30 Ekim 2012

The Amazing Spider-Man

Her yeni filmi büyük sükse yapan bir serinin -Spider Man'in- bir üçleme olarak kalması düşünülemezdi fakat adına reboot denilen ve hikayenin başa sarılıp tekrar anlatılması olarak özetleyebileceğimiz, yeni yeni yükselişe geçen bu eğilim, devam filmlerini aratan ve yapımcıların kasasını doldurmaktan başka amaca hizmet etmeyen bir kısır döngü yaratıyor. The Amazing Spider-Man projesini ilk duyduğumda, şüpheyle yaklaşmış ve gereksizliğinden dem vurmuştum. Yönetmen, oyuncu ve hatta hikaye tercihinin de baştan beri yanlış olduğunu düşünüyordum, yanılmamışım. Şimdi "Daha önce anlatılmamış bir hikaye anlatacağız" dedikleri şeyin ne olduğuna bir bakalım.


Anlatılmamış hikayenin getirdikleri ve götürdükleri
Peter Parker'ın çocukluğu ve anne-babasının esrarengiz bir biçimde onu Ben amcası ve Mey halasına bırakışı başlangıç noktamız. Peter, büyüdüğünde babasının bıraktığı bir evrak buluyor, bu esrarın peşinden gidiyor ve yolu Oscorp'a düşüyor. Babasının eski ortağı Dr. Curt Connor'la tanışıp, onu Örümcek Adam yapacak olayın önünü açıyor. Anlatılmamış denen hikayede üstünkörü bir Peter Parker geçmişi sunulurken Peter'ın büyük aşkı Mary Jane'e yer verilmiyor ve gazete için fotoğraf çekip geçimini sağlayan Peter, fotoğrafçı ergene indirgenerek-dönüştürülerek maddi sıkıntı çeken, çalışmak zorunda olan ve bu sebeple de insanların kendine en yakın bulduğu, kendinden biri olarak gördüğü kahramandan, halktan koparılmış bir kahramana evriliyor. Hayati önem taşıyan hususlar bir çırpıda yok sayılıyor, çizgi romana ihanet ediliyor da diyebiliriz.

Sancılı bir metamorfoz
Peter Parker'ın Örümcek Adam'a dönüşümünü Sam Raimi'nin filmiyle karşılaştırarak anlatmak istiyorum. Raimi, Peter Parker'ın dönüşüm ve örümcek güçlerini keşfetme sürecini alabildiğine komik ve sempatik şekilde ele almıştı. Marc Webb ise aksi istikamette ilerliyor. Eğlenceli bir üslup takınmaya çalıştığı bu bölümlerde önce senaryo, sonra da Andrew Garfield engeline takılıyor. Neden senaryo engeline takılıyor peki? Hikaye gereği Peter Parker'ın Örümcek Adam'a dönüşümünün ve Ben amcasının ölümü üzerine onun intikamını alma girişimiyle Peter, fazla ciddi bir karakter olarak çiziliyor. Sam Raimi'nin Örümcek Adam'ın intikamcı bir figüre dönüşmesini serinin üçüncü filmine saklaması boşuna değil. İlk film giriş mahiyetindedir, ikinci ve üçüncü filmlerde tonlama kademeli olarak değiştirilmelidir.


Bilimkurgusal gerçeklikten fanteziye...
Tüm Spider-Man filmlerini bilim kurgu başlığı altında inceleyebiliriz. Sam Raimi'nin ilk iki filmi ve The Amazing Spider-Man 'Mad Scientist' bilimkurgusudur. Çılgın bilim adamının yol açtığı felaket dizisi bu kez Dr. Curt Connor'un dev bir timsaha dönüşümüyle 'Canavar filmi' alt türüne dahil oluyor. Spider Man filmlerinin bahsettiğimiz bilimkurgulardan ayrıldığı nokta; bilime ve insanlığa hizmet eden bilim adamlarının bir kaza veya dış etkenler sebebiyle toplum içinde 'öteki' konumuna düşmesi, bunun sonucunda içindeki kötücül yanın ortaya çıkması ve bedensel zafiyetini-üstünlüğünü kullanarak toplumsal paranoyaya neden olmasıdır. Spider Man filmlerinde bilim, önce iyi olanı -Örümcek Adam'ı- yaratır. Peşinden kötüyü de yaratarak, iyiye bahşettiği üstün nitelikleri büyük bir amaç için kullanma imkanı verir.

