27 Nisan 2012

J. Edgar

Clint Eastwood, 2010 yapımı mistik draması Hereafter ile büyük bir hayal kırıklığı yaşatmıştı biz sevenlerine. Bu bir tökezleme olabilir mi derken ustanın son filmi J. Edgar, bunun tökezleme değil Eastwood'un düşüş dönemine girdiğinin bir göstergesi oldu. Hikaye özetini es geçip filmin artı ve eksilerine geçmek istiyorum. Daha çok eksilerine...

Film, J. Edgar Hoover'ın FBI başkanlığına kadar yükselişini ve yaşadığı dönemde nasıl Amerika'nın en güçlü adamlarından biri olduğunu baştan sona geri dönüşlerle anlatıyor veyahut anlatmaya çalışıyor diyelim. Clint Eastwood'un en büyük hatası filmi bir flashback geçidi şeklinde kurgulaması olmuş. Normal şartlarda bu yapı büyük bir sorun teşkil etmez ancak 'J. Edgar'ın iki zaman arasındaki git gelli anlatımı odak noktamızı belirlememize engel olduğu gibi temposuz bir filmle karşı karşıya kalmamıza neden olmuş. J. Edgar'ın biyografik bir film olduğunu düşünürsek tempo şart değil ama Eastwood akıcı bir anlatım tutturabilseymiş bugün daha olumlu bir tablo çizebilirdik.

J. Edgar Hoover gibi önemli bir figürden ve çalkantılı bir dönemden 'olamamış' bir film çıkması senarist ve yönetmenin tercihlerinden kaynaklanıyor. Komünizm tehdidi, gangsterlerin yükselişi ve nüfuzlu bir adamın kaçırılan bebeği ekseninde ilerleyen dava ilgi ve merak unsurunu ayakta tutuyor ama sadece ayakta tutmakla kalıyor. Bunun yanında o dönem FBI'ın hakkında 1800 sayfalık bir dosya hazırladığı ve Sovyet casusu olduğundan şüphelenilen Albert Einstein'ın adının dahi geçmemesi şaşkınlık yaratıyor. Tercihlerden söz açılmışken karakterlerin gençlik ve yaşlılık hallerine aynı oyuncuların hayat vermesi kağıt üzerinde doğru bir hamle gibi görünse de Hoover'ı canlandıran Leonardo Di Caprio ve özel sekreteri rolündeki Naomi Watts'ın yaşlandırma makyajları sonrasındaki görünümleri akla Çernobil kurbanlarını getiriyor ve de gözümüzü tırmalıyor. Dönem atmosferinin başarıyla kurulması, Hoover'ın özel yaşamına ilişkin ayrıntılar ve kötücül yanının tarafsızca işlenmesi filme kötü yakıştırmasını yapmamıza engel olurken vasat olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Son söz: Dönem filmlerini sevenler keyif alabilir, Clint Eastwood'un düşüş dönemine tanıklık etmek isteyenler izleyebilir, film izlemek için zaman bulamayanlar ise uzak durabilir.

26 Nisan 2012

En iyi 10 Brian De Palma filmi

Kariyerine 60'lı yılların ortalarında start veren Brian De Palma, kendine has görsel stili ve üslubuyla kısa sürede adını A sınıfı yönetmenler arasına yazdırmış ve 70'li yıllardan bugüne bir çok başyapıt üretmiştir. De Palma, anlattığı hikayelerden çok anlatış tarzıyla dikkat çeken bir yönetmen. Filmlerinde Hitchcock'a yaptığı göndermeler zaman zaman taklitçilikle suçlanmasına sebep olmuş olsa da biz öyle olmadığı biliyoruz. Ustanın 28 filmden oluşan filmografisi daha çok korku\gerilim örneklerinden oluşur. Bunun yanında gangster filmleri; Scarface, The Untouchables ve Carlito's Way yönetmenin hayranlarınca el üstünde tutulur. Yönetmenlikteki maharetlerini düşündüğümde hakkının tam olarak teslim edilmediğini düşünüyorum De Palma'nın. Yeni başyapıtlarını görebilmek dileğiyle...


1- Dressed To Kill (1980)
2- Scarface (1983)
3- Carrie (1976)
4- Carlito's Way (1993)
5- Femme Fatale (2002)
6- The Untouchables (1987)
7- Sisters (1973)
8- Body Double (1984)
9- Casualties of War (1989)
10- Blow Out (1981)

25 Nisan 2012

Requiem for A Dream


Amerikan Bağımsız Sineması'nın medar-ı iftiharı ve bugün ana akım sinemaya yaklaşan ama bağımsız ruhundan hiçbir şey kaybetmeyen genç usta Darren Aronofsky ilk filmi 'Pi'nin ardından asıl çıkışını ikinci yönetmenlik denemesi Requiem For a Dream ile yaptı. Hubert Selby'nin aynı adlı romanından bizzat Selby ve Aronofsky tarafından senaryolaştırılarak sinemaya uyarlanan  Requiem For a Dream, Aronofsky filmografisinin hala en nadide parçası. İzleyen hemen herkeste 'duvara çarpmış' hissi veren bu başyapıtı bilmeyenler için hikayesini kısaca hatırlatalım.

Sara Goldfarb, televizyon bağımlısı, yaşlı ve yalnız bir kadındır. Oğlu Harry ise güzel kız arkadaşı Marion ve uyuşturucu dağıtıcısı Tyrone'la takılan madde bağımlısı bir gençtir. Sara, bir Tv şovuna çıkmaya hak kazanır ve çok heyecanlanır. Gençliğinde giydiği ve büyük anısı olan kırmızı elbisesine girebilmek için kilo vermeye çalışır ve diyet haplarından kullanmaya başlar. Öte yandan Harry ve arkadaşları, hiç durmadan uyuşturucu almaya devam etmektedir. Bu bağımlılıklar zamanla hepsini bir felakete sürükleyecektir.

Kısa özetten de anlaşılacağı üzere filmin ana teması bağımlılık. Yalnız Aronofsky klasik bir uyuşturucu bağımlılığı öyküsü anlatmaktan ziyade, bağımlılık kavramına toptan bir bakış atmayı deniyor. Aronofsky, karakterlerin geçirdiği değişimi belirgin kılmak için hikayesini zamana yayıyor. Üç faklı mevsime: Yaz, Sonbahar ve Kış'a... Film, yazın başlıyor ve bu bölümde karakterlerimiz için işler yolunda gidiyor denilebilir. Hepsinin bir hedefi, bir umudu var. Aronofsky, bu bölümde daha fazla gündüz çekimi, canlı renkler ve daha günlük güneşlik bir dünya resmediyor. Mevsim sonbahara dönünce film de tonunu koyulaştırıyor. Kış ise çarçabuk geliyor ve gitmeye de hiç niyeti yok gibi görünüyor. Mevsimler karakterlerin ruhlarına ayna tutuyor. Yazdan kışa gelindiğinde Sara, Harry, Marion ve Tyrone'ın geçirdikleri ruhsal ve bedensel deformasyonu sahici bir şekilde yansıtıyor yönetmen. Darren Aronofsky, Sara Goldfarb'ın sürekli izlediği ve müptelası olduğu yarışma programıyla sert bir medya eleştirisi getirirken uyuşturucu batağına saplanmış gençlik üzerinden de başta Amerika olmak üzere toplum eleştirisine soyunuyor diyebiliriz.

