29 Mayıs 2012

Metropol insanının yalnızlığı: Shame


İlk filmi Hunger (Açlık) ile azımsanmayacak bir başarı elde eden Steve McQueen'in başrollerine Michael Fassbender ve Carey Mulligan'ı yerleştirdiği ikinci uzun metrajı Shame (Utanç) vizyona girdiği yılın en iyileri arasında gösterdiğimiz son derecede başarılı bir çalışma. Filmde; 30'lu yaşlarında New York'ta yaşayan seks bağımlısı, yalnız bir adamın, günün birinde kız kardeşinin kısa bir süre için yanına taşınmasıyla tamamen değişen hayatı konu ediliyor.

Filmi çözümlemek için Brandon karakterine bakmak, içinde bulunduğu koşulları kavramak ve ruh halini anlamlandırmak şart. New York gibi bir metropolde yapayalnız bir insan Brandon; geçmişin acılarını bilinç altında bir yere gömmüş, ailesiyle ilişiğini kesmiş, sosyo-ekonomik açıdan refaha ulaşmış, yüzeyde yapay bir mutlulukla hayatını idame ettiren, sorunların üzerine gitmektense kaçmayı tercih eden, belki de tüm bu sorunların ve mutsuzluğun dışavurumu olarak ortaya çıkan seks bağımlılığıyla kendisine ve çevresindekilere zarar vererek yaşamını sürdüren, bağımlılığından kurtulamayan-kurtulmak da istemeyen bir karakter. Kız kardeşinin gelişiyle Brandon'ın hayatı neden alt üst oluyor peki? Sebebi basit. Brandon'ın yalnız bir hayatı seçmesindeki ana etken bağlanma korkusu. Sissy'nin gelişiyle aileye dair anılar ve unutulmak istenen geçmiş gün yüzüne çıkıyor. İkisi arasındaki kardeşlik bağı ve bir abi olarak Brandon'a biçilen kardeş sorumluluğu onu fazlasıyla rahatsız ediyor. Brandon, bir iş arkadaşıyla yakınlaşıyor. Bu yakınlaşmanın ertesinde bir otel odasında ilişkiye giriyorlar. Daha doğrusu giremiyorlar. İkili arasında oluşan duygusal bağa ilişkin küçük bir kıvılcım dahi seks bağımlısı olan Brandon üzerinde ters tepki yapıyor. Sahne sonrasında başka bir kadınla ilişkiye girmesi-girebilmesi de bu savı destekliyor. 

Shame'de ana tema yalnızlık. Metropol insanının yalnızlığı... Steve McQueen, bu çerçevede bir birey üzerinden yalnızlık olgusunu irdeliyor diyebiliriz. Bunu da gerçekçi bir yapı kurarak dingin bir anlatım ile gerçekleştiriyor. Filmin dramatik yapısı farklı dünya görüşüne sahip iki kardeşin çatışması ve Brandon'ın suçluluk duygusu üzerine kurulmuş. McQueen, modern hayatın getirdiği yeni yaşam biçiminin insanlığı götürdüğü noktaya işaret ediyor. Bunu da geçmişini bilmediğimiz, kendini hayatın akışına kaptırmış ama hayattan da bir beklentisi olmayan yalnız bir adam üzerinden vermeye çalışıyor. Diğer yandan da insanı bu duruma getiren sistemi eleştiriyor. Olası alt metin sanırım kapitalist sistem. Belki de modern yaşamın çocukluktan başlayarak insanı psikolojik sorunlarla dolu bir geleceğe hazırlaması. Tabi McQueen'in filmi karakter draması düzleminde ele alması ve erotik dram ambalajıyla sunması işin rengini değiştiriyor.

Shame'de açılış ve kapanıştaki metro sahneleri kilit bir noktada duruyor  -spoiler- Açılışta Brandon, sarışın, alımlı bir bayanla kesişiyor ve kadın indiğinde peşinden koşturuyor (kadının) parmağındaki yüzüğe aldırmadan. McQueen, henüz filmin ilk dakikalarında Brandon'ı böyle bir ruh haliyle karşımıza çıkararak karakter hakkında genel bir izlek oluşturuyor. Ve sona gelindiğinde aynı sahne tekrarlanıyor fakat bu kez Brandon, kadını takip etmiyor. Yaşadıkları buna izin vermiyor. Karakter üzerindeki değişimi çarpıcı bir şekilde göstererek filmi noktalayan McQueen, hedefine ulaşıyor. - spoiler sonu-

Shame'in Oscar yarışına dahil edilmemesi ise büyük talihsizlik. Akademi neden görmezden geldi bu cesur filmi? Ah evet sorunun cevabı da sanırım 'cesur' kelimesinde saklı. Zira Shame; En İyi Film Oscar'ına aday olan Moneyball, War Horse, The Descandants, Midnight in Paris ve Extremely Loud and Incredibly Close'dan çok daha güçlü bir film. En iyi film adaylığı bir yana Michael Fassbender'in unutulmaz performansı nasıl ıskalandı? Öyle ki, bu performans bir oyuncu Oscar'a aday olabilmek için daha ne yapmalı sorusunu getiriyor insanın aklına.