Marc Webb'in yetersizliği 
The Amazing Spider-Man'in türsel sınıflamasını Fantastik-bilim kurgu-aksiyon olarak yapalım ve Marc Webb'in bu türlerde ne yaptığını soralım kendimize. Ben söyleyeyim: hiçbir şey! 500 Days of Summer ile parlak bir çıkış yapan Webb, işin bilim kurgu kısmında sıkıntı çekmese de aksiyonda çuvallıyor. Webb'in filminde akılda kalıcı tek bir aksiyon sahnesi yok. Kısacası Mark Webb, Sam Raimi gibi vizyonu geniş bir yönetmen değil, bunu anlıyoruz.


Örümcekler çarpışıyor: Tobey Maguire vs. Andrew Garfield
İki Örümcek Adam'ın da artıları ve eksileri olduğu kanısındayım. Kabul etmek gerek Andrew Garfield, fiziği ve yaşı itibariyle avantajlı... Tobey Maguire ise bu dezavantajını karizması, oyunculuğu ve sempatikliğiyle bertaraf ediyor. Garfield, yakışıklı, uzun sayılabilecek, bizdeki adıyla jön kavramına yakın duran ve 'havası' olan bir oyuncu. Garfield ve seyirci arasında daha çok senaryodan kaynaklanan bir soğukluk, bir mesafe var. Maguire ise fiziken olmasa da ruhen Örümcek Adam olduğunu hissettirmeyi başardı ve bu kadar sevilmesini başka türlü açıklayamayız. Son filmdeki ağlak hallerini saymazsak daha başarılı bir Örümcek Adam portresi çizdiğini düşünüyorum.

Son söz: The Amazing Spider-Man, Sam Raimi üçlemesi altında eziliyor. Marc Webb, bir yanlış daha yaparak, Ben amcaya "Büyük güçler büyük sorumluluklar ister" dedirtmiyor. Büyük filmler de büyük sorumluluk ister Marc efendi! 5.9\10

27 Ekim 2012

The Dictator

İngiliz komedyen Sacha Baron Cohen, Tv şovunda yarattığı Borat karakterini 2006 yılında "Borat: Culturel Learning of America for Make Benefit Glorious Nation of Kazakhstan" adıyla sinemaya uyarlamış ve bir hayli ses getirmişti. Sinema yolculuğuna yine Tv şovunda yaratığı Bruno karakteriyle devam etmiş ve sinema alanında da 2000'li yılların popüler komedyenleri arasına adını yazdırmayı başarmıştır. Bugüne dek uzak durduğum (izlemediğim) Cohen mizahı ve filmlerine bir yerden başlamak gerektiğini düşünerek son çalışması The Dictator'e bir şans verdim. Ve sonuç tahminlerimi alt üst edecek bir boyuta ulaştı.

Saplantılı olduğu biricik ülkesine demokrasinin asla gelmemesi için hayatını dahi tehlikeye atan Kuzey Afrikalı diktatör Aladeen'in kahramanlık öyküsü olarak özetlenebilecek hikaye İngiliz usulü bir absürd komedi örneği. Cohen, ilk olarak Saddam, Kaddafi gibi diktatörlerin olası zevk ve sefahat içindeki yaşamlarını tamamen kurgusal Aladeen karakteriyle hicvediyor. Henüz ilk dakikalarda başlayan kahkaha tufanı dinmek bilmiyor ve 80 dakika boyunca birbirinden unutulmaz sekansla (markette doğum sahnesi akıllara zarar) devleşiyor. Komedi filmlerinde komediyi tüm filme yaymak öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Hele aynı tonu tutturup devam edebilmek büyük yetenek ister. The Dictator'ün en büyük kozu komik olmayı başarabilmesi.