Aronofsky, daha ilk filmi Pi'de ortaya koyduğu görsel stilini ve tarzını Requiem For a Dream'de tam anlamıyla oturtmuş. Ekranı ikiye bölme, hızlandırılmış çekimler ve video klip estetiği gibi biçimsel atraksiyonların yanında kumanda ile televizyonun açılıp kapama görüntüsü, uyuşturucunun hazırlanışı ve alınışını aynı kurguyla veriyor. Yönetmenin dinamik anlatımı ve hızlı kurgusu özellikle son 10 dakikada nefes almamıza fırsat vermiyor, adeta başımızı döndürüyor. Kurgu, başınızı döndürürken karakterlerimizin dibe vurduğu final bölümü fena halde sersemletiyor bizi. Midemize yumruk yemiş gibi hissediyoruz. Requiem For a Dream'in bu kadar çarpıcı bir film olmasında öncelikle Clint Mansell'in Soundtrack çalışmasının etkisi çok büyük. Bu etkinin diğer bir sebebi de Jared Leto, Jennifer Connelly ve Marlon Wayans ama özellikle de Ellen Burstyn'in parmak ısırtan performansları şüphesiz. Ellen Burstyn, öyle bir oyunculuk sergilemiş ki akıllara seza. Şahsen daha iyisini görmedim.

Son söz: Requiem For a Dream, rahatız edici ve sert tavrıyla seyircisini depresif hale sokan, buna rağmen her sinemaseverin görmesi gereken büyük başyapıtlardan. Asla unutamayacaksınız... 10\10

23 Nisan 2012

Kill Bill


Quentin Tarantino 90'lı yılların başında Reservoir Dogs ve özellikle de ikinci filmi Pulp Fiction ile sinema dünyasına bomba gibi düştü. Üçüncü filmi Jackie Brown ilk ikisi kadar olmasa da çok başarılı bir film olarak Tarantino filmografisindeki yerini aldı. Jackie Brown sonrası ne gelecek diye beklerken yıllar birbirini kovaladı ve 6 yıllık bir bekleyişin ardından başrolüne bir kadın karakteri yerleştirdiği intikam destanı Kill Bill ile çıkıverdi karşımıza Tarantino. Stüdyonun fazla uzun bulduğu film Vol 1 - Vol 2 olarak 2 parça halinde görücüye çıktı. Bir çok sinemasever ve eleştirmenin başyapıt olarak selamladığı Kill Bill'in henüz izlememiş olanlar için hikayesini kısaca hatırlayalım.

Gelin, bir suikast grubunun üyelerinden biridir. Bir gün grup lideri Bill ve grubun diğer üyeleri Gelin'e karşı cephe alır. Düğün gününde hem de hamileyken düğünü basarlar ve Gelin dahil herkesi katlederler. 4 yıl komada yatan Gelin, uyandıktan sonra intikam yemini edecek ve her biriyle teker teker hesaplaşacaktır.

Tarantino, Pulp Fiction'da lineer (düz) bir kurguya tamamen yüz çevirmiş ve hikayenin sonunu filmin ortalarında bir yere yerleştirmişti. Kill Bill'de ise hikayenin sonu yerli yerinde olmasına karşın filmin tamamında çok daha karmaşık bir yapı sergiliyor. Kurgu, neredeyse A.G. Inarritu'nun 21 Grams filmindeki kadar git-gelli diyebiliriz. Bu yapı Kill Bill'e zarar vermekten ziyade onu daha leziz yapıyor. Filmde öne çıkan diğer bir unsur Tarantino'nun hikayeyi episodik olarak anlatması. Kill Bill'in bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğüm için Vol 1 - Vol 2 ayrımını yapmak istemiyorum. Klasik 'Vol 1 daha iyiydi' geyiğine de pek katılmıyorum. Vol 1'in öne çıkmasının nedeni düello sahnelerinin ve aksiyonun fazla olup Vol 2'nin durağanlığıdır. Vol 1'de Gelin'in O-Ren Ishı ve küçük ordusuna tek başına meydan okuduğu sahne ve Vol 2'deki Gelin-Elle Driver ve Gelin-Bill düellosu aynı seyir keyfini veriyor. Tarantino, Kill Bill ile başta Kung Fu filmleri olmak üzere Wuxia ve Samuray filmlerine ve Sergio Leone Spagetti Western'lerine saygı duruşunda bulunuyor. Peki Tarantino, özünde basit bir intikam öyküsünden nasıl oldu da epik bir film çıkarabildi? Bana kalırsa iki sebebi var. Birincisi Tarantino'nun sinefil kişiliği ve esinlendiği-öykündüğü filmleri çok iyi etüt etmesi-edebilmesi. İkincisi ise karakter yaratmadaki başarısı ve karakterler arasındaki etkileşimi-çatışmayı kusursuzca kurabilmesi. Ve bunu David Carradine, Michael Madsen ve Daryl Hannah gibi sönmüş yıldızlarla başarması ayrıca takdir edilmeli. Uma Thurman ve Lıcy Liu oyuncu seçimindeki özenin bir göstergesi.

Kill Bill, görsel olarak Tarantino'nun en doyurucu çalışması olmakla beraber bir stil denemesi olduğu da söylenebilir. Tarantino'nun fantezilerini perdeye taşıdığı film Kill Bill. Uma Thurman'ın hayat verdiği gözü kara, hedefine kilitlenmiş Gelin karakteri bugünden çok geçmişten kopup gelmiş gibi. Tarantino, Gelin'in davasını inandırıcı kılarken filmde inandırıcı olmak gibi bir derdi yok. Ters Ninja Kanununun (Bir filmde kötü adamların sayısı ne kadar fazla ise kahramana zarar verme olasılığı o kadar düşüktür) kusursuzca uygulanması da bu savı destekleyen bir unsur.

Kill Bill; aksiyonu, bol kanlı ve yoğun şiddet içeren sahneleriyle daha çok türü sevenlere ve yönetmenin hayranlarına hitap ediyor. Müzikleriyle doyumsuz bir nostalji hissiyatı bırakırken, dramatik yapısı ve Tarantino'nun gerek senaristlik gerekse de yönetmenlik becerisiyle sinema duygusunu deyim yerindeyse enjekte ediyor. Bıkmak şöyle dursun yeniden ve yeniden keşfedilecek bir hazine...

22 Nisan 2012

90'lı yılların en iyi 20 bilimkurgu filmi


90'lı yıllar bilimkurgu sineması için oldukça parlak bir dönemdi. 80'li yıllarda türler iyiden iyiye iç içe geçti (özellikle korku-bilim kurgu ve aksiyon) ve bu melezleşme 90'lı yıllarda tam gaz devam etti. Bu 10 yıllık süreçte bilimkurgu sinemasında net bir eğilimden söz edemeyiz belki ancak 90'lı yılların ikinci yarısından itibaren sanal gerçeklik kavramının öne çıktığını söyleyebiliriz. Ghost in the Shell, Strange Days, The Matrix, Existenz ve The Thirteen Floor ilk akla gelen örnekler. Sinema teknolojisinin beklenen atılımı yapmasıyla dönemin ilk yıllarında Terminator 2 Judgement Day ve Jurrasic Park gibi görsel efektleriyle göz kamaştıran, gişe başarısının yanında eleştirel başarıyı da yakalayan büyük bilimkurgu filmleri üretildi. 70 ve 80'li yılların fenomeni Star Wars, yaratıcısı George Lukas'ın ellerinde yeni bir üçlemeyle can buldu. 1999 yılında gösterime giren yeni üçlemenin ilk halkası çok başarılı olmasa da (eleştirel anlamda) serinin evrenini genişletmesi ve tür açısında önemli bir hamleydi. The Matrix ise 2000'li yıllar bilimkurgusunu şekillendiren en önemli film oldu.