Son söz: Shame, 18+ yaş sınırına tabi tutulan ve cüretkar seks sahneleriyle de çokça konuşulan ancak erotik film kalıbı içerisine dahil edilemeyecek çarpıcı bir drama 8.7\10

23 Mayıs 2012

En iyi 10 Şeytan filmi

 
1968 yılı bilimkurgu sinemasında olduğu kadar korku sineması için de bir kırılma noktasıydı. Modern korku sinemasının doğuşunda önemli rol üstlenen iki korku başyapıtından Rosemary's Baby, (diğeri Night of the Living Dead) 70'li yıllarda patlak verecek olan Şeytan temalı korku filmlerinin öncüsü diyebiliriz. Ancak 'öncü' kelimesi yanlış anlaşılmasın. Daha eski tarihli Şeytan filmleri var elbet ancak hiçbirisi bir eğilim başlatacak kapasitede değil ve başlatamadı da... Korku sinemasının vazgeçilmez alt türlerinden Şeytan filmleri genellikle iki şekilde karşımıza çıkar. Birincisi The Exorcist'ın şablonunu kullanır. Şeytan, çocuk veya bir ergenin vücuduna hapseder kendisini ve kötülüklerini günahsız bireyler üzerinden gerçekleştirir. İkincisi ise Rosemary's Baby ve Angel Heart gibi Faust uyarlamalarını temel alır. Bunun dışında Şeytanın dünyaya egemen olma çabalarını işleyen Prince of Darkness (Karanlıklar Prensi) ve mahkeme filmi alt türünü kullanan Devil's Advocate (Şeytanın Avukatı) gibi sıra dışı örnekler üretildi. Angel Heart (Şeytan Çıkmazı) ise kara film ve dedektiflik filmlerini Şeytan filmiyle birleştirerek unutulmazlar arasında girdi.

1- The Exorcist (1973)
2- The Omen (1976)
3- Angel Heart (1987)
4- Rosemary's Baby (1968)
5- Prince of Darkness (1987)
6- Devil's Advocate (1997)
7- Exorcist II: The Heretic (1977)
8- The Exorcism of Emily Rose (2005)
9- Fallen (1998)
10- Omen II (1978)

21 Mayıs 2012

The Help

Geçtiğimiz yıl adından sıkça söz ettiren, Kathryn Stockett'ın 'best seller' olmuş romanından uyarlanan ve en iyi film dahil 4 dalda Oscar adayı olup en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar'ını Octavia Spencer'ın aldığı The Help (Duyguların Rengi), Emma Stone, Viola Davis, Jessica Chaistain ve Brice Dallas Howard gibi güçlü kadın oyuncularının etkili performanslarıyla ön çıkan bir drama. Film Bizi 1960'lı yılların Amerika'sına, Mississippi'ye yani ırkçılığın en şiddetli yaşandı yere götürüyor.

Skeeter, yeni mezun olmuştur ve bir yazar olarak çalışmak amacındadır. Jackson, Mississippi'de yerel bir gazetede Bayan Myrna'nın temizlikte püf noktaları işini alınca en iyi arkadaşının siyahi hizmetçisi Aibileen'den yardım ister. Skeeter, Aibileen ile sohbet ettikçe siyahi hizmetçilerin yaşadıkları üzerine bir kitap yazmaya karar verir.

Irkçılık temalı filmler olaya genellikle erkeklerin cephesinden bakar. The  Help, ilk olarak bunu yıkıyor. Olaya kadınların (kadın hizmetçilerin) gözünden bakıyor. İkinci olarak da siyahlara yapılan şiddet eylemlerinden ziyade o dönem yaşanan ayrımcılığı ufak ama mide bulandırıcı (insanlık adına) detaylarla resmediyor. Filmde, Ku Klux Klan adlı siyah karşıtı ırkçı örgüt adı bir kez geçerken dönemin en önemli iki figüründen Martin Luther King'i halka seslenişi, John F. Kennedy'i ise suikastı ile anıyor. Özellikle Ku Klux Klan'ın ve Martin Luther King'in geçiştirilmesi The Help'in etki gücünü zayıflatırken hikayenin tatlı bir dille anlatılması seyir keyfini artıran bir unsur olmuş. Tate Taylor,  hikayeyi naif bir dille anlatmayı uygun bulmuş. Artı ve eksilerini göze alarak. Bir uyanış öyküsü diyebileceğimiz The Help, mizahı elden bırakmayan, dokunaklı, iletmek istediği mesajı ustalıkla vermeyi başaran, yeni bir şey söylemese de yarattığı karakterler ve sinema diliyle takdir edilmesi gereken önemli bir film olmayı başarıyor. Eleştirmenlerce ortalama bir film olarak değerlendirilen buna karşın seyircinin bağrına bastığı (Imdb puanı 8\10) incelikli bir drama. 7\10

16 Mayıs 2012

Yılın Balonu: "The Avengers"

Böyle iddialı bir başlık atıp klasik bir giriş cümlesi yapmak ve ardından her zamanki gibi konu özetini vermek olmaz. Uzun yıllardır beklediğimiz The Avengers projesi; İki Hulk, iki Iron Man, birer Thor ve Captain America filminin ardından uygun zemin de hazırlandıktan sonra karşımıza çıktı. Imdb'ye 8.9'luk bir puanla giriş yapan filmimiz beklentileri had safhaya çıkarmıştı. Bu puan "The Avengers, çok çok iyi bir çizgi roman uyarlaması ona göre" önyargısını tüm sinemaseverlere aşıladı ancak birilerinin çıkıp "Kral çıplak" demesi gerekiyordu. The Avengers, kötü olmamakla birlikte yüksek beklentileri karşılamanın çok uzağında kalması sebebiyle benim için yılın balonudur.

