26 Haziran 2012

Rekin Teksoy'un Sinema Tarihi

Büyük Çevirmen ve sinema yazarı Rekin Teksoy'u yakın bir zaman önce kaybettik. Ardında önemli eserler bırakan Teksoy'un 2005'de basılan Dünya Sinema Tarihi; biz sinemaya gönül verenler, özellikle de sinemanın geçmişine merak duyanlar için bir armağan niteliğinde. Şimdi bu muazzam kaynağı tanıtmaya çalışacağım.

Kitap kabaca 26 bölümden oluşuyor. Başlangıçta söz yoktu diyerek başlayan birinci bölümde Tarih öncesinde; duvar resimlerinden fotoğrafa, karanlık odaya ve sinemanın doğuşuna ışık tutuluyor. Sinemanın doğuşu ve ülke sinemalarının öncüleri anlatıldıktan sonra sessiz sinema dönemi, dönemin starları, star sistemi ve sinemanın sese kavuşması kusursuzca anlatılmış. Amerikan Sinemasının Altın Çağı, Avrupa Sinemasının Altın Çağı, Sovyetler Birliğinde Sinema  ve 1930'larda Fransız Sineması gibi bölümlerle yoğun bir bilgi bombardımanı altında sayfalarda kayboluyorsunuz.

Rekin Teksoy, tüm ülke sinemalarına eşit mesafede durmaya özen göstermiş. Bir ülke sineması, Dünya Sineması içerisinde ne kadar yer tutuyorsa elimizdeki kitapta da o kadar yer tutuyor. Dolayısıyla Amerikan ve Avrupa Sineması yine de bir adım önde diyebilirim. Bunun başlıca sebebi Teksoy'un Dünya Sinema Tarihini yönetmen odaklı anlatmayı tercih etmesi elbette. Öyle ki; Alfred Hitchcock, Ingmar Bergman, Federico Fellini ve Stanley Kubrick gibi büyük ustaların filmografileri uzun uzun anlatılmış. Teksoy, bir ülke sinemasını ele alırken öncelikle o ülkenin siyasi atmosferini ana hatlarıyla çiziyor. Mesela İkinci Dünya Savaşı ve Avrupa Sineması başlığı altında Hitler'in iktidara gelişi ve Nazi Almanya'sında Sinema, Mussolini'nin iktidara gelişi ve Faşist İtalya'da Sinema şeklinde bir izlek tutturmuş. Bu da ülke sinemalarının hangi koşullar altında doğup geliştiğini kavramamıza yardımcı olmuş. Akımlara da gereken ehemmiyet verilmiş. Kitabın tek eksiği 'Tür' sinemasına -western dışında- girmemesi

Bu 26 bölüm dışında Dünya Sinema Tarihi, bir kronoloji yapılarak maddelenmiş. Başlangıcından bugüne her  yıl yaşanan önemli gelişmeler; ölümler, Oscar'da kazanlar, festivaller vb. bir çok bilgiye yer verilmiş. Son olarak kuşe kağıda basılmış siyah-beyaz, renkli; afiş, afişet ve filmlerden karelerle görsel olarak da tatmin edici bir kitap oluşturulmuş.
Son söz: Rekin Teksoy'un Sinema Tarihi, sinema adına ulaşabileceğiniz en iyi kaynak kitap

24 Haziran 2012

Fright Night

Korku sineması adına çok da önemsenecek işlerin ortaya konmadığı bir yılda, 2011'de, türün vasat üstü sayılabilecek örnekleri de ilgiyle izlenebiliyor. Yönetmenliğini Craig Gillespie'nin yaptığı Fright Night (Korku Gecesi), 1985 tarihli aynı adlı komedi soslu Vampir filminin yeniden çevrimi. Fright Night'da Colin Farrell ve Toni Collette gibi tanıdık yüzlerin yanı sıra genç isimlerden kurulu bir kadro var.

Lise son sınıfta okuyan Charlie okulda popüler bir öğrencidir. Seksi kız arkadaşı sebebiyle okulun tüm erkekleri ona imrenmektedir. En yakın arkadaşı Ed'in etraflarında vampirlerin olduğu düşüncesine inanmayan Charlie, yeni komşuları Jerry ile tanıştıktan bir süre sonra onun vampir olduğunu keşfedecek ve bu beladan kurtulmak için amansız bir mücadeleye girişecektir.