1- Terminator II Judgement Day (1991)
2- The Matrix (1999)
3- Twelve Monkeys (1995)
4- Dark City (1998)
5- Strange Days (1995)
6- Total Recall (1990)
7- Delicatessen (1991)
8- Abre Los Ojos (1997)
9- Ghost in the Shell (1995) 
10- Jurrasic Park (1993)
11- Contact (1997)
12- Until the End of the World (1991)
13-
Existenz (1999)
14- Gattaca (1997)
15- Event Horizon (1998)
16- Cube (1997)
17- Fifth Element (1997)
18- Alien 3 (1992)
19- Starship Troopers (1997)
20- Memories (1995)

20 Nisan 2012

Match Point

Komedi sinemasının en önde gelen, en yaratıcı isimlerinden büyük usta Woody Allen, zaman zaman komediyi bir kenara bırakıp dramalara da imza attı ancak komedi-drama dışına hiç çıkmamıştı. Her yeni filmiyle yenilik peşinde koşan Allen, 2005 tarihli filmi Match Point (Maç Sayısı) ile polisiye\drama diyebileceğimiz bir suç öyküsüyle çıktı karşımıza. Allen, radikal bir değişiklik yaparak öncelikle farklı bir türe soyundu ve hikayeyi İngiltere'ye taşıyarak bu değişimi daha gözle görünür kıldı.

Genç tenis eğitmeni Chris Wilton, zengin bir ailenin oğlu olan Tom'a verdiği özel dersler sayesinde yüksek sınıftan insanlarla yakınlaşma şansına sahip olur. Chris, Tom'un kız kardeşi Chole ile flört ederken yine Tom'un Amerikalı aktris sevgilisi Nora'ya aşık olur. Chris, Chole ile evlendikten sonra da yasak ilişkisine sürdürür. Nora'ya sahip olmayı, aynı zamanda da evlilikle kazandığı zenginliğin devam etmesini istemektedir. Chris, sahip olduklarını kaybetmek veya aşkı tercih etmek arasında bir seçim yapmak durumunda kalacaktır.

Her ne kadar Match Point'e polisiye etiketi yapıştırılmış olsa da Woody Allen, bir suç öyküsünü -son yarım saatini saymazsak- polisiye kalıplarının dışında kendi üslubuyla anlatıyor. Dramalarında ucundan kıyısından gördüğümüz mizahı hiç göremezken ustanın entelektüel dokunuşunu filmin her anında görmek mümkün. Allen'ın Match Point'te altını çizdiği ana unsur şans faktörü. Zira tenis kortundaki açılış sekansı ve finalin bu sekansla ustaca bağlanması (polisiye örgü tamamen şansa bırakılmış) kimi seyirciye inandırıcılıktan uzak gelirken kimine de şansın hayatımızdaki yerini sorgulamamıza sebebiyet veriyor. Match Point'in ikinci odak noktası ise 'tercihler'. Allen, Chris karakteri üzerinden önce aşk için ne kadar ileri gidebilirsiniz diye soruyor ardından da kurulu hayat düzeninizi (evlilik, kariyer vs.) riske attığınızda onu koruyabilmek için neleri göze alabilirsiniz sorusu ile baş başa bırakıyor bizi.

Match Point, Allen'ın gerek karakterleri gerekse de mekanlarıyla en soğuk filmi diyebiliriz. Özellikle İngiltere'nin üst sınıfını temsil eden karakterleri ve içlerine girmeye çalışan Chris karakteri empati kurabileceğimiz tipler değil. Bu noktada oyuncu ve oyunculukları doğal bulmadığımı (kötü değil kesinlikle) ve filmin tek zayıf yönünün bu olduğunu söyleyebilirim.
Son söz: Match Point son dönem Woody Allen filmleri içinde eleştirel anlamda en çok takdir toplayanı oldu. Bana kalırsa da Allen'ın son 15 yıldır yaptığı filmler arasında en iyisi 8.2\10

19 Nisan 2012

21 Grams

Meksikalı genç yönetmen Alejandro Gonzales Inarritu, ilk filmi Amores Perros (Paramparça Aşklar Köpekler) ile bir çok ödül almış ve uluslararası üne kavuşmuştu. Inarritu'nun 2003 yapımı ikinci filmi 21 Grams, sonradan Babil ile ölüm üçlemesi olarak adlandırılacak serinin ikinci halkası. Birbirinden bağımsız 3 film elbette ama temalar ortak. Amores Perros'da olduğu gibi senarist yine Guillermo Arriaga. 

Kolej profesörü Paul Rivers ile karısı Mary'nin evlilikleri ölüm ve yaşam arasında tehlikeli bir dengededir. Paul, hastalığının son safhalarında olan bir hastadır ve kalp nakli beklemektedir. Mary ise suni döllenme ile hamile kalabilmeyi umut etmektedir. Christina Peck ise kötü geçmişinden sıyrılmış iki çocuk annesi ve iyi bir eştir. Ekonomik açıdan sıkıntı çeken eski dolandırıcı Jack Jordan ve karısı Marienne, sahip oldukları iki çocuğun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için mücadele etmektedir. Ve trajik bir kaza bu 3 çiftin hayatlarını kesiştirecek ve geri dönülmez şekilde değiştirecektir.

Inarritu, hikaye kurgusuyla oynamayı çok seven bir yönetmen. Öyle ki 21 Grams'da kurgu hikayenin önüne geçmiş. Inarritu, ne anlattığıma değil nasıl anlattığıma bakın demek istemiş sanki. Film, baştan sona üç hikayeyi iç içe geçirerek paralel olarak anlatıyor. Bununla da kalmıyor hikayeleri zamansal olarak eğip büküyor, başını ve sonunu iyice silikleştiriyor. Bir çokları için fazlasıyla karmaşık gelebilecek bu yapı 21 Grams'ı benzersiz yapıyor. 21 Grams, klasik bir kesişen yollar hikayesi olacakken biçimsel özellikleriyle mutlak yaşanması gereken sinemasal bir deneyim olup çıkıveriyor. 

