-Shyamalan: Hello!
-Mümtaz: Ve Aleyküm Selam
-Shyamalan: Adım M. Night Shyamalan
-Seyfi: Çingen misin sen?
-Shayamalan: Yok Hindistan'dan geliyorum ben
-Mümtaz: Öküze tapmıyorsun inşallah! Neyse boşver bizi ilgilendirmez. Bize hikayenden bahset
-Shayamalan: Filmin merkezinde annesiyle beraber yaşayan 9-10 yaşlarında Cole adlı bir çocuk var. Problemli bir çocuk bu. Annesi tanıdık bir Psikiyatrist'ten yardım istiyor. Kısa bir süre sonra çocuk derdini Psikiyatrist'e anlatıyor. Şöyle diyor burası çok önemli: 'I can see dead people'
-Mümtaz: Çocuk ölüleri görüyor öyle mi?
-Shyamalan: Evet ama asıl olayımız bu değil. Büyük bir sürpriz final düşünüyorum. İzleyenin ağzı açık kalacak o derece
-Seyfi: Bi anlat hele!
-Shyamalan: Özetle filmin sonunda Psikiyatrist'in de aslında ölü olduğunu ve bunu bilmediğini kendisiyle birlikte herkes öğreniyor.
-Mümtaz: Bir şey söyleyeyim: Çocuk rolünü Küçük İbo'ya verirsek bu gelmiş geçmiş en komik film olabilir.
-Seyfi: Büyüksün Mümtaz abi süper fikir!
-Shyamalan: Küçük İbo mu? Komedi mi? Yapmayın, etmeyin filmin adı Altıncı His ve bu gerçek bir korku filmi olacak
-Mümtaz: Öncelikle filmin adı güzel iş yapar ama hikayeyi değiştireceğiz. Dikkatle dinle: Çocuk ölü ünsanlar görüyorum deyince dedikodusu tüm şehre yayılacak. Halk kaybettikleri yakınlarından haber alabilmek için çocuğun evinin önünde uzun kuyruklar oluşturacak. Aslında çocuğun ölü insanlar gördüğü filan yok amacı yanık sesini duyurup kısa yoldan şöhret olmak. Çok geçmeden Ana Haber bültenine, Reha Muhtar'ın karşısına çıkacak. Peşi sıra ilk albümdü, ilk filmdi derken şöhret basamaklarını tırmanacak. Film ikinci yarısında bir u dönüşü yapacak. Şeytan temalı bir olduğu anlaşılacak. Meğer çocuk ruhunu şeytana satmış. Senin anlayacağın 6. His, serbest bir Faust uyarlaması olacak. Evet komediden vazgeçtim böylesi daha iyi
-Shyamalan: Fazla absürd bir hikaye olmadı mı bu? Sonra filmin adı neden 6. His anlamadım.
-Mümtaz: Çocuğun ilk solo albümünün adı 6. His. Filmin adı ordan geliyor.
-Seyfi: Halk absürd işleri sever meraklanma
-Shyamalan: Yalnız şöyle bir sorun var: Psikiyatrist ne olacak? Sonra ben yapacağım filmlerin hepsinin birer sürpriz finali olsun istiyorum
-Mümtaz:  Filmin sonunda Psikiyatrist, çocuğun babasının bacanağı çıkıyor
-Seyfi: Of ne sürpriz ama! Yemin ediyorum aylarca konuşulacak!
-Shyamalan: Pekala, beyler bunun yapmak istediğim filmle uzaktan yakından alakası yok. Ben çekiliyorum, kendi filmimi yapacağım
-Mümtaz: Ya! Demek öyle! Bir itirazın yoksa biz de kendi 6. His'imizi yapacağız
-Shyamalan: İsmini değiştirirseniz sorun olmaz
-Mümtaz: Peki, zaten içime sinmemişti. Filmimizin adı 'Şeytanın Bacanağı' olacak

28 Mart 2012

2000'li yılların en iyi 15 Türk filmi


Sinemamızın 90'lı yıllarda yaptığı atılımın olumlu ve olumsuz yönleriyle devam ettiği bir süreci yaşıyoruz. Türk sinemasının 100. yılını yaşadığımız 2014'ü geride bırakırken, son 15 yıllık dilimin en iyi filmlerini listeleme ihtiyacı hissettim. Yılda 70 film üretebildiğimiz, uluslararası festivallerden büyük ödüllerle dönebildiğimiz ve gişede 6-7 milyon gibi sansasyonel seyirci rakamlarını görebildiğimiz bir dönem bu. Gişe yapan komedi filmlerinin seriye dönüşmesi, çöp film üretimini artırdı ve sinemamıza zarar veren en ciddi sorun oldu. Sektörleşememe, televizyon kökenli işler, sansasyon yaratıp gişe elde etmeye çalışan yapımlar, yeterli devlet desteğinin sağlanamaması ve destek için çeşitli kriterlerin getirilmesi ve sansürcü zihniyeti aşamamamız gibi etkenler, "Yeni Türk Sineması'nın"önünü tıkıyor.

Öte yandan, tür sinemasındaki beceriksizliğimizi de kırmaya çalışıyoruz. Korku filmi üretimimizin ilerisi için umut verdiğini söylememiz gerekiyor. Evet, islami korkunun dışına çıkmamız, batıyı örnek almamız şart ancak deneye-yanıla daha iyilerini yapacağımızı düşünüyorum. Biraz daha zamana ihtiyacımız var. Teknoloji ihtiyacının arttığı bilimkurgu ve animasyon denemelerimiz ise katedeceğimiz çok yol olduğunu gösteriyor. Bizim öncelikle tarihimize bakmamız, oradan yürümemiz gerekiyor. Osmanlı ve Cumhuriyet Tarihi'nden son yıllarda yaptığımız uyarlamalar çeşitlilik kazandığında, aynı olayı farklı bakış açılarından anlatmaya başladığımızda daha iyi bir noktaya ulaşacağız. Fetih 1453, en azından prodüksiyon kalitesiyle iyi bir örnek olarak önümüzde duruyor.

Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Çağan Irmak, Semih Kaplanoğlu, Fatih Akın, Derviş Zaim, Yılmaz Erdoğan, Ferzan Özpetek ve daha pek çok ismin sinemamızı ayakta tuttuğunu ve ileriye taşıdığını söyleyebiliriz.  