Korku sinemasının vazgeçemediği Vampir alt türü son yıllarda; Let the Right One In ve Thirst gibi kalburüstü örneklerle farklı bir yöne saptı. Yenilikçi ve korkudan ziyade dramatik yapılarıyla öne çıkan bu filmler Vampir mitolojisine bakış açısıyla takdir topladı. Vampir klişelerini ters yüz eden bu iki filmden birinin Avrupa'dan diğerinin de Uzak doğudan gelmesi sürpriz değil. Hollywood da Twilight serisi ile bu değişime katkı yaptı. Eleştirel anlamda dikkate alınmayacak olsa da Twilight, yeni neslin Vampirlere olan ilgisini artırdı şüphesiz. Fright Night ise klasik bir Vampir filmi olmanın ötesine geçemeyen, türe herhangi bir yenilik getirmeyen ve dolayısıyla da çabuk unutulacak bir korku denemesi diyebiliriz. Filmin bir kaç artısı var. Örneğin klişeleşmiş Vampir özelliklerinden bazılarını olduğu gibi hikayeye yedirirken (kalbe kazık saplama, gün ışığına çıkamama gibi) bir kısmına da yüz çeviriyor. Haç,  Vampirler üzerinde etkisiz bir öğe olarak karşımıza çıkıyor. Filmde baş Vampir Jerry, hayatını sürdürebilmek için kanla besleniyor ama bira içmesi ve elma tutkusu alışık olmadığımız Vampir davranışları. Çelimsiz ve ürkek talebe Charlie'nin bir Vampir avcısına dönüşmesi, okulda kaybolan gençlerin soruşturulmaması gibi geçiştirilen veya üzerine kafa yorulmamış izlenimi veren ayrıntılar canınızı sıkabilir. Bir yeniden çevrim olarak baktığımızda, orijinal hikayede ufak tefek değişikler yapıldığını ve en önemlisi ilk filmin korku-komedi anlayışının tercih edilmediğini görüyoruz. Vampir görseli ve filmin genel olarak görsellikte başarılı olduğunu belirtmekle beraber düşük beklentiyle izlenilmesini öneriyorum.
Son söz: Fright Night, Colin Farrell'ın Vampir performansıyla hatırlanacak bir korku filmi. 5.6\10

21 Haziran 2012

3 Kuşakta Sinema Tarihinin en iyi aktörleri


3 Kuşakta Sinema Tarihinin en iyi aktrislerinden sonra sıra aktörlere geldi. Sinema sanatı varolduğundan bu yana genel olarak kadınlar ikinci planda kalmış ve filmler erkek karakter merkezli kurulmuştur. Toplumsal hayatta olduğu gibi eşitlikten bahsetmek güç. Bu eşitsizliğin sonucu oyuncu bazında rakamsal olarak da Sinema Tarihine damgasını vurmuş aktör sayısı aktrislere oranla daha fazla. Bu sebeple her kuşaktan 10 yerine 15 isim almayı uygun buldum. Yine de bir çok dev oyuncu dışarıda kaldı. Klasik sinemadan; Kirk Douglas, Richard Burton, Gregory Peck, James Dean gibi isimler. Orta kuşaktan; Dennis Hopper, Ed Harris ve Samuel L. Jackson vb. Yeni kuşaktan ise Denzel Washington, Ryan Gosling, Heath Ledger, Tim Roth, Tony Leung, John Turturro ve Matt Damon vb. bir çok oyuncu bu değerlendirme içerisinde yer alamadı.  Not: Listeler sırasızdır


Klasik Kuşak (1930-1955)

1- Marlon Brando
2- Orson Welles
3- Charles Chaplin
4- Humprey Bogart
5- Henry Fonda
6- Clark Gable
7- Max Von Sydow
8- Paul Newman
9- Anthony Quinn
10- Gary Cooper
11- Toshiro Mifune
12- Jack Lemmon
13- Laurence Olivier
14- Marcello Mastroianni
15- Peter Sellers

Orta Kuşak (1955-1980)

1- Jack Nicholson
2- Robert De Niro
3- Al Pacino
4- Dustin Hoffman
5- Morgan Freeman
6- Anthony Hopkins
7- Michael Caine
8- John Hurt
9- Alain Delon
10- Harvey Keitel
11- Gene Hackman
12- Gerard Depardieu
13- Jeremy Irons
14- Jeff Bridges
15- Ben Kingsley