3 hikaye de dramatik ancak birbirleriyle kesiştiklerinde ve sonrasında trajik hal alıyorlar. Inarritu, ruh-beden, yaşam-ölüm, kader-inanç gibi kavramlar üzerinden bir sorgulamaya girişiyor ve hayat üzerine büyük laflar etmekten de çekinmiyor. Filmin çıkış noktası 21 Grams'ın ifade ettiği anlam. Her insan ölürken ağırlığından 21 gram kaybeder diyor ve bu teoriyi de bir araştırmaya dayandırıyor Inarritu. Naomi Watts, Sean Penn ve Benico Del Toro insanüstü performanslarıyla karakterlerin yaralı ruhlarını derinden hissetmemizi sağlıyorlar. 
Son söz: Hüzünlü, olabildiğince karamsar ve etki gücü çok yüksek bir drama, bir başyapıt. Inarritu'nun en iyi filmi 9\10

17 Nisan 2012

90'lı yılların en iyi 20 korku\gerilim filmi


Gerilimi korkudan ayırmamak gerekir. İki tür arasında keskin bir ayrım olmamakla beraber gerilim filmleri korku ana başlığı altında derlenebilmekte. Dönem olarak bakacak olursak türün 80'li yılların sonundan itibaren yaşadığı düşüş 90'lı yılların ortalarına kadar sürdü. 1996 yılında Wes Craven'in Scream (Çığlık) filmiyle farklı bir boyut kazandı. Korku filmi üretimindeki artışın yanında Teen-Slasher (gençlerin kesilip biçildiği korku filmleri için kullanılır) dediğimiz alt türde gözle görülür bir canlılık yaşandı. Listedeki filmlere göz atarken "Ya bu korku filmi değil ki!" gibisinden serzenişleriniz olacaktır eminim ama filmleri titizlikle seçtiğimi belirteyim. Örneğin listenin tepesindeki David Lynch başyapıtı Lost Highway (Kayıp Otoban) melez bir türdür. Zira Lost Highway'e Kara film, gerilim ve sürreal korku etiketini yapıştırabiliyoruz. Se7en ve The Silence of the Lambs ise birer polisiye\gerilim olsa da korku sineması içerisinde değerlendirebiliyoruz.

1- Lost Highway (1997)
2- Se7en (1995)
3- The Silence of the Lambs (1991)
4- Flatliners (1990)
5- Scream (1996)
6- The Sixth Sense (1999)
7- Jacob's Ladder (1990)
8- The Game (1997)
9- Twin Peaks: Fire Walk With Me (1992)
10- Tesis (1996)
11- Misery (1990)
12- The People Under the Stairs (1991)
13- Interview with the Vampire (1994)
14- Bram Stoker's Dracula (1992)
15- The Stendhal Syndrome (1996)
16- Fallen (1998)
17- In the Mouth of Madness (1996)
18- New Nightmare (1994)
19- Mary Shelley's Frankenstein (1994)
20- Sleepy Hollow (1999)

16 Nisan 2012

The Artist

Yılın Oscar şampiyonu The Artist, 2012 yılı içerisinde bize sinemada sessiz bir film izleme şansını bahşetti fakat çok az sayıda kopyayla vizyona girince bir çok şehirde filmi dört gözle bekleyen sinefil kitle The Artist'i sinemada izleyemedi. Mağdurların başında da ben geliyorum. Nihayet diyerek ana konuya geçiyorum.

The Artist, bir sessiz sinema starı olan George Valantin'in 1929 yılında sinemanın sese kavuşmasıyla silinip gidişinin, buna paralel olarak da Peppy Miller adlı genç, güzel bir kadının tesadüfen oyunculuğa adım atışının ve kısa sürede yükselişinin öyküsünü eğlenceli bir üslüpla ve bolca klişeyle anlatıyor. Klişeler yerinde kullanıldığında olumsuzu olumluya çevirebilir. Filmin yönetmeni Michel Hazanavicius, The Artist'in klişelerle örülü, basit hikayesini deyim yerindeyse oya gibi işlemiş ve sessiz film şablonunu kusursuz bir şekilde uygulamış. The Artist'in ilk 35-40 dakikalık bölümü tutkulu ve çok eğlenceli. Ana karakterimiz George Valentin'in düşüşüyle birlikte -bir müddet sonra- film de tökezlemeye başlıyor ancak çar çabuk toparlayıp enfes bir finalle noktayı koyuyor.


Film içinde film mantığıyla çekilen açılış sekansı; o dönemin, oyuncuların abartılı mimikler sergilediği avantür filmlerle hemen hemen aynı etkiye sahip. Böylece dönemin havasını daha ilk dakikada solumaya başlıyoruz. Açılış sekansını önemli kılan asıl öğe ise tamamen sessiz çekilen filmlerin, sinema salonunda seyircilerin önünde bulunan bir orkestra eşliğinde filmin sese (müziğe) kavuşması ve film bitiminde oyuncuların reverans yapmalarıyla estirilen tiyatro havası günümüz sinema seyircisine sinemanın kat ettiği mesafeyi gösteriyor.

-Spoiler içerir- Filmde iki parlak fikir var. Birincisi sesli bir filmle tanışan George Valentin'in gördüğü kabus sahnesidir. Bu sahnede cisimlerin sesini algılayan George'un şaşkınlığı ve paniğinin yanında seyirci olarak biz de sesin büyüsünü hissediyoruz. İkincisi ise filmin sonunda sessiz sinemadan sesli sinemaya geçiş elbette. 1.5 saatin sonunda oyuncuların sesini duymak garip bir his yaratıyor. The Artist, hem tam bir sessiz film hem de biçimsel oyunlar ve sessiz film kalıplarını esneten yapısıyla ayrıksı bir örnek.

Hugo
Hugo mu The Artist mi?
Oscar yarışında kıyasıya rekabet eden iki film de 5'er Oscar kazandı ancak ana ödülleri toplayan The Artist gerçek kazanan oldu. Hugo ve The Artist, sinema sanatının geçmişiyle şekillendirilmiş filmler. Hugo'da hikaye George Melies özelinde ilerliyor ve George Melies sineması üzerinden sessiz sinemaya saygı duruşunda bulunuluyordu. The Artist ise hikaye iskeletini dönemin Hollywood'u ve sinema sektörü etrafında kuruyor. Daha da önemlisi siyah-beyaz estetiği ve bizzat sessizliğiyle saygı duruşunun da ötesine geçerek iade-i itibarda bulunuyor. Malum soruya gelecek olursak Imdb puanlarına baktığımızda (The Artist 8.3), (Hugo 7.8) seyircinin genel olarak The Artist'ten yana olduğunu söyleyebiliriz. Eleştirmenler ise Hugo'dan yana. Seyirciye samimi gelen öyküsü, biçimsel özellikleri ve modernize edilmiş sessiz film yapısıyla The Artist'in daha çok sevilmesi doğal. Öte yandan büyük usta Martin Scorsese'nin Hugo'su yönetmenliği ve iliklerimize kadar hissettiğimiz sinema duygusuyla çok başka bir film. 
Son söz: Sonuç olarak Hugo bir adım önde diyebilirim. The Artist 8.5, Hugo 8.8

14 Nisan 2012

3 film 1 sahne...

Büyük Rus sinemacı Sergey M. Eisenstein'ın 1925 tarihli filmi Potemkin Zırhlısı, 'Potemkin Zırhlısı Ayaklanması' adlı gerçek bir olayı anlatır. Sinema tarihinin en önemli yapımlarından olan filmin en önemli özelliği kurguya getirdiği yenilikçi tavrıdır. Film, sinema sanatının gelişiminde kilit bir rol oynamıştır.
Odessa Merdivenleri Sahnesi
Odessa Merdivenleri, filmin en meşhur sahnesidir. Sayısız kez gönderme yapılan bu sahnenin önce orjinaline sonra da parodilerine bakacağız. Woody Allen da 1971 tarihli komedi filmi Bananas da bu sahneye bir gönderme yapmıştır ancak sahnenin görselini bulamadığım için o sahneyi değerlendirme dışında tuttum.