Cohen, Charles Chaplin'in başyapıtı The Great Dictator'den esinlenmiş anlaşılan. Diktatörün yerine geçen 'benzeri' burada farklı bir biçimde uygulanıyor. Tesadüf yerini bir komploya bırakıyor ve hikaye Amerika'ya uzandığında Diktatör Aladeen, vasıfsız bir mülteciye dönüşüp çırpınırken -yabancısı olduğu bir kültüre ayak uydurma ve normal-sıradan bir insan olma çabası filmin komiklik katsayısını yukarı çekmeyi başarıyor- diğer yandan kukla gibi oynatılan dublorü, ülkesi Wadiya'ya demokrasi getirmenin eşiğindedir. Kuzey Afrika ülkelerindeki demokratikleşme-özgürleşme sürecinin bir benzeri, 11 Eylül sonrası Amerikan halkının İslama ve Araplara bakışı -hiç eksik olmayan absürd mizah anlayışıyla- eleştirel bir boyuta da taşınarak içi boş bir komedi filmi olmanın ötesine geçebiliyor.

Son söz: The Dictator'ü ne kadar seveceğiniz veya sevip sevmeyeceğiniz mizah anlayışınıza daha çok da absürd mizaha bakışınıza kalmış. 2012'nin en iyi komedisi...

22 Ekim 2012

'Bir Zamanlar Sinema' 1 Yaşında

Birbirini kovalayan tesadüfler sonucu bilinçsizce açtığım sinema blogum 'Bir Zamanlar Sinema' bir yılı geride bırakıyor artık. Bilinçsizce diyorum çünkü geriye dönüp baktığımda bir açılış yazısı dahi yazmadığımı fark ettim ve birinci yıl için başta kaleme almam gereken bazı hususları da belirtme şansı yakalamış oldum. Yıllardır sinema üzerine yazmak istiyordum ve bir çok kez başlayıp bıraktım, devamını getiremedim. Sebebi yazdıklarımı yayınlayabileceğim bir platformun olmaması ve dolayısıyla da bir motivasyon kaynağımın olmamasıydı. Ve bir gün blog açmanın twitter\facebook profili oluşturmak kadar basit olduğunu anlamamla birlikte bir hayali gerçeğe dönüştürdüm.

Sinema bloglarını incelemeye-takip etmeye başladığımda gördüm ki hemen hemen tamamı vizyon filmlerini yazıyor, pek de güzel yazıyorlar ve internet çağında dergi-gazete-kitap üçgenine birer alternatif oluşturuyorlar. Peki ben ne yapmalıydım? Genel eğilimi mi takip etmeliydim yoksa tamamen sırtımı mı dönmeliydim? Yolun başında verdiğim karar, sinemanın bugününü ve yarınını es geçmeden dününe bakmak oldu. Dününe bakmaktan kastım sadece kült veya klasikleri yazmak değildi aslında. Yapmak istediğim sinemaya 10 yıllık dönemlere ayırıp incelemek, türlere bakıp altın çağlarını belirlemek ve yönetmen sineması kapsamında incelemeler yapmaktı. Liste yapma tutkumu da bloga taşıdım. Hem de ne taşıma! :) Önce konuya kısa bir bakış atıp sonra listelerle o alanın en iyileri olduğunu düşündüklerimi çekinmeden sıraladım. Sinemaya bakışımı da tamamıyla yansıtabildim böylelikle. Aldıkları yorumları ve gösterdiğiniz ilgiyi göz önüne alırsak siz de seviyorsunuz listeleri itiraf edin (itiraf ettiğinizi varsayarak devam ediyorum) Hatta yaptığım iki anketle sizi de liste yapmaya alıştırdım. Öte yandan film parodilerim ve mizahla harmanladığım kimi dosyalarla sinema ve mizahı bir potada eritmeye ama en çok da yeni ve farklı şeyler denemeye devam edeceğim.