Yeni Kuşak (1980- 2012)

1- Daniel Day-Lewis
2- Johnny Depp
3- Kevin Spacey
4- Sean Penn
5- Philip Seymour Hoffman
6- Edward Norton
7- Mickey Rourke
8- Brad Pitt
9- Gary Oldman
10- Ralph Fiennes
11- Javier Bardem
12- Benico Del Toro
13- John Malkovich
14- Ewan McGregor
15- Michael Fassbender

17 Haziran 2012

3 Kuşakta Sinema Tarihinin en iyi aktrisleri

Unutulmaz oyuncular ve unutulmaz performanslarla dolu sinema tarihinde en iyi oyuncuları seçmek hiç de kolay  değil. Seçimlerimi yaparken oyuncuların yeteneklerinin yanında kariyerlerini ve bıraktıkları izi de dikkate aldım. Kuşaklara ayırarak farklı bir liste yapmak ve aynı dönemin oyuncularını karşılaştırırken kolaylık sağlamayı hedefledim. Her kuşaktan 10 aktris seçmek işimi zorlaştırdı. Özellikle yeni kuşak seçimlerinde soğuk terler döktüğümü belirteyim. Subjektif bir değerlendirme olmasına karşın daha çok sevdiğim oyuncuları dışarda bırakmak durumunda kaldım. Oyuncuları kuşaklara ayırmak başka bir sorundu. Kariyerlerinin başlangıç tarihlerini esas alarak bu sorunu aştım. Sonuç olarak 3 döneme ait 3 farklı liste var ve hepsi kendi dönemine göre değerlendirilmeli. Not 1: Türk Sinemasını ayrıca değerlendireceğim. Not 2: Listeler sırasızdır


Klasik Sinema (1930-1960)
1- Katharine Hepburn
2- Elizabeth Taylor
3- Ingrid Bergman
4- Audrey Hepburn
5- Marilyn Monroe
6- Sophia Loren
7- Vivien Leigh
8- Bette Davis
9- Rita Hayworth
10- Jeanne Moreau





Orta Kuşak (1960-1980)
1- Meryl Streep
2- Catherina Deneuve
3- Helen Mirren
4- Faye Dunaway
5- Ellen Burstyn
6- Julie Christie
7- Diane Keaton
8- Susan Sarandon
9- Kathy Bates
10- Jodie Foster





Yeni Kuşak (1980-2012)
1- Nicole Kidman
2- Kate Winslet
3- Cate Blanchett
4- Winona Ryder
5- Julian Moore
6- Hilary Swank
7- Francis McDormand
8- Juliette Binoche
9- Naomi Watts
10- Uma Thurman

11 Haziran 2012

Yeni bir üçleme doğuyor: The Dark Knight Rises

Tim Burton'ın başarılı iki Batman uyarlamasından sonra 90'lı yıllarda gelen iki vasat film çizgi romanın hayranlarını üzmüştü. 2005 yılında Christopher Nolan, Batman'in nasıl Batman olduğunu anlattığı Batman Begins fazlasıyla başarılı bir başlangıçtı. Nolan, boğucu bir atmosfer kurmaktan kaçınıp gerçekçi bir yapı kurarak farkını ortaya koydu. Filmin tek sorunu The Scarecrow'un (korkuluk) beklenilen kötü karakter olmamasıydı. 3 yıl sonra gelen devam filmi The Dark Knight ise Joker ve Two-Face gibi klasik iki kötü karakteriyle bu açığı kapattı. Nolan'ın nasıl bir Batman dünyası yaratmak istediğini The Dark Knight'ı izlediğimizde anlamış olduk. Bu bir çizgi roman uyarlamasından ziyade aksiyonun eksik olmadığı bir suç öyküsü, bir polisiyeydi. Heath Ledger'in unutulmaz Joker performansı ve trajik ölümü filme farklı anlamlar da yükledi. 