Sahnenin orjinali
Çar'ın askerlerinin isyan eden halkı şehrin ünlü Odessa Merdivenlerinde katlettiği bölümdür. Mahşeri bir kalabalık ve yaşlı, çocuk demeden bir bir öldürülen insanların görüntüsü kesintisiz bir müzik eşliğinde akıp gider. Halk, ölüm korkusuyla merdivenlerden aşağıya doğru hızlıca koşarken kucağında hasta çocuğuyla korkusuzca askerlere doğru ilerleyen bir anne öne çıkar. Bu sırada merdivenlerin tepesinde bebek arabasıyla askerlerden kaçan başka bir anne kadraja girer ve oracıkta vurulur. Bebek arabası merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başlar ve sahne tamamlanır. Tamamı belgeselci bir üslupla çekilen Potemkin Zırhlısı'nın Odessa Merdivenleri bölümü; gerçekçi yapısı, etkileyici anlatımı ve bir halk için ifade ettikleriyle unutulmazlar arasında yerini aldı.

O an
The Untouchables
Brian De Palma'nın 1987 tarihli gangster filminde Odessa Merdivenleri sahnesine açık bir gönderme mevcut. Tren istasyonunda geçen bölüm De Palma'nın bir çok filminde olduğu gibi 'slow motion' çekilmiş. Yine merdivenler, bir anne ve bebek arabası var sahnede. Filmde Odessa Merdivenlerindeki mahşerimsi kalabalık yerini tekinsiz bir sessizliğe bırakmış. Anne, bebek arabasını zorlukla merdivenlerden yukarı çıkarmaya çalışmaktadır ve Kevin Costner'ın canlandırdığı federal ajan Eliot Ness de ona yardım eder. Çocuk ağlamaya başlar ve Eliot etrafının gangsterlerce sarıldığını fark eder. O anda silahlar patlar


Silahına sarılan Eliot farkında olmadan bebek arabasını elinden bırakır ve Al Capone'ın adamlarını öldürmeye başlar. Bebek arabasının merdivenlerden aşağıya doğru gitmekte olduğunu gören anne çaresizce haykırır. Çatışma devam eder, Eliot durumun farkına varır, yaşadığı tereddütün ardından bebeği kurtarmak için hareketlenir. Bebek arabası çatışmanın ortasında kalmış ve kurşunlara hedef olmuştur. Eliot, yardımcısının da yardımıyla bebek arabasını yakalamayı başarır. Bebek gülmektedir şimdi. Bebeğin kurtarılmasının ardından son bir çatışma anıyla sahne sonlanır.

Hitchcock filmlerine yaptığı göndermelerle tanınan De Palma'nın Potemkin Zırhlısına yaptığı gönderme kendi sinemasının da alametifarikalarından. Odessa Merdivenleri nasıl Potemkin Zırhlısı'nın en göze çarpan sahnesiyse Tren İstasyonu sahnesi de The Untouchables'ın en unutulmaz en heyecanlı sahnesidir.

The Naked Gun 3: The Final Insult (1994)
Çıplak Silah serisinin son halkası serinin en zayıfı elbette ama filmin açılış sekansı unutulmaz bir komedi şöleni. Sahnenin komikliğinin yanında önemi de var. Şöyle ki: film, hem Potemkin Zırhlısı'nın Odessa Merdivenleri sahnesinin hem de The Untouchables'in Tren İstasyonu sahnesinin parodisini yapmakta. The Naked Gun'daki durum için 'suyunun suyu' diyebiliriz. Zekice bir hamle bu ve bir benzeri daha yok. The Naked Gun'ın polisiyelerin parodisini yaptığını düşünürsek bu sahnenin daha çok The Untouchables'in parodisi olduğunu söyleyebiliriz. Mekan The Untouchables'da olduğu gibi bir tren istasyonu ve tekinsiz bir atmosfer var. Bir anne bebek arabasını merdivenlerden çıkarmaya çalışıyor ve deneyimli polisimiz Frank Drebin ona yardım ediyor.


Bir anda yan merdivenlerde başka bir anne beliriyor iki bebek arabasıyla. Fotoğrafta görülen kendini kamufle etmiş diğer polisimiz de ona yardım ediyor. O sırada merdivenlerin tepesinde bir kadın ve bir bebek arabası daha beliriyor. Gangsterler sahneye çıkıyor, çatışma başlıyor bebek arabaları da yuvarlanmaya. O an bir çim biçme makinesı kadraja giriyor. Ardından korumalarıyla önce Amerikan başkanı sonrada Papa çatışmanın içinden geçiyor ve komedi had safhaya ulaşıyor. Sahne, bunun Frank Drebin'in rüyası olduğunu anladığımızda son buluyor. Absürd mizahtan hoşlananlar ve parodi severler için tadına doyulmayacak bir sahne.

13 Nisan 2012

A Dangerous Method


Kariyerini daha çok korku ve bilimkurgu filmleriyle şekillendiren, Kanadalı usta yönetmen David Cronenberg, 2011 yapımı son filmi A Dangerous Method (Tehlikeli İlişki) ile bir dönem filmine imza atmış ancak ana temasından sapmamış. İnsan bedenine olan ilgisini Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung sayesinde zihinsen bir boyuta taşımış. John Kerr'in 1992'de yayınlanan ve psikanalizin gelişim tarihini anlattığı kitabı "A Most Dangerous Method"dan uyarlanan filmin konusuna kısaca değinelim: sebebi tam olarak bilinmeyen bir rahatsızlığı olan Sabina, 1904 yılında tedavi olması için Carl Jung'a teslim edilir. O sırada evli olan ve baba olmaya hazırlanan Jung, çalışmalarına hayranlık duyduğu Sigmund Freud'un tartışmalı tedavi yöntemini uygular. Tedavi ilerledikçe de hastasıyla yakınlaşmaya başlar. Sabrina, Jung ve Freud arasındaki ilişki zamanla farklı bir boyut kazanacaktır.

A Dangerous Method, son dönem Cronenberg filmleri içerisinde en az takdir toplayanı oldu. Bunun birinci sebebi tam bir "David Cronenberg filmi" bekleyen seyircinin bir dönem filmiyle karşılaşması diyebiliriz. İkinci sebep Cronenberg'in yönetmenlik bazında kendini geriye çekmesi ve varlığını hissettirmemesi bana kalırsa. Üçüncü ve en önemlisi ise filmin vaatlerini yerine getirememesi. Bir Cronenberg filmi söz konusuysa beklentiler hep yüksek tutulur çünkü.

A Dangerous Method'un ilk bölümüne 'A' ortalarına 'B' ve son kısmına da 'C' dersek eğer, film A noktasında hangi tonda başladıysa o tonda B noktasına ulaşıyor ve C noktasında A'dan düşük bir tonda bitiriyor. Böyle olunca da havuz bir türlü dolmuyor. İşin esprisi bir yana minimalist bir filmde olağan karşılayacağımız bu durum söz konusu bir Cronenberg filmi olunca seyircide tatminsizlik hissi yaratıyor. Bir dönem filmi de olsa seyirci inişleri ve çıkışları olan bir hikaye izlemek istiyor. Diğer bir eleştiri konusu da hikayenin Carl Jung üzerine kurulup Sigmund Freud'un ikinci plana itilmesi. Filmin hikayesini Jung merkezli anlatmasına itirazım yok ancak Freud'un derinlemesine bir karakter olmaması -bu şekilde çizilmesi- düşündürücü. Aslında ana karakterlerimizin üçü için de benzer şeyler söyleyebiliriz. Özellikle Freud ve Jung arasındaki fikir ayrılıkları üzerine gidilebilseymiş işin rengi değişebilirmiş. Son olarak hikayenin zamansal olarak devamlı atlayarak ilerlemesi de filme zarar vermiş diye düşünüyorum. Tüm bu eksikliklerine karşın Freud ve Jung'ın sohbetleri ve yazışmaları, döneme ilişkin ayrıntılar, Viggo Mortensen, Michael Fassbender ve Keira Knightley'in performansları seyir keyfi almanızı sağlıyor. Ortalama bir film. Yine de görülmeli...