1- Kosmos, Reha Erdem (2010)
2-  Kış Uykusu, Nuri Bilge Ceylan (2014)
3- İtiraf, Zeki Demirkubuz (2001)
4- Jin, Reha Erdem (2013)
5- Bir Zamanlar Anadolu'da, Nuri Bilge Ceylan (2011) 
6- Karşılaşma, Ömer Kavur (2003)
7- Sen Aydınlatırsın Geceyi, Onur Ünlü (2013)
8- Yazgı, Zeki Demirkubuz (2001)
9-  Duvara Karşı, Fatih Akın (2004)
10- Nar, Ümit Ünal (2011)
11- Takva, Özer Kızıltan (2006)
12- Babam ve Oğlum, Çağan Irmak (2005)
13- Kusursuzlar, Ramin Matin (2014)
14- Gözetleme Kulesi, Pelin Esmer (2012)
15- Kaybedenler Kulübü, Tolga Örnek (2011)

26 Mart 2012

There Will Be Blood

Kariyerine 90'lı yıllarda başlayan yeni kuşak Amerikalı yönetmenler arasında kendine has tarzı ve peş peşe çektiği filmlerle genç yaşta ustalık mertebesine erişen Paul Thomas Anderson, daha çok Boogie Nights (1997) ve Magnolia (1999) adlı filmleriyle tanınıyor. Anderson'ın 2007 tarihli 5. filmi There Will Be Blood (Kan Dökülecek) Upton Sinclair'in 1927 tarihli romanı 'Oil'den uyarlama. 8 dalda Oscar'a aday olup en iyi erkek oyuncu (Daniel Day-Lewis) ve en iyi görüntü yönetmeni Oscar'ına layık görülen film, en iyi film ve en iyi yönetmen Oscar'larını Coen'lerin o yıl büyük ses getiren filmi No Country for Old Men'e kaptırmış olsa da bu çok daha büyük bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

20. yüzyıl başlarında Daniel Plainview adlı bir maden işçisinin kısa zamanda bir petrol avcısına ve Kalifornia'da bir aile çiftliğinin petrol çıkartma haklarını satın almasıyla servetine servet katan bir iş adamına dönüşüm hikayesi anlatılan.

Hollywood, bize daha çok 1800'lü yıllarda Amerikan Rüyasını gerçekleştirmek uğruna altın avcısı olan insanların öykülerini anlatıp durdu. Sanayi Devrimi ve sonrasında yükselen değer petrol oldu. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğinde altın avcıları yerini petrol avcılarına bıraktı. Paul Thomas Anderson, sinemanın pek el atmadığı bu konuyu karakter odaklı bir hikaye dönüştürerek Yurttaş Kanevari bir yükseliş öyküsünü eşsiz bir sinematografiyle perdeye taşıyor. There Will Be Blood'ın ikinci bir öyküsü daha var. Bir yan hikaye diyelim. Ana karakterimiz Daniel Plainview ve kasabanın genç vaizi Eli Sunday arasında gelişen ve ana hikayeyi besleyen, gerilimin eksik olmadığı bir karakter çatışması. Ayrıca Anderson, 'Oil' romanından sadık bir uyarlama yapmanın derdinde değil. Bunu filmini Daniel Plainview karakteri etrafında kurmasından ve karakter üzerinde yaptığı ayrıntılı çalışmadan anlayabiliyoruz. Bu öyle bir karakter ki bugünkü kapitalist sistemin temellerini Daniel Plainview üzerinden okumak mümkün. Daniel Day-Lewis'in performansının da insanüstü olduğunu söylemeden geçmeyelim.

There Will Be Blood, Paul Thomas Anderson'ın yönetmenlik dersi niteliğindeki çalışması, dönem ve ayrıntılara gösterdiği özen, kalburüstü oyunculukları, birinci sınıf görüntü ve sanat yönetmenliğiyle ne kadar övsek yetersiz kalacak mühim bir sinema olayı.
Son söz: 2000'li yılların en iyilerinden. Sakın kaçırmayın!


23 Mart 2012

En İyi 25 Animasyon Film



1- Wall-E (2008)
2- Akira (1988)
3- Spireted Away (2001)
4- Princes Mononoke (1997)
5- Toy Story 3 (2010)
6- Paprika (2006)
7- Grave of the Fireflies (1988)
8- My Neigbour Totoro (1988)
9- Ghost in the Shell (1995)
10- Wreck-It Ralph (2012)
11- Up (2009)
12- Ratatuy (2007)
13- Nausicaa of the Valley of the Wind (1984)
14- Castle in the Sky (1986)
15- The Iron Giant (1999)
16-  Toy Story (1995)
17- Persepolis (2007)
18- Shrek 2 (2004)
19-- The Incredibles (2004)
20- The Nightmare Before Christmas (1993)
21- Ice Age (2002)
22- Monster Inc (2001)
23- Waltz With Bashir (2008)
24- The Simpsons Movie (2007)
25- Fantastic Mr. Fox (2009)

21 Mart 2012

Take Shelter


2011 yılı içinde Cannes, Sundence ve Toronto film festivallerinden övgü ve ödüllerle dönen, senaristliğini ve yönetmenliğini Jeff Nichols'ın yaptığı mütevazı bütçeli bu bağımsız film Take Shelter (Sığınak) yılın kaçırılmaması gereken filmlerinden.

Curtis LaForce, karısı Samantha ve altı yaşındaki işitme engelli kızı Hannah'la birlikte küçük bir kasabada yaşamaktadır. Curtis, kum ocağı firmasında ekip şefi olarak çalışmakta ve mütevazı bir hayat sürmektedir. Bir gün Curtis, kasırgalarla ilgili kabuslar görmeye başlar ve kabuslarının sonu gelmez. Yaşadıklarını kendisine saklayan Curtis, arka bahçesine bir sığınak inşa eder.

Take Shelter'ın yazar ve yönetmeni Jeff Nichols, elindeki hikayeye hakim ve yapabileceklerinin sınırını çok iyi biliyor. Dingin anlatımını, sade dilini ve filmin 2 saatlik süresini düşünürsek sıkıcı olabilecek ve ağır aksak ilerleyebilecek bir filmden merak duygusunu daima ayakta tutan, kurduğu atmosfer ve inceden inceye ördüğü gerilimle gerçek bir sinemasever filmi olup çıkıyor Take Shelter. Nichols, biçimsel numaralara hiç girmiyor yalnız Curtis'in gördüğü kabusların başlangıç kısımlarını silikleştirerek seyircisini hazırlıksız yakalıyor. Take Shelter'da üzerinde durulması gereken en önemli nokta Curtis'in içine düştüğü ikilem. Curtis, annesi gibi bir paranoid şizofren mi yoksa gördüğü kabuslar bir felaketin habercisi mi? Curtis'le birlikte film boyunca aynı ikilemi biz de yaşıyoruz.