The Dark Knight Rises
Hikaye: 8 yıl sonra ibaresiyle başlayacak. Harvey Dent'in ölümünün ardından adını temiz tutmak isteyen ve tüm suçlarını üzerine alan Batman köşesine çekilmiştir. Gotham City'nin altını üstüne getirmek isteyen ve Kedi kadın Selina Kyle'den de yardım alan azılı suçlu Bane, onu saklandığı yerden çıkarmayı amaçlamaktadır. 
Fragman ne söylüyor?
Anlaşılan o ki Nolan, Batman'in karşısına Bane gibi ürkütücü bir kötü karakter yerleştirmekle kalmamış. Batman'i yaşlandırıp ona henüz ne olduğunu bilmediğimiz birtakım sağlık sorunları yükleyerek düşmanı karşısına daha zayıf bir şekilde çıkarmış. Futbol sahasının yıkılış sahnesi, Batman-Bane arasındaki ikili mücadeleler ve finalde Gotham sokaklarındaki büyük çarpışma destansı bir uyarlamaya hazır olmamız gerektiğini müjdeliyor. Film, görsel olarak The Dark Knight ile bire bir örtüşüyor. Nolan'ın The Dark Knight Rises'da aksiyondan taviz vermemekle birlikte filmin dramatik yapısını da sağlam kurduğunu düşünüyorum. Kedi Kadın'ın hikayeye nasıl bir katkısı olacak hep birlikte göreceğiz. Anna Hathaway'in varlığı beklentileri yukarı çekiyor.
Son söz: Türkiye'de 27 Temmuz'da vizyona girecek olan The Dark Knight Rises, tüm çizgi roman severlerin soluğunu kesecek!

10 Haziran 2012

My Week With Marilyn

2011 yılı içerisinde sinema 3 filmle geçmişine bakış attı. The Artist ile sessiz dönem, Hugo ile George Melies sineması ve My Week With Marilyn ile de gelmiş geçmiş en büyük aktrislerden Marilyn Monroe yad edildi. 3 dalda Altın Küre, 2 dalda Oscar adaylığından Altın Küre'de Michelle Williams en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı. Yılın kayda değer işlerinden olan filmin konusu hatırlayalım öncelikle.

1956 yılında üniversiteden yeni mezun olan Colin Clark, hayalini gerçekleştirip film sektörüne atılır. Oyuncu-yönetmen Laurence Oliver'ın başlamak üzere olduğu yeni filmi The Sleeping Prince'de en alt kademe olan üçüncü asistan olarak işe girer. Filmin başrolünde de Marilyn Monroe vardır. Çekim aşamasına geçildiğinde bu ikili arasında duygusal bir yakınlaşma ve bir dostluk oluşacaktır.

My Week With Marilyn, biyogafik bir dönem filmi. Biyografik filmlerde tercihler çok önemlidir. Ele alınan kişinin hayatından ya bir kesit aktarılır ya da tamamı. Filmimiz Monroe'nun bir haftasını mercek altına alıyor. Bunu yaparken de kritik bir kararla Milos Forman'ın Mozart'ın hayatını anlattığı biyografik başyapıtı Amadeus'un peşinden gidiyor. Yani tüm olayı Monroe yerine Colin Clark'ın gözünden aktarıyor. Bu tercihler filme artı ve eksiler katıyor. Monroe'nun dengesiz kişiliğine ilişkin ayrıntılar yalnızca film setinde yaşadıklarıyla verilmeye çalışılıyor. Colin Clark'ın bakış açısı ise Marilyn Monroe'nun yüzeysel mutluluğunu ve özel hayatındaki problemleri anlayabilmemiz ve derdine ortak olmamız hususunda yetersiz kalıyor. Monroe'nun hayatından kısacık bir dönemin anlatılması bir Marilyn Monroe biyografisi olarak çok da ciddiye alınmayacak ama kayıtsız da kalınamayacak bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Özel hayatı ve çalışma yöntemi konusunda fikir verdiğini söyleyebiliriz daha fazlası değil. Film, görüntü ve sanat yönetimiyle sınıfı geçerken ilk sinema filmini çeken Simon Curtis'in oyuncu yönetimi dışında pek de maharetli olmaması My Week With Marilyn'in en büyük talihsizliği. Oyunculardan söz açılmışken Michelle Williams'ın Monroe suretinde inandırıcı ve akılda kalıcı performansı filmi sırtlıyor.
Son söz: Biyografik filmleri sevenler görmeli, Michelle Williams ve Marilyn Monroe hayranları kaçırmamalı 6.5\10 

8 Haziran 2012

Bir Avatar güzellemesi: John Carter


Bilimkurgu harikası Wall-e ile tanıyıp sevdiğimiz Andrew Stanton, Edgar Rice Burroughs'un 'A Prince of Mars' adlı bilimkurgu romanından John Carter adıyla sinemaya uyarladığı 250 milyon dolar bütçeli fantastik filmde; açıklanamayan bir şekilde kendisini Mars'ta bulan sırdan bir adamın, John Carter'ın burada bir savaşın ortasına düşmesi, gezegenin ve halkının kurtuluşunun kendi ellerinde olduğunu fark edişiyle zorlu bir maceraya girişmesi konu ediliyor.