Süper kahramanlardan başlayalım. Filmde 6 süper kahraman olduğu söyleniyor. Saydım 3.5 çıktı :) Hulk, Thor, Iron Man ve buçuk dediğim Captain America. Süper kahraman olduğu iddia edilen Black Widow, bildiğin tabanca kullanıyor. Hawkeye ise ok atıyor. Yani sıradan bir aksiyon filminde karşımıza çıkan tiplerden ikisi de. Kimse bunları bana süper kahraman diye yutturamaz. Hollywood, süper kahramanları bir araya getirirken aslında bir 'Kaybedenler Kulübü' kurduğunun farkında değil. Şöyle ki; kahramanlarımızın kendi filmleri eleştirel anlamda başarılı olamamıştı zaten. Ekip toplandığında şeytanın bacağı kırılabilir diye düşünüyordum ancak aynı hatalar tekrarlanmış. Hollywood, seyircinin zekasını hiçe saymış ve vahim bir senaryo ile yola çıkmış.

Bir süper kahraman filmi yapıyorsanız baş kötünüz kahramanınızdan daha güçlü olmalı ve kahraman(lar) kadar karizmatik olmalı.  Çelimsiz Loki, teke tekte ne Thor ile ne de Hulk ile baş edebilir. Yazarlarımız da bunun farkında ki çözüm olarak Loki aracılığıyla garip uzaylıları ve yaratıkları Dünya'ya musallat ediyorlar. Böylece The Avengers gibi bir süper kahraman filminde 'İstila filmi' şablonunu kullanmak durumunda kalmışlar. İndiana Jones, son filmi Kristal Kafatası Krallığı'nda bu uzaylı bağlantısı sebebiyle çarpılmamış mıydı? Avantür geleneğinin dışına çıktığı için. Zamanında Ed Wood, Plan 9 from Outer Space'de İstila filmleriyle Zombi filmleri gibi iki farkı türden komik bir film çıkarmamış mıydı? Çizgi roman uyarlamalarının bir çoğu fantastik-bilim kurgu filmidir ama kendi formüllerini uyguladıklarında (kişisel mücadeleler) gerçek anlamda başarıyı yakalayabilirler.

The Avengers'ın ilk bir kaç dakikasında duyduğum şüphe ilk 10 dakikalık açılış bölümü tamamlandığında çığ gibi büyüdü. Kahramanlarımız tek tek toplanıp bir araya getirilirken sıkıntıdan patlayabilirsiniz. Zira, filmin ilk bir saati tam bir felaket. Bom boş! Son yarım saate kadar da ahım şahım bir sahne yok. Hulk-Loki karşılaşması leziz ama o kadar kısa ki tadı damağınızda kalıyor. Genel olarak Hulk'un olduğu sahnelerin tamamı keyifli denilebilir. Bunun dışında bir kaç sahne daha sayılabilir. Sonuç olarak film gişe rekoru kırıyor. Bu Hollywood'un hedefine ulaştığını gösteriyor. Buraya kadarki kısmı anlıyorum fakat filmin bu kadar yüksek puanlar almasının sebebini henüz çözemedim.
Son söz: Asıl soruyu sona sakladım: The Avengers'ın yazar ve yönetmeni Joss Whedon kim???

15 Mayıs 2012

Irkçılığa dair görmeniz gereken 10 film

Irklar arasındaki fiziksel farklılıkları ileri sürerek (beyaz, siyah, kızıl vb.) insanların sınıflandırılması, bazı ırkların diğerlerinden üstün olduğunun savunulmasını temel alan görüş milattan önceki çağlara kadar uzanmaktadır. Günümüze dek süregelmiş bu insanlık ayıbına sinema sanatı mesafeli durmadı. Toplumların bilinçlenmesinde üzerine düşen sorumluluğu olabildiğince yerine getirmeye çalıştı. Her 10 yıllık süreçte Irkçılık karşıtı filmler boy gösterdi ve sebeplerini sorgulamamıza olanak tanıdı. 2011 yılının (bizde 2012'nin) büyük takdir toplayan filmlerinden The Help, 1960'ların Amerika'sında ırkçılığın tavan yaptığı yıllarda ırkçılık mevzusunu duyarlı bir şekilde ele aldı. The Help vesilesiyle sinemada insanlığın kanayan yarası ırkçılığı işleyen ve mutlaka görülmesi gereken 10 filmi listeledim. Bu bir en iyiler listesi değildir. Kişisel olarak görülmesi gerektiğini düşündüğüm ırkçılık temalı 10 filmin sıralanmasından ibarettir. Schindler's List, The Pianist, Life ıs Beatutiful gibi soykırım filmlerini değerlendirme dışında tuttum.

1- To Kill A Mockingbird (1962)
2- Mississippi Burning (1988)
3- American History X (1998)
4- Cry Freedom (1987)
5- Malcolm X (1992)
6- The Help (2011)
7- Do the Right Thing (1989)
8- Glory (1989)
9- A Time to Kill (1996)
10- Manderlay (2005)

14 Mayıs 2012

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - Hart's War


Primal Fear, Fallen ve Frequency gibi başarılı tür filmlerinin yönetmeni Gregory Hoblit'in adı hiçbir zaman büyük yönetmenler arasında anılmayacak belki ama o ilgiye değer filmler çekmeye devam ediyor. Hoblit'in 2002 yapımı savaş draması Hart's War'ın (Şeref ve Cesaret) başrollerinde Bruce Willis ve Colin Farrell var.

Amerikalı Albay McNamara II. Dünya Savaşı'nın son döneminde Almanlara esir düşer. Esir düştüğü Nazi kampının en yüksek rütbeli subayı olduğu için kendi askerlerini komuta eder. Albay sessizce bir kaçış planı hazırlamaktadır. Kampta işlenen bir cinayet ona planını uygulama fırsatı verir. Alman Subaylar askeri mahkeme ile meşgulken o ve bir grup subay yakınlardaki Alman cephaneliğini havaya uçurmak için harekete geçer.