Take Shelter, konuşulduğu gibi kıyamet temalı bir film değil. Ancak yönetmen Nichols'ın kasırga üzerinden kıyameti ima ettiğini söyleyebiliriz. Anlatılan Amerika'nın sıklıkla maruz kaldığı yerel  felaketlerin ve bu felaketlerin bireyde yarattığı kaygıların, ailesini korumaktan başka gayesi olmayan bir babanın sanrılarının ve paranoyasının dışavurumu diyebiliriz. Take Shelter gibi psikolojik dramaların öne çıkan özelliği oyunculuk performanslarıdır. Curtis karakteriyle Michael Shannon dört dörtlük bir oyun çıkarırken yılın parlayan genç yeteneği Jessica Chastain ona ayak uyduruyor. Ve çok konuşulan final tüm sorulara cevap veriyor. Take Shelter, sürpriz bir finali olmamasına karşın büyük şaşkınlık ve hayranlık bırakıyor.

Son söz: Yönetmenliği, oyunculukları ve bıraktığı etkiyi düşünürsek 2012'nin en iyilerinden olduğunu söyleyebiliriz. Yine de ağır ilerleyen bağımsız filmlerden hazzetmeyenler uzak durabilir. 8.3\10

20 Mart 2012

Little Miss Sunshine

Amerikan Sinemasının önemli bir kolu da Amerikan Bağımsız Sinemasıdır. Her yıl bir veya iki bağımsız film parlar ve Oscar yarışında ustaların filmlerine kafa tutar. 2006 yılının bağımsız filmi Little Miss Sunshine (Küçük Gün Işığım) o yıl En İyi Özgün Senaryo ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Alan Arkin) Oscar'ını alarak büyük sükse yapmıştı.

Olive, Little Miss Sunshine adlı çocuk yıldız yarışmasına katılmaya hak kazanmıştır. Küçük kızın ailesinin ise yarışmadan daha ciddi sorunları vardır. Baba Richard, başarı üzerine yazdığı kişisel gelişim kitabının basılması için uğraşmaktadır. Olive'nin abisi Dwayne, pilot olmak için sessizlik yemini etmiştir. Frank Dayı ise özel yaşamındaki sorunlarla başa çıkamayıp intihara kalkışmıştır. Küçük kızın annesi Sherly ve büyükbabanın desteğiyle 6 kişilik aile sarı minibüsleriyle yarışmanın yapılacağı yer olan California'ya doğru yola koyulur.

Little Miss Sunshine, tam bir aile komedisi ve ayrıca dört başı mamur bir yol filmi denilebilir. Filmin en büyük kozu 'arızalı' karakterleri. Karakterlerin birbirleriyle atışmaları ve yolculuk sırasında yaşadıkları birtakım sorunlarla komedi sağlanıyor. Filmin komedi yükünü hiç konuşmayan Dwayne, kaçık büyükbaba ve kafayı güzellik yarışmalarıyla bozmuş Olive çekerken ailenin sevimli sarı minibüsü de yolculuk sırasında yaşattığı sorunlarla bu sevimli yol komedisini unutulmaz kılmayı başarıyor. Little Miss Sunshine'nin en ilginç yanı küçük kız Olive dışında tüm ana karakterlerin hayatlarındaki ciddi problemlerle boğuşmalarına rağmen -ki aynı hikaye ile güçlü bir drama da çıkartılabilir- bu kadar eğlenceli olabilmesi. Sıradan bir Amerikan ailesinin neşe dolu hikayesini aile olmanın, birlikte olmanın altını çizerek anlatan ve 'başkası olma kendin ol' mesajını vererek noktalayan Little Miss Sunshine sıcacık bir film. Toni Collette, Steve Carell, Greg Kinner, Alan Arkin, Paul Dano ve Abigail Breslin'den oluşan ana oyuncu kadrosunun kimyası görülmeye değer.
Son söz: Gerek eleştirmenlerden gerekse de seyirciden olumlu tepkiler alan Little Miss Sunshine 2000'li yılların en iyi komedilerinden. Açıkçası bana büyük kahkahalar attırdığını belirteyim. 9.4\10

19 Mart 2012

Insidious

James Wan (Yönetmen) ve Leigh Whannell (Senarist) 2004 yılında Saw (Testere) ile büyük başarı yakaladılar ve 2000'li yılların en popüler korku serisini de yaratmış oldular. İkilinin tekrar güçlerini birleştirdiği 2010 yapımı (bizde 2011'in haziranında vizyona girmişti) korku filmi Insidious (Ruhlar Bölgesi) ilgiyi hak eden bir çalışma.

Genç çift Josh ve Renai, üç çocuklarıyla birlikte yeni bir eve taşınır. Ancak evde yaşanan tuhaf olaylar, Renai'ye evin hayaletli, olduğunu düşündürür ve Renai kocasını taşınmak için ikna eder. Bu sırada oğulları Dalton, doktorların anlam veremediği bir komaya girer; vücut fonksiyonları yerinde olmasına rağmen uyanamamaktadır. Aile, yeni evlerinde de benzer olaylar yaşamaya devam edince bir medyumdan yardım alacaktır.

James Wan, Insidious'ın hikayesini korku sinemasında ele alınmamış olan Astral Seyahat olgusu etrafında kurmuş. Klasik hayaletli ev gibi başlayan ve korku filmi klişelerini yerli yerinde kullanarak ilerleyen film ikinci yarısından itibaren özgün bir korku filmi olduğunu hissettiriyor. Siyah ve kırmızının baskın kullanımıyla görsel olarak tatmin edici bir iş ortaya koyulurken müzik çalışmasıyla da gerilim yaratmayı başarıyor film. Insidious, özgünlüğünün yanında ister istemez kült korku klasikleri The Exorcist ve Poltergeist'i akla getiriyor. Bu iki film yazar ve yönetmenimizin esin kaynaklarından diyebiliriz.

Korku sinemasında denenmemiş fazla bir şey kalmadığını düşünürsek Insidious'ın astral seyahatlerle fark yarattığını söyleyebiliriz. Türlü iblis, yaratık ve hayaletimsi varlığın cirit attığı kapkaranlık bir ikinci boyut (belki paralel bir evren) resmetmiş James Wan. Filmin en korkunç anları pek tabi astral seyahatlerin de yer aldığı son yarım saat ama film genel olarak siyah-beyaz enfes açılış sekansından son karesine dek ürkütücü olmayı başarıyor. Insidious'ın en önemli meziyeti kan ve şiddet kullanmayarak da seyirciyi korkutabileceğini göstermesi. 2011'in korku sineması açısından son yılların en zayıf yılı olduğunu hesaba katarsak Insidious'ın değeri kat be kat artıyor.
Son söz: Korku filmlerinden korkanların yalnız izlememeleri tavsiye olunur. 7.6\10

The Dark Kinght Rises Posters Collection













17 Mart 2012

The Hobbit'i beklerken...