John Carter, Yüzüklerin Efendisi sonrasında Hollywood'un yeni bir fantastik film serisi yaratma çabasının bir ürünü denilebilir. Tür olarak bilimkurgu\fantezi diyebileceğimiz film, yapısı itibariyle bir hayli ilginç. 1880'lerin Amerika'sında başlayan öykü öncelikle bir dönem filmi havası estiriyor. Kısa süre sonra zamansal olarak biraz daha geri gidip Süvarileri, Kızılderilileri ve atmosferiyle Western'e kayıyor. Mars yolculuğuyla da asıl türünü buluyor.

John Carter'ın esin kaynakları arasında Star Wars ve Avatar var. Star Wars'un farklı dünyalar ve hepsinin kendine has yaratıklarını-yaşam formlarını fikir olarak John Carter'da görmek mümkün. Uyarlanan roman daha eski olmasına rağmen filmin yaratım sürecinde ve görsel tercihlerinde bu etki gözden kaçmıyor. Avatar ve John Carter arasındaki benzerlikler ise şaşırtıcı. İki filmde de kahramanlarımız yabancısı oldukları bir gezegende önce keşfe çıkıyor sonra da tehlikede olan gezegenin kurtuluş mücadelesine katılıyor. Gezegenin yerel halkı tarafından suçlanıyor, kahraman oluyor ve nihayetinde aşkı bularak hayatlarına anlam katıyorlar. Avatar'ın mavimsi yaratıkları Na'viler John Carter'da yeşil Tharklar olarak karşımıza çıkıyor. Temel farklılıklar ise John Carter'da bir iç savaşın hüküm sürmesi, Pandora'nın eşsiz güzelliğine karşın Mars'ın çöl atmosferinin kullanılması ve gezegenler arası yolculuğun mümkün olabilmesi. Kafa karıştıran mevzu ise çok daha eski bir hikayeden uyarlanan John Carter mı Avatar'a benziyor yoksa Avatar mı...? Hikayeden haberdar olan James Cameron, Avatar'ı yazarken romandan etkilenmiş olabilir mi? gibi türlü sorular türetilebilir. Veyahut her ikisi de birbirinden etkilenmiş olabilir.

John Carter'ın seyirciden beklenen geri dönüşü alamamasının ana sebepleri ise cast'ın yavanlığı, filmin görsel olarak muadillerinden farklı olamaması ve mitolojisinin zayıflığı. Bilimkurgu sinemasının eskittiği temaları klişeleri yıkıp yenilikçi bir tavırla ele almazsanız ve bir James Cameron da değilseniz John Carter benzeri çabuk unutulacak filmler çekmeniz kaçınılmazdır. İçerik ve görsellik ikilisinden en azından birisi seyirciyi tavlayabilecek yetkinlikte olmalı. Aksi takdirde John Carter da olduğu gibi dev bütçelere rağmen düşük gişe getirisi kaçınılmaz olacaktır. Tüm olumsuz özelliklerine karşın karşımızda kötü bir film yok. Koltuğunuza yaslanıyorsunuz ve 2 saat süresince pek alışık olmadığınız bir Mars macerasıyla (Mars genellikle ıssız, hayat belirtisinin olmadığı bir coğrafya olarak betimlenir) eğleniyorsunuz o kadar.

Son söz: Klişe öyküsüne rağmen fantastik sinemaya gönül verenler keyif alacaktır. 5.5\10

2 Haziran 2012

Prometheus

Ridley Scott, 1979 yapımı ilk Alien filmi ve 1982 tarihli Blade Runner ile bilim kurgu sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olup çıkmıştı. Türe yaptığı büyük katkı sonrasında farklı türlere yönelen Scott,  sonunda aradığı projeyi bir nevi Alien'ın öncesini anlattığı Prometheus ile buldu ve Avatar - Inception sonrası yükselişe geçen bilim kurgu sinemasına major bir film daha armağan etti. Fragmanları ve fazla ipucu verilmeyen hikayesiyle uzun zamandır sabırsızlık ve heyecanla beklediğimiz Prometheus nihayet Dünya ile eş zamanlı olarak ülkemizde de vizyona girdi. İnsan ırkının köklerini araştıran bir ekibin gerilim yüklü ve bilinmeze doğru yaptıkları yolculuğu, evrenin uzak bir köşesinde karşılarına çıkan ve Dünya'nın sonunu getirebilecek bir tehlikeye karşı verdikleri mücadeleyi konu ediniyor filmimiz.