Hart's War, savaş filmlerinin alt türüne dahil edebileceğimiz bir 'Toplama Kampı' filmi ancak klasik bir örnek değil. Filmi ve hikayeyi farklı kılan detay Hart's War'ın aynı zamanda bir 'Mahkeme' filmi olması. Hikaye iki koldan ilerliyor ama karşımızda dağınık bir film yok. Özellikle ikinci yarısında gerilimin de kendini hissettirmesiyle seyir keyfi artıyor. Irkçılık, cesaret, fedakarlık ve onur gibi kavramların altı çiziliyor. Hart's War bir Amerikan filmi ve dolayısıyla Amerikan askerinin yüceltilmesi durumu burda da var fakat rahatsız edici boyutlarda değil. Filmin birinci sınıf görselliğini -ki en çok bu yönüyle takdir topladı- ve II. Dünya Savaşı atmosferini kurmadaki başarısını es geçmemek gerekir.

Son söz: Savaş filmlerini seviyorsanız ve büyük bir beklenti içine girmeden izlerseniz hoş bir 2 saat geçireceğinizi söyleyebilirim. 7\10

10 Mayıs 2012

Epik Sinemanın Altın Çağı


Sinemanın ana türlerinden olmamakla birlikte başlı başına bir tür kabul edilen Epik, kahramanlık ve yiğitlik hikayelerinin destansı bir dille anlatıldığı türdür. Sinemadaki karşılığı ise tarihte yaşanmış veya anlatıla geldikçe efsaneleşmiş, duyduklarında insanları coşturan, galeyana getiren hikayelerin görselleştirilmesinden ibarettir. Destanlar, Mitoloji, Kutsal kitaplar, savaşlar, iz bırakmış büyük kişiliklerin biyografileri epik sinemayı besleyen kaynaklardır.

Her çağdan epik öyküler çıkabilir-çıkartılabilir. Bu yüzdendir ki sinemada Epik filmler başlığı attığınızda Western'den Bilim Kurguya kadar farklı türlerde kendisine yer bulabilir. 'Epik Sinemanın Altın Çağı' başlığını tarihi-epik olarak okumalı ki bu değerlendirmeyi buna göre yaptım. Bir iki istisna dışında toplu tüfekli savaş filmlerini değerlendirme dışında tuttum. Amacım Tarihi-Epik'in karşılığını bulabilmekti. Tarihi-Epik'te şablon filmimiz Ben-Hur'dur. Günümüzdeki örneklerden de Troy, Gladiator, Alexander bu şablona harfiyen uyan filmlerdir. Türe ilişkin filmler genellikle 2-2.5 ile 4 saat arasında değişebilen uzunluğa sahiptir. Bol figürasyon içerirler. Bu tip filmler için büyük setler kurulmuş ve o dönem için büyük bütçeler harcanmıştır.

Epik Sinemanın Altın Çağının 1950 ve 60'lı yıllarda yaşandığını düşünüyorum. Biraz daha derine inmek gerekirse Altın dönemin 50'li yılların ortalarından itibaren başlayıp 60'lı yılların ikinci yarısına kadar sürdüğünü söyleyebiliriz. 50'li yılların başında Altın çağı müjdeleyen, nitelik olarak üst düzey olmamakla birlikte bir çok film üretilmiş. İncil kaynaklı Samson and Deliah (1949), Quo Vadis (1951), Ivanhoe (1952), Marlon Brando gibi bir starı bünyesinde barındıran Julius Caesar (1953), The Robe (1953), Demetrius and the Gladiators (1954) ve 50'li yılların ilk yarısında karşımıza çıkan en önemli yapım Akira Kurosawa'nın en iyilerinden olan Seven Samurai (1954) kuşkusuz. 1955'de kısmen başarılı Richard III ve Land and the Phraohs gibi sıradan sayılabilecek örneklerin ardından Altın Çağı resmen başlatan film, türün önemli isimlerinden Cecil B. DeMille'in tüm kutsal kaynaklarda kendine yer bulan Hz. Musa ve kendisine indirilen 10 emir ekseninde anlatılan hikaye The Ten Commendments (1956) aslında yönetmenin 1923'de sessiz olarak çektiği aynı adlı filmin yeniden çevrimidir. O dönemin görüp görebileceğimiz en başarılı görsel efektleriyle kotarılan Kızıl Denizi geçiş sahnesi unutulmazlar arasına girerken genel olarak da filmin başarılı bulunması diğer yönetmenlere ve yapımcılara cesaret aşılamış ve peşi sıra bir çok film üretilmiştir. Hz. Musa rolü ile Charlton Heston, epik filmlerin aranan yüzü  haline gelecek ve sayısız filmde rol alacaktır.