Peter Jackson, J.R.R. Tolkien'in unutulmaz fantastik edebiyat serisi Yüzüklerin Efendisi'ni olabilecek en iyi şekilde sinemaya uyarlamıştı. 3 filmlik seri 2000'li yıllarda fantastik sinemanın altın çağını yaşamasını sağladı. Yüzüklerin Efendisi serisinin üzerinden 9 yıl geçti ama kimse Orta Dünya'yı unutamadı. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi'nin öncesini anlattığı romanı The Hobbit'in sinemaya aktarılması yıllardır konuşuluyordu. Filmin yönetmeninin kim olacağı uzun süre gündemi meşgul etti ve sonunda başta gönüllü olmasa da Peter Jackson yönetmen koltuğuna oturdu. The Hobbit, tek roman ancak Jackson hikayeyi ikiye bölmeyi, iki filmi aynı anda çekmeyi ve birer yıl arayla vizyona sokmayı uygun buldu Yüzüklerin Efendisi'nde olduğu gibi.



The Hobbit'e dair elimizde neler var?
1- Hikaye: Film, Yüzüklerin Efendisi'nde olduğu gibi Gandalf'ın Shire'ı ve Bilbo Baggins'i ziyaretiyle açılacak. 13 cüce, Ejderha Simurg'un kendilerinden çaldığı hazineyi geri alabilmek için Gandalf'ın isteğiyle Bilbo Baggins'i de yanlarına alarak Yalnız Dağ'a doğru yola çıkarlar ancak Yalnız Dağ bıraktıkları gibi değildir artık! Bilbo Baggins, güç yüzüğünü de bu yolculuk sırasında bulacaktır.
2- Oyuncu kadrosu: Bilbo Baggins'in gençliğini Martin Freeman canlandıracak. Ian McKellen, Elijah Wood, Hugo Weaving, Andy Serkis, Cate Blanchett, Christopher Lee ve Orlando Bloom unutulmaz karakterlerine tekrar hayat verecekler. Bunun yanında Lost'un Kate'i Evangelina Lily vve Luke Evans da The Hobbit'in oyuncu kadrosuna dahil edilmiş.
3- Soru işaretleri: The Hobbit romanında yer almayan Frodo ve Legolas gibi bir kaç karakterin filme nasıl adapte edileceği merak konusu. Diğer bir konu da filmin 24 yerine 48 kare ile çekilmesi. Bu sayede  daha canlı görüntüler elde etmeyi amaçlayan Jackson bunu ne kadar başaracak büyük merak  konusu.


The Hobbit'in fragmanı ne söylüyor?
The Hobbit'in 2.5 dakikalık ilk fragmanı filmin genel çerçevesini çiziyor. Fragmanın ilk yarısı filmin başlangıç kısmı olan Shire'da geçiyor. Yolculuktan bir kaç kare yüzüğün bulunuşu ve tabi Gollum arz-ı endam ediyor. İlk fragmanda heyecanlı sahneler yok ama bu sizi yanıltmasın. Heyecanlı sahneleri ikinci fragmanda görmek mümkün. The Hobbit'in ilk filmi üzerimizde Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği benzeri bir etki bırakacak sanırım. Nihayetinde önümüzde üçlemeye dönüşmeyi bekleyen bir roman var ve bu film hikayenin ne kadarını kapsıyor bilmiyoruz. Eldeki verileri düşündüğümüzde filme ilişkin beklentilerin yüksek olması doğal fakat The Hobbit'in hikayesinin Yüzüklerin Efendisi çapında olmadığını hesaba katarsak temkinli olmakta fayda var. Romanı okuyanlara kulak vermeli ve neden bu projenin onları çok heyecanlandırmadığını düşünmek gerek. İş aslında Peter Jackson'ın yaratıcılığında bitiyor. Hobbit: Beklenmedik Yolculuk'u romanının üstüne çıkarabilmeli. Her şeye rağmen büyük bir film bizleri bekliyor. İlk film The Hobbit: An Unexpected Journey 14 Aralık 2012'de tüm dünya ile aynı anda Türkiye'de de gösterime girecek.


1940'ların en iyi 15 filmi


1- Citizen Kane, Orson Welles (1941)
2- The Great Dictator, Charles Chaplin (1940)
3- It's a Wonderful Life, Frank Capra (1946)
4- Casablanca, Michael Curtiz (1942)
5- The Maltese Falcon, John Huston (1941)
6- Double Indemnity, Billy Wilder (1944)
7- The Big Sleep, Howard Hawks (1946)
8- Spiellbound, Alfred Hitchcock (1945)
9- The Grapes of Wrath, John Ford (1940)
10- The Treasure of the Sierra Madre, John Huston (1948)
11- The Third Man, Carol Reed (1949)
12- Notorious, Alfred Hitchcock (1946)
13- Bicycle Thieves, Vittorio De Sica (1948)
14- To be or not to be, Ernst Lubitsch (1942)
15- Les Enfants du Paradis, Marcel Carne (1945)

15 Mart 2012

Prometheus Geliyor...

Ridley Scott'ın Blade Runner'la birlikte kariyerinin en önemli filmi olan Alien (1979), iki türü bilim kurgu ve korkuyu harmanlayarak muazzam bir başarı yakalamıştı. Devam filmleri kaçınılmazdı ama Scott seriye veda etti. Bugün bilim kurgu sinemasının en yetkin isimlerinden olduğunu kabul ettiğimiz James Cameron, ikinci film Aliens'ın yönetmen koltuğuna oturdu ve bilim kurgu ile korkunun yanına aksiyonu da katarak serinin seyir keyfi en yüksek filmini çıkardı. 3. filmi David Fincher, 4. filmi Jean-Pierre Jeunet yönetti fakat ilk iki filmin başarısını yakalayamadılar. Alien ve Predator'ın  karşı karşıya getirildiği Alien vs. Predator ise serinin Ripley karakterinden bağımsız ve en zayıf halkası oldu.