11 Nisan 2012

2000'li Yılların Uzak Durulması Gereken 10 Hollywood filmi


Bugüne dek hep en iyiler listesi yaptım ve itiraf etmeliyim ki hiçbirini yazmak bu kadar keyifli olmamıştı. Son dönemin kötülerini seçerken B tipi filmleri değerlendirme dışında tutmaya çalıştım (yine de listede bir iki tane var) çünkü B Tipi filmlerden kolay kolay iyi film çıkmaz. Başta Türk filmlerini de almayı düşündüm ama işin içinden çıkamadım. Listedeki filmlerin bazıları ya yönetmeni ya oyuncularıyla ya da popülaritesiyle vizyona girdiğinde büyük beklenti yaratmış ancak yaşattığı hüsran da o denli büyük olmuş filmlerdir. Buradaki 10 filmden çok daha fazlası var elbette ben sadece bir seçki sunuyorum.

1- Disaster Movie (2008)
Gerçek bir parodisever olarak diyorum ki bu filmden uzak durun! Disaster Movie, aklı sıra felaket filmlerinin ve çizgi roman uyarlamalarının parodisini yapmaya yelteniyor. Seyircinin zekasını hiçe sayan, komik olmaktan ziyade gülünç, acınası bir komedi filmi bu.
2- Piranha 3D (2010)
Alexandre Aja, ilk filmi High Tension ile korku sineması adına zirveyi görmüştü. Bir yeniden çevrim olan Piranha ile de uçurumun dibini görmüş. Piranha'lardan nefret etmek için iyi bir sebep arıyorsanız buyrun ancak dikkatli olun film sizi sinemadan soğutabilir
3- The Hitcher (2007)
1986 yapımı kült korku filmi The Hitcher'ın (Otostopçu) yeniden çevrimi o kadar kötü ki filmi tarif edebilecek söz bulamıyorum. Hani derinliği olmayan, sığ karakterler için 'karton karakter' deriz ya! Otostopçu'nunkiler karton bile değil. Yeniden çevrimler hiç bu kadar ucuz olmamıştı. Olur da bir yerde rastlarsanız hiç düşünmeden kaçın!
4- Catwoman (2004)
Merkezinde Kedi Kadın'ın olduğu bir film yapma fikri kulağa hoş gelse de ortaya çıkan şey oldukça 'bayağı'. Halle Berry ve Sharon Stone'ın her filmini izlerim diyorsanız buyrun ama sizi mantık hatalarıyla dolu, yaratıcılıktan nasibini almamış, boş ve nahoş bir film bekliyor söyleyeyim. Çizgi roman uyarlamaları hiç bu kadar itici olmamıştı.
5- Battlefield Earth (2000)
John Travolta'nın başrolünde yer aldığı büyük bütçeli bir bilim kurgu denemesi. Ben yorum yapmayacağım zira Amerikalı ünlü sinema yazarı Roger Ebert'ın yorumu söze hacet bırakmıyor. "Battlefield Earth, uzun zamandır yıkanmamış birisiyle yan yana uzun bir otobüs yolculuğu yapmak gibi. Sadece kötü değil, aynı zamanda saldırgan bir tavırla zevksiz"
6- Duplicity (2009)
Berbat bir senaryo, felaket bir anlatım. Julia Robert ve Clive Owen gibi starların varlığına aldanmayın. İlk yarım saatine dayanabilirseniz size artık karada ölüm yok! Kabul ediyorum ilginç bir harakiri denemesi olabilir :)
7- Gigli (2003)
'A Scent of A Woman'ın yönetmeni Martin Brest'ten bir intihar girişimi. Başrollerini o dönem birlikte olan Ben Affleck ve Jennifer Lopez'in paylaştığı bir suç komedisi. Eleştirmenlerce yerden yere vuruldu. Haksız da değiller. Fazla söze gerek yok Imdb puanı filmi ele veriyor 2.4\10
8- John Rambo (2008)
Slyvester Stallone'yi Stallone yapan Rocky ve Rambo serileriydi. 2000'li yıllarda iki seriyi de diriltmeye karar veren Stallone, Rocky ile ciddi bir başarı yakalarken John Rambo'da belki de kariyerinin en kötü işini çıkardı. Bir hikaye örgüsünden bahsetmek zor. Kısacası Rambo, küçük bir ordunun hakkından geliyor. Bilgisayar oyunu olsa bu kadar olurdu. Şimdi derin bir nefes alın. Aldınız mı? Filmin Imdb puanı 7.2
9- Southland Tales (2006)
Richard Kelly, ilk filmi Donnie Darko ile ağzımıza bir parmak bal çalmıştı. İkinci filmi Southland Tales ile de ağzımıza acıbiber sürüyor. Bir bilim kurgu olan film tam bir saçmalıklar komedyası. Dağınık bir anlatım, karton karakterler, nereye varmaya çalıştığı belirsiz bir öykü vs...
10- Babylon A.D (2008)
Listenin en iyisi. Daha doğrusu kötünün iyisi. Berbat bir kurgu, inandırıcılıktan uzak bir hikaye ve heyecan fukarası bir bilim kurgu denemesi. 1.5 saatinize yazık! Vallahi yazık!

10 Nisan 2012

Blade Runner


Büyük bilim kurgu yazarı Philip K. Dick'in "Do Androids Dream of Electric Sheep" (Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?) adlı romanından 1982 yılında Ridley Scott tarafından serbest bir şekilde uyarlanan Blade Runner (Bıçak Sırtı) bugün gelmiş geçmiş en iyi bilim kurgu filmleri listelerinde daima ilk 3'te yer almayı başarmış unutulmaz bir klasik.

Blade Runner, 1982 yılında gösterime girdiğinde pek de heyecan yaratmadı. Bunun başlıca sebebi stüdyonun filmi kendi istediği gibi kurgulamasıydı. 90'lı yıllara gelindiğinde yönetmenin kurgusunu izleyenler filme başka bir gözle bakmaya başladı ve Blade Runner efsane olma yolunda emin adımlarla ilerledi. Filmin öyküsüne kısaca değinelim. 2019 yılının Los Angeles'ında Tyrell adlı bir şirketin ürettiği androidler kolonilerinde isyan çıkartmış ve 6 tanesi bir uzay gemisi kaçırıp dünyaya gelmiştir. Deneyimli Polis Deckard'ın (Harrison Ford) görevi de androidleri yakalamaktır. Androidlerin ömürleri çok kısadır. İçlerinden biri 'Roy' yaratıcısını bulup bu sorunun üstesinden gelmek istemektedir.