1956 yapımı bir diğer film Makedon Kralı Büyük İskender'i Richar Burton'ın canlandırdığı Alexander the Great, estetik kaygılar taşımayan çok da özenli bir film değildi. Dönemin ortalama işlerindendi. 2 yıl sonra gelen ve Vikinglerin öyküsünü perdeye taşıyan The Vikings, neresinden bakarsanız bakın başarılı olmuş bir epik. Orson Welles'in anlattığı hikayede krallık için mücadele eden iki kardeşi dönemin starlarından Kirk Douglas ve Tony Curtis canlandırıyor. Karakter çatışması ve savaş sahneleriyle heyecan, set ve kostümlerle yakalanan görsellik de baştan sona lezzetli bir seyirlik vaat ediyor. Ve türün babası olarak lanse edebileceğimiz 1959 tarihli William Wyler imzalı Ben-Hur'un merkezinde Roma döneminde, kutsal topraklarda Ben-Hur adlı zengin Yahudi prens ve çocukluk arkadaşı Roma generali Messala arasındaki çatışma, Ben-Hur'un düşüş ve yükselişi yer alır. Ancak film bu çatışmadan ibaret değildir. Aynı zamanda bir yan hikaye olarak Hz. İsa'nın öyküsü anlatılır. Hz. İsa, Ben-Hur'u etkileyen bir figür olarak çizilir. Ben-Hur, öyle tutkulu öyle ihtişamlı ve öylesine kusursuz ki sadece 60'lar epik filmlerini değil tüm bir epik film külliyatını etkilemeyi başarmıştır. Hatta etkisini 60 ve daha çok 70'li yıllarda Yeşilçam'da ard arda üretilen Tarkan, Battal Gazi ve Kara Murat vb. filmlerde açıkça görmek mümkündür. Film, prodüksiyon olarak da çok büyüktür. 20.000 figüran ve 300'e yakın set kullanılmıştır. 11 Oscar ödülü de cabası...


Ben-Hur'un gişe ve ödül bazında getirdiği başarı 60'lı yılların ilk yarısında tarihi-epik filmlerde bir patlama yaşanmasına sebebiyet verdi. Ertesi yıl gelen Stanley Kubrick başyapıtı Spartacus, o yıl 4 Oscar kazandı ve hatırı sayılır bir gişe geliri de elde etti. Kirk Douglas, insanlık tarihinin en meşhur kölesi Spartacus'e başarıyla hayat verirken film de Kubrick'in mükemmeliyetçiliğinden nasibini alıyor ve bir özgürlük destanına dönüşüyordu. 8500 figüranlı, 3 saatlik dev bir prodüksiyon olan Spartacus, döneme ilişkin ayrıntıları, titiz karakter çalışması ve etkileyici finaliyle Altın Çağın en önemli epik filmlerinden oldu. 1961 yılının iki önemli epik filminden Barabbas; küçük ölçekli, mütevazi sayılabilecek ve karanlık atmosferiyle dikkat çeken kişisel bir film iken yılın diğer filmi El Cid, 11. yüzyıl İspanya'sında El Cid adlı bir kahramanın İspanya'nın bölünmemesi için verdiği savaşı aktarır. Dönemin büyük yapımlarından olan filmde yine Charlton Heston'ı görüyoruz. Ona eşlik eden isim ise Sophia Loren. 1963'de karşımıza çıkan The 300 Spartans, bugün hepimizin bildiği hikayeyi gerçekçi bir tonda anlatmaya çabalıyor. Bir noktaya kadar da bunu başarıyor. En önemli eksiği yetenekli bir yönetmenden yoksun oluşu. Bugün sıkıcı gelebilir belki ama 60'lı yılların epik sineması adına kayda değer örneklerden olduğunu belirtelim. Aynı yılın major filmi ise 7 Oscar'lı Lawrence of Arabia. Yönetmenlik koltuğunda David Lean'ın oturduğu filmde kılıç şakırtısından çok silah sesleri hakim. Lawrence of Arabia, bir İngiliz casusun Suudi Arabistan'da geçen casusluk öyküsü olarak özetlenebilir ama 3.5 saatlik filmde çok daha fazlası var. Bu film yazının başında belirttiğim kriterlerin dışına çıkıyor dönemi itibariyle. Bu sebeple değinmeden edemedim. Yakın dönemi ele alan tarihi-epikler içinde en ünlüsü ne de olsa.


Altın Çağın en ihtişamlı filmi belki de 1963 yapımı Joseph L. Mankiewicz imzalı Cleopatra'dır. Elizabeth Taylor'ın tüm güzelliği ve cazibesiyle canlandırdığı Mısır Kraliçesi Cleopatra'nın önce Sezar ile sonra da General Marcus Antonius'la yaşadığı aşk ekseninde ilerliyor hikaye ve tüm görkemiyle bir çağa tanıklık ediyor. 3 yılda tamamlanabilen ve 44 milyon dolar gibi dudak uçuklatacak bir bütçeyle (bugünün 300 milyon dolarına denk geldiği söyleniyor) çekilen film süresinin fazla uzun olması sebebiyle (4 saati aşıyor) yer yer sarkıyor ama tam bir gövde gösterisi olan Cleopatra'nın Roma'ya giriş sahnesi için bile izlenebilir. Cleopatra'yı takiben 55 Days of Peking (1963), Becket (1964), The Fall of the Roman Empire (1964), The Greatest Story Ever Told (1965), The War Lord (1965) gibi ilgiye değer filmler üretildi. Bu filmler içinde en önemlisi ise kuşkusuz El Cid ile harikalar yaratan Anthony Mann'in tekrar görkenli bir epik filmle karşımıza çıktığı The Fall of the Roman Empire diyebiliriz. Ben-Hur, Spartaküs ve Cleopatra'da açıkça etkiler taşıyan film, gerçekle kurguyu bir potada eritiyor ve adını türün en iyileri arasına yazdırıyor. John Huston'ın 1966 tarihli The Bible: In the Beginning'i, The Ten Commendments'ta olduğu gibi tarihi-epik ile dini-epik'i birleştiren dünyanın yaratılışından başlayarak İncil'deki ikonografiyi takip eden ve İshak'ın kurban ediliş sahnesine kadar olan süreci görsel olarak tatmin edici bir şekilde anlatmayı başarmış döneminin farklı işlerinden biri. Rus sinemacı Andrey Tarkovski'nin Andrei Rublev'i ise epikten çok bir tarihi-drama ancak sinemasal başarısı adını anmadan geçmeme müsaade etmiyor. Bir ikona ressamının şiddet ve zulüm karşısında inancını sorgulamasını dönemin Rusya'sında savaş fonunda etkileyici bir dille anlatır. Bir Çek sineması örneği olan 1967 yapımı epik film Marketa Lazorova da çok geç keşfedilmiş ama hakkı heniz teslim edilmemiş dönemin son başarılı örneklerindendir.