Serinin geleceği ne olacak derken Hollywood yine yaptı yapacağını ve tüm Alien hayranlarını büyük bir heyecana sürükledi. Ridley Scott, 33 yıl sonra yeni bir Alien filmi yönetmesi için ikna edildi. Seri ileri doğru gittikçe kan kaybetti ve birileri buna dur dedi. Prometheus, ilk filmin öncesine gidiyor yepyeni karakterleriyle. Filme ilişkin elimizde neler var bir bakalım.
Prometheus
1- Hikaye: Bir grup kaşif insanoğlunun kökenine dair birtakım ipuçları bulurlar. Bu ipuçları onları evrenin en karanlık köşelerinde bir yolculuğa çıkartacaktır.
2- İddialı bir oyuncu kadrosu: Micheal Fassbender, Noomi Rapace, Charlize Theron, Patrick Wilson ve Guy Pearce.
3- 1, 2 ve 2.5 dakikalık 3 fragman
Prometheus'tan ne beklemeliyiz ne bulacağız?
Fragmanlarından anladığım kadarıyla Prometheus'ın Alien'dan çok ikinci film Aliens'a yakın durduğunu belirteyim. Film; bilim kurgu, korku ve aksiyonun keskin bir bileşiminden oluşuyor. Yine de gittikçe tırmanan gerilimiyle ilk filmi de andırdığını ekleyeyim. Müzik çalışması, temposu ve görselliği bilim kurgu sevenleri mest edecek. Prometheus'ın özellikle kısa fragmanı son yılların iki hit bilim kurgusu Avatar ve Inception'ın fragmanın da üzerinde. Yönetmen koltuğunda Ridley Scott'ı ve elimizdeki görsel verileri düşündüğümde Prometheus'ın 2012'nin en iyi 10 filminden biri olacağını söyleyebilirim. Film, 1 Haziran'da tüm Dünya ile aynı anda Türkiye sinemalarında olacak. Sıkı durun Prometheus geliyor...

A Hıstory of Violence


2000'li yıllarla birlikte David Cronenberg sinemasında bariz bir değişim gözlenmekte. Cronenberg, klasik temalarından vazgeçmese de sanırım yaşının verdiği olgunlukla dramatik yapısıyla öne çıkan daha uslu başlı filmlerle çıkıyor karşımıza. 2002'de 'Spider', 2005'de yazımızın da konusu olan 'A History of Violence', 2007'de 'Eastern Promises' ve ustanın 2011 yapımı son filmi 'A Dangerous Method' bahsettiğimiz durumun örnekleri.

A History of Violence'nin konusu şöyle: Tom Stall, küçük bir kasabada karısı ve iki çocuğuyla mutlu ve sakin bir hayat sürdürmektedir. Tom, bir gece restoranında gerçekleşen soygun girişimini engeller fakat kendini savunurken iki kanun kaçağını öldürür ve kahraman ilan edilir. Medyanın yoğun ilgisiyle karşılaşan Tom'un sakin hayatı allak bullak olur. Şöhretten rahatsız olan Tom, normal yaşamına dönmeye çalışırken karşısına gizemli ve tehditkar bir adam çıkar.

Cronenberg, küçük bir kasabada orta sınıf bir Amerikan ailesinin üzerinden şiddet temasını el alıyor ve şiddetin her bireyde doğası gereği bulunduğunu ve bundan kaçışın olmadığının altını çiziyor. Cronenberg, Şiddetin Tarihçesi'ne sert bir açılış sekansı ile girerek seyircisini hazırlıksız yakalıyor. Küçük bir kız çocuğunun öldürülüşünü resmediyor. Sinemada çocukların hunharca öldürüldüğünü göstermek tabu gibi bir şeydir ve kolay kolay cesaret edilmez. Sergio Leone, John Carpenter gibi isimlerden sonra David Cronenberg de cesur sinemacı kimliğinin hakkını veriyor bu filminde. Filmde ana karakterimiz Tom Stall, kan ve şiddetle örülü kirli geçmişini silip bir aile kurmuş, uygar bir insan olmak için yoğun çaba sarf etmiş ve bunu başarmış. Gelin görün ki, siz ne kadar uzak durursanız durun, bunu ailenizden çevrenizden hatta kendinizden bile saklasanız da gün gelir şartlar sizi mecbur kılar, içgüdülerinize yenik düşersiniz. Cronenberg, tüm filmi baştan sona bir şiddet senfonisine şeklinde tasarlamış. Filmde kafanızı nereye çevirseniz şiddetin insan üzerinde yarattığı etkileri açıkça görüyorsunuz. Misal, Tom Stall'ın ergen oğlu Jack pısırık bir çocuk. Okulda sürekli tartaklanıyor ama şiddete şiddetle cevap vermiyor veremiyor. Ta ki babası bir kahramana dönüşene dek. Tom Stall özüne dönünce Jack rol modeli olan babası gibi doğasındaki şiddeti açığa vuruyor ve orantısız güç kullanıyor.

Ustanın eski filmlerine oranla daha az rahatsız edici bir film bu. Kanlı sahneler ve cinsellik, hikaye gereği yine var ama dozu kaçırılmamış. A Hıstory of Violence için western öğeleri de içeren gerçekçi bir suç draması veya suç gerilimi tanımlamasını yapabiliriz. Bana sorarsanız A Hıstory of Violence, Cronenberg'in yönetmenlikte ulaştığı son noktayı göstermesi açısından ayrı bir önem arz ediyor. Film için yönetmenin ustalık eseri diyebiliriz. Bir başyapıt...

13 Mart 2012

En iyi 10 Akira Kurosawa filmi

Japon Sinemasının imparatoru Akira Kurosawa, uzun sanat yaşamında imza attığı 30 filmle derin izler bıraktı. Kariyerine 40'lı yıllarda başlayan büyük usta en parlak dönemini 50'lerde yaşadı. Kurosawa filmlerini ikiye ayırabiliriz. Birincisi, hayatından izler taşıyan gerçekçi dramlar ikincisi ise Japon kültürü ve tarihinin birer izdüşümü diyebileceğimiz tarihi\epik filmlerdir. Edebiyata düşkünlüğüyle bilinen Kurosawa bir çok uyarlama yaptı. Dostoyevski'den Budala, Maksim Gorki'den Ayak Takımı, Lev Tolstoy'dan İkiru ve tabi Shakespeare uyarlamaları. Filmlerinde; fedakarlıklar, İntikam, aşk, dayanışma ve umut gibi belli başlı temaları işleyen Kurosawa'nın en iyilerini seçmek hiç zor olmadı benim için. Listedeki filmlerin yarısının ustanın 50'li yıllara ait başyapıtlarından oluştuğunu belirteyim.