Alt tür zenginliğiyle göz dolduruyor!

Blade Runner'ın bilimkurgunun birçok alt türüne dahil edilebilir bir yapısı var. Film, öncelikle distopik bilim kurgular içerisinde ilk akla gelen örneklerdendir. Hikayesini ise kara filmlere öykünerek anlatır fakat filmin geçtiği zaman Blade Runner'ı bir Neo-Noir'den ziyade Future Noir yapıyor. (Future Noir, geleceğin dünyasında geçen kara filmler için kullanılan bir tanımlama) Bununla birlikte 80'li yıllarda gün yüzüne çıkan Siberpunk denilen bir alt türün ilk örneklerindendir. (Siberpunk terimi yüksek teknolojiye rağmen düşük bir yaşam kalitesinin olduğu bir gelecek tasvir eden filmler için kullanılır. Kaynağını bilimkurgu edebiyatından alır)

Blade Runner'ın resmettiği dünyada insanların bir kısmı başka gezegenlere göç etmiş çünkü dünya artık o kadar da yaşanılabilecek bir yer değil. Dünya, adeta teknolojiyle yoğrulmuş bir çöplükten ibaret. Devasa gökdelenlerin yükseldiği, hava kirliliğinin üst seviyelere ulaştığı boğucu bir dünya. Ve filmde 2019'un dünyası öyle kusursuz yaratılmış ki Blade Runner daha çok mavimtrak atmosferiyle peşi sıra gelecek tüm bilimkurguları derinden etkilemiş ve etkilemeye de devam etmektedir. Görselliği bir yana filmi önemli kılan makine-insan, yaratan-yaratılan, varoluş-yokoluş gibi temaları geleceğin dünyasında geçen bir tür dedektiflik hikayesi içinde sorgulamasıdır. Bunun yanında androidlerden 'Roy'a biçilen insandan daha insani özellikler ve finaldeki Roy-Deckard karşılaşması filmi çok başka bir boyuta taşımıştır. Filmin aksiyona taviz vermeyen derinlikli ve ağır anlatımıyla her bünyeye göre olmadığını belirtelim.

Deckard bir kopya mı?

Blade Runner'a ilişkin tam olarak cevaplanamayan bir soru bu. Ridley Scott'ın yönetmenin kurgusu versiyonuna dahil ettiği Deckard'ın gördüğü boynuzlu at rüyası (Androidlerin sahte anıları-rüyaları vardır) kaçak androidlerin peşine düşen Deckard'ın da bir 'taklit' mi olduğu kuşkusunu izleyen herkesin kafasına kazıdı. Açıkçası ben de Deckard'ın bir 'taklit' olduğu görüşünü savunanlardanım. Blade Runner'ı yönetmenin kurgusu sayesinde bir efsaneye dönüştüren en önemli ayrıntı da budur.

Bilim Kurgu sinemasında Blade Runner sonrasında hal ve gidiş

Bilim kurgu 60'lı yılların sonunda yaşadığı değişimle daha derin mevzulara inmeye başlamış ve gözle görülmeyen-farkındalık yaratmayan bir 'Altın Çağ'a adım atmıştı. 70'li yıllarda Star Wars'la birlikte gişe potansiyelini de kanıtlamış ve bilimkurgu edebiyatıyla kol kola, yaratıcı yönetmenlerin ellerinde gözde bir tür olmayı başarmıştır. Blade Runner'ın 80'li yıllara olan etkisi Siberpunk dediğimiz türün doğuşu ve yükselişine ayrıca yapay zeka, makine-insan formunun Terminatör, RoboCop  vb. yeni temsillerine öncülük etmesi diyebiliriz. Tematik ve görsel etki 90'lı yıllarda hatta günümüzde de sürmekte. Ne zaman mavimtrak bir bilim kurgu filmi görsek Blade Runner etkisini göz ardı edemeyiz.

8 Nisan 2012

...Ve TANRI KADINI YARATTI

Bugün daha çok adıyla sinema tarihinin en meşhur filmlerinden olmayı başarmış bir klasik ...et dieu...Crea la femme (...Ve Tanrı Kadını Yarattı) 1950'lerin sonlarına doğru Fransa'da doğan ve 60'lı yıllarda devam eden Fransız Yeni Dalga akımının ilk dönem örneklerinden diyebileceğimiz 1956 yapımı filmin yönetmeni Roger Vadim, yıldızı ise yönetmenin o yıllar eşi olan Brigitte Bardot.

...Ve Tanrı Kadını Yarattı'da dünyevi zevkleri için yaşayan genç ve güzel Juliette'in öyküsüdür anlatılan. St. Tropez adlı küçük bir sahil kasabasında güzelliğiyle tüm erkekleri baştan çıkaran, kimsesiz Juliette'e kasabanın zenginlerinden Mösyö Carradine tutkuyla bağlıdır fakat Juliette de genç Antoine'e aşıktır. Ancak beklenmedik bir gelişme sonucunda Juliette, Antoine'in erkek kardeşi Michel'in evlenme teklifini kabul edecektir.

Küçük bir kasabada 3 erkek arasında sıkışıp kalmış, özgür ruhlu, aklı havada ve aşk şarkıları söylemekten, dans etmekten başka bir şey düşünmeyen Juliette 1950'li yılların kadın profilinin çok dışında bir karakter. Vücudunu cesurca sergileyen, cinselliğini özgürce yaşayan ama nasıl mutlu olabileceğini de hiç bilmeyen. Daha ilk sahnede çırıl çıplak uzanmış bir Brigitte Bardot vücuduyla karşılaşıyoruz. Filmin devamında da Bardot güzelliğini sergileme fırsatı buluyor pek çok kez. Brigitte Bardot'u bir seks sembolüne dönüştüren ...Ve Tanrı Kadını Yarattı, bugünün sinemasıyla yoğrulmuş yeni jenerasyon için büyük bir anlam taşımayacaktır. Film de o denli 'ağır top' değil zaten. Brigitte Bardot'ın ve filmin adı anlatılan hikayenin çok ötesine geçmiş. ...Ve Tanrı Kadını Yarattı, politik veyahut toplumsal konulardan sıyrılmış. Tam da Yeni Dalga akımının diğer örneklerinde olduğu gibi. Filmin türü için hafif bir drama denilebilir. İzlerken insanın aklına ister istemez Yeşilçam filmleri geliyor. 
Son söz: Basit bir öykü, hoş bir anlatım. Görülmeye değer 7|10

6 Nisan 2012

Artificial Intelligence (Yapay Zeka)


Stanley Kubrick, bilim kurgu yazarı Brian Aldiss'in kısa öyküsünden geliştirdiği 'Yapay Zeka' film projesini hep ertelemek zorunda kaldı ve hikayeyi Steven Spielberg'e teslim etmek istiyordu ancak Spielberg filmi yönetmeyi bir çok kez reddetti. Ta ki 1999 yılında Stanley Kubrick aramızdan ayrılana dek... Kubrick'in Yapay Zeka'yı Spielberg'in çekmesini istemesindeki ısrarın sebebi hikayenin duygusal boyutuydu. Ve Spielberg, Kubrick'in mirasını tüm yeteneklerini sergileyerek -filmin senaryosunu da Kubrick'in çalışmasının üzerine koyarak kendisi yazdı- tamamladı.