Görüldüğü gibi özellikle 60'lı yılların ilk yarısında yaşanan epik film patlaması ve türün en iyi örneklerinin de üretilmesiyle bu dönemin Epik Sinemanın Altın Çağı olarak değerlendirilmesi bir zorunluluktur. 60'ların sonlarında ve 70'li yıllarda bilim kurgu ve korku sinemasında yaşanan gelişmeler doğal olarak Epik sinemanın düşüşüne önayak olmuştur. 2000'li yıllarda Gladiator'ın gişe ve eleştirel başarısı ve sonrasında fantastik sinemanın epikle kusursuzca buluştuğu Lord of the Rings serisi yeni bir Altın Çağ olmasa da bir Rönesans dönemi yaşanmasını sağlamıştır.

8 Mayıs 2012

En iyi 10 Martin Scorsese filmi


Bugün yaşayan en büyük yönetmenler listelerinde adı hep ilk sıralarda anılan, Amerikan Sinemasının üstatlarından Martin Scorsese, 60'lı yılların sonunda başladığı kariyerine 23 film sığdırdı. (Hızını kesmeden de devam ediyor) Scorsese, 70'lerden itibaren her 10 yıllık dönemde başyapıtlara imza atmış ve dengeli bir filmografi inşa etmiştir. Daha çok Amerika'ya dair öyküler anlatmış; Gangster filmlerinden müzikale, korkudan dönem filmlerine ve hatta komediye kadar çeşitli türlerde karşımıza çıkmış tümünde de başarılı olabilmiştir. 2000'li yıllarda düşüşe geçtiği söylense de bu katıldığım bir görüş değil. Bir değişim yaşadığı doğrudur ancak bu dönemde gelen filmlerinin de her biri üstün yapımlar diye düşünüyorum. Ustanın son filmi The Wolf of Wall Street sonrasında daha önce hazırladığım en iyi 10 Martin Scorsese filmi listemi güncelleme ihtiyacı hissettim.

1- Taxi Driver (1976)
2- Raging Bull (1980)
3- Godfellas (1990)
4- Gangs of New York (2002)
5- Hugo (2011)
6- The Wolf of Wall Street (2013)
7- Mean Streets (1973)
8- The Last Temptation of Christ (1988)
9- Cape Fear (1991)
10- Casino (1995)

6 Mayıs 2012

The Bible: In the Beginning


Sinemaya The Maltase Falcon, The Treasure of the Sierra Madre, The African Queen ve The Misfist gibi birbirinden kıymetli filmler armağan eden, klasik sinemanın büyük ustalarından John Huston'ın 1966 tarihli filmi The Bible: In the Beginning (Peygamberler Tarihi) kutsal kitapları temel alan dini-epik bir çalışma. Epik sinemanın altın çağında çekilen film dönemin bol figürasyonlu dev yapımlarından biri ve türün en görkemli işlerinden olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Film, Türkçeye Peygamberler Tarihi diye çevrilmiş ancak bu yanıltıcı olabilir. Huston, filmini orjinal adındaki 'Başlangıç' ile yani Dünya'nın yaratılışıyla açıyor. Bir dış ses Dünya'nın yaratılış aşamalarını İncil'de yer aldığı şekliyle kelimesi kelimesine anlatıyor. Didaktik anlatım filmin hanesine bir eksi olarak yansırken, bu 6 günlük yaratım aşamasının (göğün ve yerin, gece ve gündüzün vs.) görsel karşılığının bulunabilmesi seyir keyfi almanızı sağlıyor.

Hikaye akışı, kutsal kitaplardaki ikonografi ile birebir örtüşüyor; Adem'in yaratılışı, Havva'nın yaratılışı, İyiliği ve kötülüğü bilme ağacından yasak meyvenin yenişi, Cennetten kovuluş, Habil ve Kabil, Nuh ve Gemisi, Tufan, İbrahim, Sodom ve Gomorra ve İshak'ın kurban edilişi ile sonlanıyor. Tamamlanmamış bir ikonografi olsa da film yarım kalmış hissiyatı bırakmıyor. The Bible: In the Beginning, 3 saate yakın süresini biraz hoyratça kullanıyor. Huston'ın tercih ettiği ağır anlatım anlaşılabilir fakat bazı bölümler daha hızlı geçiştirilebilseymiş elde edilen sonuç da bir o kadar iyi olacakmış. Örneğin Nuh Tufanı sonrasında gelen 'Babil Kulesi' bölümü topu topu 5-6 dakika sürüyor ve bana kalırsa filmin en başarılı kısmı. Ki bu hikaye uzun metraj bir filme de konu olmadığından üzerinde biraz daha durulması gerekiyor aslında. Dillerin kökeni üzerine bilinen en eski öykü olan Babil Kulesi efsanesinin sinema tarihi içinde görebileceğimiz tek örneği olması zaten The Bible: In the Beginning'i değerli kılıyor. İnsanlık tarihinin en meşhur hikayelerinin ('hikaye' yanlış anlaşılmasın) anlatıldığı film birçok unutulmaz an barındırıyor (Adem'in yaratılışı ilk sıraya koyulabilir) ve kusurlarına rağmen görülmeyi hak ediyor. Dönemin önemli oyuncuları Richard Harris, Peter O'Toole, Ava Gardner ve Nuh rolünde yönetmenimiz John Huston tatmin edici performanslar sergiliyorlar.