Alien filmlerinin en belirgin özelliği bilim kurgu ve korkuyu harmanlamasıdır. Prometheus da bu geleneği bozmamakla birlikte felsefi yapısıyla tüm Alien külliyatından ayrılıyor ve klasik bir preguel (tamamlanmış bir serinin öncesi anlatan filmler için kullanılan terim) olmamayı başarıyor. Adını mitolojik bir tanrıdan alan Prometheus, hayatı anlamlandırma, yaratıcıyla buluşma çabası ve nerden-nasıl geldik gibi sorular soran düşünsel yapısıyla 2001: A Space Odyssey'in açtığı yoldan gitmeyi tercih ediyor. Bunu yaparken temposunu da an be an artırıyor. Anlık korkutma hilelerinden çok ustalıkla oluşturulan gerilim sahneleriyle Prometheus'un Alien'a daha yakın durduğunu ancak Aliens ve Alien 3'e de sırtını dönmediğini söyleyebilirim. Scott, özgün bir hikaye kurgularken seriye ihanet etmemiş ve Alien'ın doğuşunu sağlam temeller üzerinde şekillendirmiş. Ayrıca Alien serisinden farklı olarak inanç teması da sorgulanıyor. Prometheus, ortaya ilginç sorular atıyor ama bu soruları cevaplamıyor-cevaplayamıyor. Prometheus, bilim kurgu sineması içerisinde nerede duruyor derseniz 2001'in izinden gitmesine karşın bir Alien filmi olmanın ötesine geçemiyor yani korku öğeleri ve dozunda aksiyonuyla popüler bilim kurgu ile felsefi bilim kurgular arasında bir noktada duruyor. Bu yapı ona zarar vermiyor ve Prometheus'u 2000'li yıllar bilim kurgu sinemasının en iyi örneklerinden biri yapıyor.

Prometheus, enfes açılış sekansıyla merakımızı iyice körüklüyor ve son karesine dek doyumsuz bir bilim kurgu şöleni sunuyor. Görsel olarak fazlasıyla tatmin edici olmanın yanında klasik olabilecek bir kaç sahne de barındırıyor. Ana karakterimiz Elizabeth Shaw, Alien filmlerinin olmazsa olmazı diyebileceğimiz Ellen Ripley'i aratmıyor. Ridley Scott, yine güçlü bir kadın karakter yaratmış. Elizabeth Shaw karakteri için Noomi Rapace çok doğru bir seçim olmuş. Michael Fassbender ise robot performansı ile yine parlak bir işe imza atmış. Prometheus'u ilk Alien filmine benzetmemin  iki sebebi var. İlki Ridley Scott'in aradan 33 yıl geçmesine karşın ilk filmin tadını tutturabilmesi ve yönetmenliği, İkincisi ise kapalı alanlarda ve uzay mekiği Promethe'de yaratılan klostrofobi hissi.

-Spoiler- (Yazının bu bölümü filmin sürprizlerini açık etmektedir) Prometheus'da bir Alien görememek seyirciyi üzebilirdi. Neyse ki Scott bunun farkında. Filmin sonunu Alien'ın doğuşuna ayırarak ve bunu iki farklı türün birleşmesiyle mümkün kılarak benzeriz bir etki bırakıyor. Bununla birlikte filmin ucu açık bir finalle bitirilmesi Prometheus'la Alien arasına yeni bir film daha sıkıştırılabileceği izlenimini bırakıyor.


Son söz: Prometheus, öncüllerinden beslenen ancak kendi kurallarıyla Alien dünyasını genişletirken bu dünyadan ayrı olarak da değerlendirilebilecek ve türü sevenleri mest edecek bir başyapıt. 9.2\10

Prometheus sonrası Alien filmlerinin sıralaması
1- Alien (1979)
2- Aliens (1986)
3- Prometheus (2012)
4- Alien 3 (1992)
5- Alien: Resurrection (1997)