1- Rashomon (1950)
2- Seven Samurai (1954)
3- Dreams (1990)
4- Dersu Uzala (1975)
5- Ran (1985)
6- İkiru (1952)
7- Yojimbo (1961)
8- The Hidden Fortress (1958)
9- Kagemusha (1980)
10- Throne of Blood (1957)

11 Mart 2012

What's Eating Gilbert Grape


Kariyerine 1985 yapımı My Life as a Dog ile başlayan Lasse Hallström, çıkışını What's Eating Gilbert Grape (Gilbert'in Hayalleri) ile gerçekleştirmiş ve bir daha da bu filmin üzerine çıkamamıştı. To Leonardo DiCaprio, Johnny Depp ve Juliette Lewis'in döktürdüğü film 90'lı yılların popüler olamamış özel filmlerinden biri. Bu sebeple öneri listeme eklemek istedim.

Babasının ölümünün ardından ailesinin tüm sorumluluğunu omuzlarına alan Gilbert, yaşadığı üzüntüyü atlatamayıp obez olan ve kendini eve kapatmak durumunda kalan annesini doyurabilmek için çalıştığı markette mesai yapmak zorunda kalan, öte yandan 18 yaşına basmak üzere olan ve başını sürekli belaya sokan otistik erkek kardeşi Arnie ile de ilgilenmekte dolayısıyla da sıkıcı bir hayat sürmektedir. Günün birinde kasabaya gelen Becky adlı bir genç kıza aşık olan Gilbert'in hayatındaki tüm dengeler değişecektir.

Hayatını yaşamakla hayatını sürdürmek arasında sıkışıp kalmış bir karakter Gilbert. Omzuna yüklenen sorumluluklardan ve bu küçük kasabadan kaçıp kurtulmak istiyor. Aşk, hayatını renklendiriyor renklendirmesine ama tünelin ucunda ışık görünmüyor. Sıkça kullandığımız her işte bir hayır vardır sözü filmin finalini betimlemek için en uygun cümle belki de. Zira, Hallström umudun hep varolduğunun altını çiziyor. Lasse Hallström, sıradan insanların sıradan yaşamlarını yalın bir dille anlatarak içinizi ısıtacak, bazen güldürecek bazen hüzünlendirecek, duygusunu seyircisine geçirmekte hiç zorlanmayan bir film çıkarmış. Yönetmenimiz elindeki hikayeyi iyi etüt etmiş, hikayenin matematiğini iyi kurmuş. İlk bakışta basit gibi görünen incelikli senaryo ve her biri başarıyla çizilmiş ve oynanmış karakterleri -ki burda Hallström'ün oyuncu yönetimindeki mahareti gözden kaçırılmamalı- What's Eating Gilbert Grape'nin en büyük kozu. Gilbert ile Johnny Depp, Becky ile Juliette Lewis parlasa da asıl konuşulması gereken isim 18 yaşında  bir otistiğe hayat veren tıfıl Leonardo Di Caprio sanırım. Otistik Arnie performansıyla unutulmaz bir iş çıkaran Di Caprio'nın o yıl en iyi yardımcı erkek oyuncu kategorisinde Oscar'a aday gösterildiğini de not düşeyim.

Yalın bir anlatımıyla dikkat çeken bir aile draması olan What's Eating Gilbert Grape, 90'lı yılların minimal başyapıtlarından.

10 Mart 2012

2000'li yılların en iyi 15 korku\gerilim filmi


Korku sineması 2000'li yıllarla birlikte kabuk değiştirdi diyebiliriz. 70'li yılların bol şiddet içeren ve yer yer istismar sinemasına yakın duran korku filmlerine keskin bir dönüş yaşandı. Sürpriz sonların hiç eksik olmadığı, tutan korku filmlerinin de hızlıca birer seriye dönüştüğü, klasiklerin ve başta Uzak Doğu ve ardından da Avrupa'da üretilen başarılı korku filmlerinin yeniden çevrimlerinin alıp başını gittiği bir dönem 2000'li yıllar. Artık korku sinemasında söylenebilecek fazla bir şey kalmadığından özgün örneklerle karşılaşamaz olduk. (Yılda bir iki film çıkıyor) Türe olan ilginin azalmaması son 10 yılda korku filmi üretimindeki artışı da açıklıyor. Yalnız aynı şeyi nitelik açısından söylemek oldukça güç. Değerlendirmemi yaparken gerilimi korkudan ayırmamaya çalıştım çünkü listedeki bazı filmler korku ve gerilimin harmanlanmasından oluşturulmuş. Ayrıca şöyle bir ayrımı da yapmak durumundaydım. Draması ağır basan gerilim filmlerini değerlendirme dışında tuttum. (The Machinist ve Shutter Island gibi) 15'lik listem bir hayli kişisel. Listeme almadığım ama adını da anmadan geçemeyeceğim dönemin bazı başarılı korku örnekleri de şunlar: Wolf Creek, El Ofranto, The Devil's Backbone, Rec, Shadow of the Vampire, The Skeleton Key, Orphan, Joy Ride, Cloverfield, Drag Me To Hell, The Host, Cabin in the Woods...

1- The Others (2001)
2- High Tension (2003)
3- Identity (2003)
4- Saw (2004)
5- The Village (2004)
6- Final Destination (2000)
7- Thirst (2009)
8- The Ring (2002)
9- Let The Right One In (2008)
10- 28 days Later (2002)
11- Stoker (2013)
12- From Hell (2001) 
13- Insidious (2010) 
14- The Descent (2005)
15- The Mist (2007)

8 Mart 2012

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - Once Upon a Time in the West


Bugün Spagetti western diye adlandırılan bir alt tür varsa bunu Sergio Leone'ye borçluyuz. A Fistful of Dollars (1964), For a Few Dollars More (1965) ve The Good, The Bad and The Ugly (meşhur dolar üçlemesi) 60'lı yıllarda yönetmenin tüm dünyada tanınmasını sağladı. Sergio Leone, Once Upon a Time in the West ile klasik western anlayışına ve geleneğine sırtını dönerek ardından gelen birçok westerni derinden etkiledi. Bizde Batıda Kan Var veya Bir Zamanlar Batıda'da olarak bilinen filmde her western filminin olmazsa olmazı diyebileceğimiz o klasik kahraman silahşör stereotipi ve bir şerifi yok, anti-kahramanlar var diyebiliriz. Öncelikle filmin öyküsüne kısaca bir göz atalım.

Film, Jill adlı bir kadının yeni evlendiği zengin kocası Brett McBrain'in yanına gitmesiyle başlıyor. Jill, eşinin çiftliğine vardığında onun ve çocuklarının cenazesiyle karşılaşıyor. Eski yaşamına dönmek istemeyen Jill çiftlikte yaşamaya karar veriyor ve kendisini eşini öldüren Frank, gizemli silahşör Harmonica ve arkadaşı Cheynne arasında bilmediği bir hesaplaşmanın ortasında buluyor.