Son söz: Düşük Imdb puanına aldanmayın diyerek, özellikle türün meraklılarına öneriyorum. 7\10

4 Mayıs 2012

90'lı yılların en iyi 25 komedi filmi

Siz listeye bakmadan bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Filmleri türler başlığı altında kategorize ederken  bir karmaşa yaşanır genelde. Bunda bir filmin bir çok türe dahil edilebilmesinin payı büyüktür. 90'lı yılların en iyi 25 komedi filmi listemde dramatik yapısı sağlam kurulmuş komedi-drama örnekleri bulunmaktadır. Örneklemek gerekirse "The Fisher King", "Truman Show", "Pleasantville" komedi-dramın kusursuz bileşiminden oluşmuş filmlerdir. Tim Burton'ın Ed Wood'u ise komedi ve dramın yanında biyografik bir çalışmadır. Sözün özü türsel çeşitlilik bahsettiğimiz filmleri komedi içinde değerlendirmememiz için bir sorun teşkil etmiyor. Komedinin ön planda olması kaydıyla... Listeye almadığım-alamadığım ama çok başarılı bulduğum filmler de şunlar: Ace Advntura: Pet Dedective I-II, Patch Adams, The Wedding Singer, Dumb and Dumber, Bowfinger...


1- Pleasantville (1998)
2- Truman Show (1998)
3- Groundhog Day (1993)
4- The Fisher King (1991)
5- La Belle Verte (1996)
6- Hot Shot II (1993)
7- The Naked Gun 2½: The Smell of Fear (1991)
8- The Big Lebowski (1998)
9- Liar Liar (1997)
10- Dogma (1999)
11- Hot Shot (1991)
12- Clerks (1994)
13- Pretty Woman (1990)
14- Housesitter (1992)
15- What About Bob? (1991)
16- Chasing Amy (1997)
17- French Kiss (1995)
18- The Hudsucker Proxy (1994)
19- As Good as Its Gets (1997)
20- The Birdcage (1996)
21- You Have Got Mail (1998)
22- Ed Wood (1994)
23- Analyze That (1999)
24- Deconstruction Harry (1997)
25- There's Something About Mary (1998)

2 Mayıs 2012

Fake Evolution +13


1 kilo baklava çaldığı için 40 yıl dondorulmuş olarak bekleme cezasına çarptırılan Behçet, geleceğin Türkiye'sinde uyandırılır.
-Behçet: Nerdeyim? Hangi yıldayız? 3. Dünya Savaşı çıktı mı?
-Fazıl: 2052 yılındayız ve savaş filan çıkmadı. 
-Behçet: Sen de kimsin?
-Fazıl: Adım Fazıl, doktorunum. Nasıl hissediyorsun söyle bakalım
-Behçet: Kış uykusuna yatmış bir ayıdan farkım yok
-Fazıl: Tetkiklerinde herhangi bir terslik çıkmadı ancak bir süre gözetim altında tutacağız seni. Bak bu özel hemşiren Ahu. Senle o ilgilenecek
Behçet: Ceylan gibi mübarek!
-Ahu: Pardon anlamadım.
-Behçet: Şey tuvalete gitsem iyi olacak
-Ahu: Nasıl kullanacağını biliyor musun?
-Behçet: Peh! İdiot değiliz herhalde. Sen tarif et yeter
-Ahu: Önce sağa sonra sola sonra tekrar sağa dön karşındaki ilk kapı
Behçet, tuvaletten döner
-Behçet: Bu kadar lüks bir tuvalette neden tuvalet kağıdı olmaz?
-Ahu: Tuvalette neden kağıt olsun ki? Temizlik için deniz kabukları var ya!
-Behçet: Ben onları akvaryumuma koyarım diye aldım. Kıçımı silecek değilim ya!
-Ahu: Kıç silmek ne demek?
-Behçet: Kafa bulma benle!
-Ahu: Gerçekten ilk senden duyuyorum bunu
-Behçet: Ne günlere kaldık ya! Deniz kabuklarından belli zaten. Ahucum ben nerde kalacağım şimdi sen ondan haber ver.
-Ahu: Daha önce kimse bana Ahucum dememişti
-Behçet: Dur ben sana daha neler diyecem.
-Ahu: Benim ev müsait bu arada
-Behçet: Sahi mi? Babanla papaz olmayalım sonra
-Ahu: Çok garip cümleler kuruyorsun ama merak etme
Ahu'nun evine varırlar
-Ahu: Hadi geç karşıma da sevişelim. Al şu hapı da
-Behçet: Bak bunu beklemiyordum işte! Ee! Niye oturdun öyle?
-Ahu: Eski usüller kullanılmıyor artık. Geç karşıma da göstereyim
-Behçet: Nasıl olcak bu iş aklım ermedi!
-Ahu: Hapı yuttun mu?
-Behçet: Yuttuk be! Ne boka yarayacaksa!
-Ahu: Gözlerini kapat ve yaptığımızı düşün
-Behçet: Ben zaten düşünüyordum ki! Bir de gözlerimi mi kapatacam?
Behçet, Ahu'yu öpmeye yeltenir
-Ahu: (Behçet'i iterek) Dur ne yapıyorsun? Hayvan gibi
-Behçet: Çattık ya! 40 yılda nasıl bu kadar değişebildi her şey anlamıyorum
-Ahu: Nasıl oldu anlatayım istersen
-Behçet: Anlat. Belki hala yapacak bir şeyler vardır.
-Ahu: 2025'te Dünya'da yeni bir teknolojik devrim yaşandı. Bu, öncekilere benzer bir şey değildi. Her ülke yapay bir zeka tarafından yönetilmeye başladı. Bu sistem Türkiye dışında tüm ülkelerde başarılı oldu. Gündemi her gün değişen ülkemiz sıradanlığın esiri oldu. Gün geçtikçe halk heyecanını kaybetmeye başladı. Yapay Hükümet, bir de kırmızı eti yasaklayınca değişim hızlandı. Kurban Bayramı eski önemini kaybetti. Mangal yapmak tarih oldu. Ve en önemlisi her Türk vatandaşına yılda 60 kitap okuma zorunluluğu getirilince zamanla diğer milletlerden farkımız kalmadı. Yapay Zeka yanlış bir şey yapmadı. Tabi bizim Türk olduğumuzu unutmak dışında...
-Behçet: Peki kimsenin aklına Yapay Hükümeti devirmek gelmedi mi?
-Ahu: Herkes mutluydu; işsizlik yok, yoksulluk yok, toplumun yarısı sanat düşkünü oldu. Bienaller, sergiler dolup dolup taştı. Hala da öyle
-Behçet: Güzel şeyler de yaşanmış ama bu böyle gitmez-gidemez
-Ahu: Gördüğün gibi her şeyin bir bedeli var
-Behçet: Basbayağı evrim geçirmişsiniz işte! Sen bana bu Yapay Hükümet nasıl bir şey onu anlat. Anlat ki anasını belleyeyim!
-Ahu: Bellemek mi? Ya hiçbir şey anlamıyorum ki!
-Behçet: Şu iş bi bitsin hiç merak etme uygulamalı olarak anlatacam ben sana
-Ahu: Peki. Yapay Hükümet dediğimiz şey son teknoloji 12 bilgisayardan oluşan bir sistem. Devre dışı bırakmak için hard disclerini sökmen yeterli
-Behçet: Düşündüğümden daha kolay olacak
Behçet, Yapay Hükümeti devirir. Eski alışkanlıklar geri döner ve tersine bir evrim süreci başlar. Geri dönüşün ilk somut belirtisi bir vatandaşın yere tükürmesi olur. 3 ay sonra mecliste eskiden olduğu gibi hararetli tartışmalar yaşanır. Dönüşümün son evresi ise kırmızı etin tekrar sofralara dönmesiyle gerçekleşir.
-Ahu: Helal olsun Behçet büyük iş başardın
-Behçet: Evet büyük iş başardım ama senle şu yarım kalan işi yoluna koyamadık
-Ahu: Ha o mu? Evlenmeden olmaz Behçetcim
-Behçet: Ne oldu o eski Ahu'ya?
-Ahu: Ahu eski Ahu da Türkiye değil! Çaktın!