21. yüzyılın ortaları... Çocuk sahibi olmalarına izin verilmeyen çiftler için Sibertronik Üretim Şirketi, David adında, sevmeye programlanmış ilk robot çocuk üretir. David, o sırada çocukları bir tür komada olan Sibertronik işçisi Henry ve eşi Monica tarafından bir deneme süreci dahilinde evlat edinilir. David, kısa süre içinde annesine bağlanır ancak ailenin hasta çocuğu iyileşip de eve dönünce David için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Yalnızlığa terk edilen David, oyuncak ayısı Teddy ile birlikte nereye ait olduğunu bulmak için bilinmeze doğru bir yolculuğa çıkacaktır.

Bir robot gerçekten sevebilir mi? Eğer severse insanın yerini alabilir mi? gibi sorularla başlıyor filmimiz ve makine-insan sorunsalına farklı bir açıdan bakmayı deniyor. Yapay Zeka'nın Kubrick'in başyapıtı 2001: A Space Odyssey'in izinden gittiğini söyleyebiliriz. Şöyle ki: 2001'de makineleşen insan, insanlaşan makine filmin ana temalarından biriydi. Yapay Zeka'da ise insanlaşan makine filmin merkezinde yer alıyor. Sevmeye programlanmış bir çocuk robotun, bir insanı -annesini- sonsuz bir sevgi ve sadakatle sevmesini ve karşılığında sevgi beklemesini olabildiğince duygusal -yer yer iç burkan- masalsı bir anlatımla işliyor. Öte yandan uzak bir gelecekte geçen öyküde son derece karamsar bir gelecek öngörülüyor. Küresel ısınma sonucu bir çok kent sular altında kalmış ayrıca doğal kaynaklar tükenmenin eşiğinde. Bu noktada tüketmeyen üreten makinelerin yavaş yavaş insanın yerini alması kaçınılmaz oluyor. Spielberg, gerek tematik gerekse de görsel olarak hikayenin hakkını vermiş. Yapay Zeka,  Kubrick'in mükemmelliyetçiliği ve mesafeli tavrı ile Spielberg'in hikaye anlatma becerisi ve duygusallığının bir araya geldiğinde nasıl sonuç vereceğini görme açısından da çok önemli.

-Spoiler içerir- Tüm film boyunca Kubrick etkisini görmek mümkün ancak Yapay Zeka'nın  son 20 dakikası 2001: A Space Odyssey'in finalinde 15 dakika süren Sonsuzluğun Ötesine yapılan uzay yolculuğunu akla getiriyor hemen. Yapay Zeka'da hikaye zamanda 2 bin yıllık bir sıçrama yapıyor. Yeni bir buzul çağı sonrası insanlığın ortadan kalktığı ve dünyanın yapay zekaların yurdu olduğu post apokaliptik bir gelecek tasviri yapılıyor. İnsan neslinin tükendiğini düşünürsek tam bir kıyametten bile söz edebiliriz. Kuşkusuz ki filmin en etkileyici kısmı bu son bölüm. 2 bin yıl geçse de David amacından sapmadığını görmek duygusal anlar yaşatıyor izleyene. Son olarak bu son bölümde ortaya çıkan anlatıcı dışses masalsı anlatımı keskinleştirmiş diyebilirim -spoiler sonu-

Kubrick çekseydi nasıl olurdu?

Kubrick'in Yapay Zeka projesini bir saplantıya dönüştürmesi boşuna değil. Belli ki büyük deha yeni bir 2001: A Space Odyssey yaratabileceğini düşünüyordu. Yaratabilirdi de. Tek tereddütü ise hikayedeki aşırı duygusallıktı. Kubrick çekseydi muhtemelen daha az diyalog daha çok imge kullanırdı. İnsan-makine ilişkisi ve varoluş üzerine daha büyük laflar eder ve felsefik okumalara açık daha derinlikli bir film çıkarırdı. Yapay zeka, Spielberg'in ellerinde bir bilim kurgu başyapıtına dönüştü elbette ama Kubrick çekebilseydi yeni bir bilim kurgu destanı yaratacaktı hiç şüphesiz.

Son söz: Kubrick görse gurur duyardı.

2 Nisan 2012

Le Voyage Dans La Lune (Ay'a Seyahat)


Öykülü filmlerin babası olarak bilinen Georges Melies'in 1902 tarihli filmi Ay'a Seyahat, ustanın en meşhur çalışması. Birkaç yıl önce Martin Scorsese Hugo'da Georges Melies'e, filmlerine ve sinema tarihine saygı duruşunda bulunup unutulan filme biraz olsun popülerlik kazandırdı. Özellikle Hugo'da Ay'a Seyahat'in tekrar canlandırıldığı sahne benim gibi filmi izlemiş olanlar için ayrı bir anlam taşıyordu.

Ay'a Seyahat, sessiz sinemanın ilk dönem örneklerinden olmakla birlikte ilk öykülü filmlerden biri ve en önemlisi de bilimkurgu sineması için bir milattır. Georges Melies'in Jules Verne'nin "Dünya'dan Ay'a" adlı kısa öyküsünden esinlenerek çektiği bu 14 dakikalık filmde; Bir grup bilim adamı araştırma yapmak amacıyla bir füze ile Ay'a gitmesi, ekibin Ay'da pek de dost canlısı olmayan insanımsı yaratıklarca (bir kabile) esir alınması ve bilim adamlarının bir kovalamacanın ardından sağ salim dünyaya dönmeleri ele alınıyor.

Bırakın sinemayı edebiyatta dahi tam bir bilimkurgu geleneğinden söz edemezken Georges Melies, hayal gücü ve yaratıcılığı ile o günün şartlarını düşünürsek 110 yıl sonra bile keyifle izlenebilen ve takdir edilmeyi hak eden bir film çekmeyi başarmış. O yıllar Ay'a gitmek bir fantezi, bir düş iken Melies, bilinmeze doğru bir yolculuk yapmış. O gün için bilinmez olanlar bugün filmi izlerken gülümsememize sebep oluyor. Örneğin bilim adamları Ay'a vardıklarında Ay yüzeyinde yatıp uyuyorlar -153 derecede. Daha komik olansa her birinin günlük kıyafetleriyle bu yolculuğu yapması. Ay'da atmosfer olmaması ve yer çekiminin Dünya'dakinin 1\6'sı olması gibi hayati ayrıntıların filmde olmaması bahsettiğimiz bilinmezden kaynaklanıyor ve bilimkurgu anlamında filmi zedeliyor diyebiliriz. Bu açıdan Ay'a Seyahat'e bilimkurgudan çok, bir fantezi olarak yaklaşmak daha sağlıklı olabilir. Sonuç olarak Melies, filmin bilimsel  sorunlarını hayal gücü ile bertaraf etmiş ve Ay'da hayat olabileceği fikrinden yola çıkarak bir klasik yaratmış. Filme sonradan olup biteni anlatan bir dış ses ve baştan sona kesintisizce süren bir müzik eklenmiş. Bu haliyle seyir keyfinin daha yüksek olduğunu söyleyebilirim.

Son söz: Sinemanın bugününü daha iyi anlayabilmek için dününe bakmalı. Ay'a Seyahat, özelde bilimkurgu sineması tarihiyle, genel olarak da sinema tarihiyle ilgilenen sinemaseverlerin mutlaka görmesi gereken sinemanın ilk dönemine ışık tutan nadide bir film.