Senaryosunu Daria Argento ve Bernardo Bertolucci ile birlikte yazan Sergio Leone, Dolar üçlemesinden farklı olarak ağır bir anlatımı tercih ediyor ve diyalogları olabildiğince azaltıyor. Uzun planlar, karakterlerin yüzüne odaklanan yakın plan çekimler, uzun süren sessizlikler ve Ennio Morricone'nin Dolar üçlemesinden farklı olarak filmin ritmine uygun düşen İtalyan operası tarzındaki müzikleriyle filmin etki dozunu olabildiğince yukarı çekmeyi başarmış Leone. Ayrıca Harmonica'nın mızıkasından çıkan ezgiler unutulacak gibi değil. Uzun açılış sekansı ve finali dillere destan olan film, görüp görebileceğiniz en büyük intikam öykülerinden birine sahip. Leone'nin bu filmde yönetmenlik sanatının en güzide birkaç örneğinden birini verdiğini söyleyebiliriz.

Oyunculuklara bakarsak Harmonica karakteriyle Charles Bronson en iyi oyununu çıkarıyor. Dönemin yıldız isimlerinden Henry Fonda ise ilk kez bu kadar kötü bir karaktere hayat veriyor. Claudia Cardinale ve Jason Roberts da çok şey katıyor filme.

Western türünü ters yüz eden yapısı, kusursuz görselliği ve eşsiz bir sinema diliyle Once Upon A Time İn The West, türün en iyisi olmakla kalmıyor sinema tarihinin de en iyi filmlerinden olup çıkıyor.

I'm a Cyborg But That's Ok

Son 10 yılda Güney Kore Sinemasından sıkça söz ediyorsak bunun başlıca sebebi Güney Koreli yönetmenler Kim Ki-Duk ve Park Chan-Wook'tur. Kim Ki-Duk'u bir kenara koyarsak Park Chan Wook, kariyerine 90'lı yıllarda başlamış ama uluslararası üne ve saygınlığa kavuşması intikam üçlemesinin ikinci ayağı olan Oldboy (İhtiyar Delikanlı) ile gerçekleşmiştir. Chan Wook'ın 2006 yapımı filmi I'm a Cyborg But That's Ok (Ben bir robotum ama sorun değil) yönetmenin klasik temalarının dışına çıktığı ilginç bir film.

Farklı tipte birçok hastanın bulunduğu bir akıl hastanesinde kendisini cyborg sanan genç bir kızla insanların ruhunu çalabildiğini iddia eden bir erkek hasta hikayemizin ana karakterleridir. Hayatın gerçekliğinden kopup kendi gerçekliğini yaratmış bu iki genç insanın yakınlaşmaları akıl hastanesi yönetimince de desteklenecek ve garip bir aşk öyküsü yaşanacaktır.

Guillermo Del Toro'nun filmi Pan's Labyrinth'de (Pan'ın Labirenti)  olduğu gibi I'm a Cyborg But That's Ok'de de kendi fantastik dünyasını yaratmış genç bir kız var. Aralarında güçlü bir bağın olduğu büyükannesinin akıl hastanesine kaldırılması sonucu bir tür çocukluk travması geçiren Young-Goon kendisini robot olduğuna inandırıyor. Varoluş amacını sorgulamaya ve bunu bulmaya çabalayan genç kız gerçeklikten koptukça film de bizi iyiden iyiye içine çekiyor. Park Chan Wook, Young-Goon'ın hayal dünyasını yansıttığı fantastik anlarda maharetlerini bir bir sergilemiş. Chan Wook, esasen dramatik bir hikaye anlatsa da aralara serpiştirdiği espriler ve hikayenin tuhaflığıyla gülümsetmeyi başarmış ve görüp görebileceğimiz en garip aşk filmi ile çıkmış karşımıza. Kostüm, dekor ve makyaj'daki ince işçilikle ve canlı renklerin tercih edilmesiyle film görsel olarak da izleyeni cezbediyor.
Son söz: I'm a Cyborg But That's Ok zamanla bir kült filme dönüşür mü bunu zaman gösterecek

7 Mart 2012

En iyi 10 Alfred Hitchcock filmi


Gerilim sinemasının tartışmasız en büyük ismi olan Alfred Hitchcock, sayısız başyapıtıyla  gerilim filmi çekmiş ve bundan sonra da çekecek olan tüm yönetmenleri derinden etkilemiş bir isim. Uzun kariyeri boyunca hiç vasatlaşmayan üstad gerilim sinemasına pek çok yenilik getirmiş ve türün ana hatlarını da çizmiştir. 1920'li yıllardan 70'li yıllara kadar uzanan ve her dönemi ayrı bir önem taşıyan filmografisinde 54 uzun metrajı bulunan üstadın altın dönemi de şüphesiz ki 50'li yıllardı.

Hitchcock'ın en iyi 10 filmini seçmek takdir edersiniz ki oldukça zor. Hitchcock filmografisi içinde ayrıksı bir noktada duran 1948 yapımı The Rope kıl payı liste dışında kaldı. Ayrıca Rebecca (1940), Lifeboat (1944) The Man Who Knew Too Much (1956), Shadow of a Doubt (1943) ve Frenzy (1972) gibi kalburüstü Hitchcock filmleri benim ilk 10 listeme girmeyi başaramadı.

1- Psycho (1960)
2- Rear Window (1954)
3- The Birds (1963)
4- North by Northwest (1959)
5- Vertigo (1958)
6- Spellbound (1945)
7- The Lady Vanishes (1938)
8- Notorious (1946)
9- The 39 Steps (1935)
10- Sranger on a Train (1951)

6 Mart 2012

Away We Go

Sam Mendes, 1999 yapımı ilk filmi American Beauty ile En iyi film ve yönetmen dahil 5 dalda Oscar almayı başararak sinema dünyasına hızlı bir giriş yapmıştı. 2002'de Road to Perdition, 2005'te Jarhead ve 2008'de Revolutionary Road'ı çeken Sam Mendes, eleştirel anlamda ve ödül bazında ilk filminin başarısını yakalayamasa da hep çok iyi filmler yaptı. Genç ustanın 2009 yapımı son filmi Away We Go (Uzaklara Gidelim) tür olarak önceki 4 filminden ayrılıyor. Hep dramatik öyküler anlatan Sam Mendes, anlaşılan bir nefes almak istemiş ve hafif bir komedi-dram ile çıkmış karşımıza.

Çocuk sahibi olacaklarını öğrenince onu büyütmek için en ideal yeri bulmaya karar veren çiftimiz Verona ve Burt, eskimiş bir Volvo ile Amerika yolculuğuna çıkar. Çiftimiz sırasıyla; Arizona, Orta Amerika, Kanada, Florida ve Güney Karolina'ya yapacakları yolculuklarla akrabaları ve eski arkadaşlarıyla bir araya gelecek ve nerede yaşamaları gerektiği konusunda karar vermeye çalışacaklardır.