Not: "Demolition Man" parodisidir.

1 Mayıs 2012

2000'li yılların en iyi 15 komedi filmi

2000'li yıllarda komedide ciddi bir eğilimden söz etmek çok zor. Bunu listedeki filmlere baktığınızda anlayacaksınız. 90'lı yıllarda altın dönemini yaşayan romantik komedi 2000'li yıllarda da klas örnekler ve Amelie gibi yenilikçi filmler çıkarmasını bildi ancak genel olarak bıkkınlık hissi vermeye başladığı da bir gerçek. Parodiler, İngiliz mizahının ürünü olan Shaun of the Dead, Hollywood'dan çıkan Scary Movie serisiyle bir hareketlilik yarattı fakat devamında gelen Date Movie, Epic Movie ve Meet the Spartans gibi sulandırılmış denemeler parodiye olan güveni sarstı. Bu dönemde Judd Apatow faktörü unutulmamalı. Apatow'un yapımcılığında gerçekleştirilen The 40 Year Old Virgin, Knocked Up ve Superbad gibi yetişkin komedileri büyük başarı yakaladı. Woody Allen ise her yıl bir film çekerek üretkenliğinden hiçbir şey kaybetmediğini gösterdi ve bu dönem filmleri yine belli bir standardın altına düşmedi. Oyunculara baktığımızda Jim Carrey'nin 2000'li yılların ortalarından itibaren kötü projelerle tahtını Adam Sandler'a kaptırdığını söyleyebiliriz. Listeyi yaparken Animasyonları dışarda tuttum. Aksi halde işin içinden çıkamayabilirdim. Diğer türlere göre komedinin kişiden kişiye daha değişken bir tür olduğunu düşünürsek listemi doğal karşılayacağınızı umut ediyorum. Son olarak da listemi oluştururken filmlerin beni ne kadar güldürebildiği kıstasının dışına çıkarak, filmlere bir bütün olarak bakmaya çalıştığımı ve seçimlerimi bu şekilde yaptığımı belirteyim.

1- Amelie (2001)
2- Stranger Than Fiction (2006)
3- Little Miss Sunshine (2006)
4- Bruce Almighty (Aman Tanrım) (2003)
5- Me, Myself & Irene (2000)
6- The Hangover (2009)
7- The Royal Tenenbaums (2001)
8- Sideways (2004)
9- Midnigth in Paris (2011)
10- Anchorman (2004)
11- The Dictator (2012)
12- O Brother, Where Art Thou? (2000)
13- Shaun of the Dead (2004)
14- Crimen Ferpecto (2004)
15- Hot Fuzz (2007)