Away We Go için söyleyebileceğim ilk şey filmin tam bir 'Yol filmi' olduğudur. Yol filmi şablonunu kullansa da yollarda geçen bir film değil ama. Film, iki ana karakterimizin yolculuklarıyla değil uğrak yerleriyle ilgileniyor. Sam Mendes, anne-baba olmanın birey üzerinde yarattığı karmaşık duyguları, çocuklar için iyi bir gelecek bırakıp bırakamama ve iyi birer anne-baba olup olamama endişesini samimi bir dille anlatıyor. Çizilen uçuk kaçık tiplemelerle yer yer komik bir film olmayı başaran Away We Go, romantik anlar da vaat ediyor. Özellikle çocuk bekleyen çiftlerin kendilerinden çok şey bulabilecekleri ve iki ana karakterimiz Verona ve Burt ile kolayca empati kurabilecekleri hoş bir seyirlik.
Son söz: Away We Go, Sam Mendes'in en zayıf filmi ancak bu vasat bir film olduğu anlamına gelmesin. Imdb notu 7.1 olan filme benim notum 6.8

4 Mart 2012

Atıl Kurt! +13 (Parodi)

Tarkan ve Kurt karınlarını doyurmak için bir hana uğrar
-Tarkan: Hancı bize iki kişilik yemek
-Hancı: İki kişilik mi? Vayy manita yapmışız! Ee hani yenge?
-Tarkan: Hancı efendi kafanı eline vermeden getir şu yemekleri. Bana ve kurda
-Hancı: Ta-ta-tabi! (Kurda ters ters bakar)
-Kurt: Hırrrr! hırrrr!
-Kurt içses: Bizi adam yerine koyan yok anasını satayım! Seni bi köşede kıstırırım ben hiç merak etme! İt oğlu it!
Gece handa konaklayacak olan Tarkan, kurtla birlikte odasına çekilir. Bir müddet sonra kapı gıcırdar hancının karısı içeri girer. Tarkan elini kılıcına götrür

-Tarkan: Kim var orda?
-Hancının Karısı: Yolunu kaybetmiş bir hancı beyim!
-Kurt: Hırrrr! hırrrr!
-Tarkan: Sakin ol Kurt bir şey yok!
-Kurt içses: Gel de sakin ol hatun 10 numara ya! Ulan Tarkan yine dört ayağının üzerine düştün. İnşallah şifreli yayına geçmezsin bu gece!
Kadın soyunup Tarkan'ın yanına uzanır
-Kadın: Bu kurt bize bakıyo beyim! O bakarken nasıl yaparım?
-Tarkan: Ya yemişim kurdunu! Anlamaz o anlamaz öyle bakar mal mal!
-Kurt içses: Karıyı görünce iki dakkada sattın bizi yuh olsun sana! Karıya kıza dalıp da 3 can borcun olduğunu unutma bana! Yazdım bunu da bir kenara! Kafiye de oldu 10 numara
Sabah olur. Tarkan uyanıp üzerini giyer. Kadın uyumaktadır. Tarkan kurdun başını okşayarak
-Tarkan: Ne geceydi di mi ama kurt?
-Kurt içses: Hee ne geceydi! Bi git allahını seversen ya! Zaten küsüm sana
Hancı, odaya dalar. Kadın uyanır, giysilerini alıp kaçarcasına çıkar odadan.
-Tarkan: Hancı izin verirsen açıklayabilirim.
-Hancı: (Ters ters bakar) Bekliyorum
-Tarkan: Şimdi dün gece burda olanlar Avrupa Birliği normlarına ve Kopenhag kriterlerine uygun! Yenge de Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdan olduğu için bir el atayım dediydim. Olay bundan ibaret. Kurt da şahit.
Hancı kılıcını çeker
-Tarkan: Atıl Kurt!
Kurt umursamaz
-Tarkan: Atılsana be Kurt! Daha ne bekliyon?
-Kurt içses: Şimdi Atıl Kurt olduk tabi! Sanırım bu sefer de atılacağım ama sırf hancıya kıl olduğum için. Bu böyle gitmez Tarkan greve hazır ol!
Hancı, Tarkan'a saldırmak için hareketlenir. Kurt atılır ve hancıyı geri püskürtür
Tarkan, kurdun yanına çömelir
-Tarkan: Sende bir gariplik var kurt. Neden ısırmadın hancıyı?
-Kurt içses: Ah be Tarkan çok cahilsin çok! Aıds denen bir şey duymadın mı hiç? Sonra Halil Sezai neler çekti İncir Reçeli'nde onu da mı unuttun?
-Tarkan: Hadi kurt gidiyoruz. Daha Mars'ın kılıcını bulacaz
-Kurt içses: Yok bu böyle olmayacak Tarkan! Abuk sabuk işlere koşturmaktan çok yoruldum. Artık ciddi ciddi erken emekliliği düşünüyorum haberin ola!
-Tarkan: Kurt dua et de Mars'ın kılıcını bulayım. Bulayım da Aşil'e kafa tutabileyim.
-Kurt içses: Benim duam kabul olsa gökten kemik yağar be akılsız! Kesin Gladyatör'ü izledi bu yine. Bi havalar bi havalar!
-Tarkan: İşleri yoluna koyunca ne yapacağım kurt biliyon mu?
-Kurt içses: (Patisini yere sürterek) Aha buraya yazıyom Playboy'a soyunacak!
-Tarkan: Bir Türk düşünürü olarak kitap yazacağım.
-Kurt içses: Türk Düşünürü mü? Ahahaa! İlahi Tarkan sen beni güldürdün ya Allah da seni güldürsün!
-Tarkan: Kitabın adı 'Ahlak Felsefesinin Temel İlkeleri' olacak
-Kurt içses: Sen o kitabı yaz -çok iddialı olacak ama- ben de 'Kurt Köpeklerinde Analitik Düşünme Yöntemleri' adlı bir kitap yazıcam.
Tarkan, Mars'ın kılıcını bulur ama hiçbir zaman Aşil'e kafa tutamaz. Kılıçla gelen şöhret Tarkan'ı bir reklam yıldızı yapar ve ilk iki sayfasını yazdığı kitabını asla bitiremez. Kurt ise hayalini kurduğu emekliliğin tadını çıkarırken yazmayı başardığı kitabı 'Kurt Köpeklerinde Analitik Düşünme Yöntemleri' 100 Temel eser arasına girer.