Ve artık blogda yalnız değilim. Dostlarımın desteğiyle daha eğlenceli bir döneme girdim. Başta Temmuz'dan bu yana düzenli olarak yazan Burç'a çok teşekkür ediyorum. Kıymetli analizleriyle bloga değer kattı, katmaya da devam ediyor. Konuk yazarlarım diyebileceğim Cinephile7 ve henüz yazmamış da olsalar Egemen ve Gökçen'e (varlıkları yeter) verdikleri destekten ötürü teşekkür ediyorum. Tek tek isimlerinizi yazamasam da blogu takip eden, paylaşımları, yorumları ve yapıcı eleştirileriyle cesaret veren tüm dostlara da teşekkürü bir borç bilirim.

Son söz: Bir yıldır ara vermeksizin sinema üzerine yazıyorum. Sinema okuma şansına erişemedim ben de kendi okulumu inşa ettim. 'Bir Zamanlar Sinema' benim için bir okul, karnemi verecek olanlar da sizlersiniz ehe ehö :D

17 Ekim 2012

Sinema yazarlarınca abartılmış 10 film

Sinema yazarlarının yere göğe koyamadığı filmlerden bir kaçını art arda izleyip de ters düşünce böyle bir liste yapmanın ve eleştirmenlerle genel sinema seyircisi arasında oluşan uçurum üzerine karalamam gerektiğini düşündüm. Sinema yazarlarını yakından takip eden, onlara gereken ehemmiyeti veren, sevip, sayan ve genellikle de ortak noktada buluşan bir sinefilim lakin kişisel zevklerim ve sinemaya bakışım bir takım filmlerle arama mesafe koymama neden oluyor. Sinema yazarlarıyla seyirci arasındaki beğeni farkı tüm ülkelerde gözlemleyebileceğimiz bir durumdur ancak gelişmiş, gelişmekte ve geri kalmış ülkelerde oransal değişimler var. Bu değişimin ana nedeni de halkın eğitim seviyesi ve sanata bakışı olarak özetlenebilir. Seyirci, sinemaya bir eğlence olarak mı bakıyor, yoksa onu sanat olarak mı algılıyor? Ya da şöyle söylemeli: seyircinin ne kadarı eğlence ne kadarı sanat olarak bakıyor sinemaya? Eleştirmenlerle yaşanan beğeni farklılıklarına ilk olarak bu açıdan bakmalı. Bilemiyorum herhangi bir Avrupa ülkesinde bir film için "Eleştirmenler beğendiyse kötüdür" gibi önyargılı, sabitleşmiş  fikirler ve dayanaksız yorumlar öne sürülüyor mudur?

Listeye gelecek olursak, sinema yazarlarımız her yıl Siyad olarak ödüller veriyor ve ortak bir en iyiler listesi yayınlıyor. 90'lı yıllardan başlayarak listelere göz attığımda vasat ve yalnızca iyi diyebileceğim filmlerin Siyad listelerinde ilk sıralarda olduğunu gördüm. Amacım eleştirmenlerin beğenilerini sorgulamak değil, iyi olmasına karşın çok abartıldığını düşündüğüm filmleri öne çıkarmaktı. İşin ilginç yanı bu filmlerin Imdb puanları da öyle düşük değil. Bakarsanız 7 ve biraz üzerinde olduklarını görürsünüz. Yine de eleştirmenlerin en iyiler listelerinde ilk sıralarda olmaları benim için çok daha abartılı bir durumdur o sebeple de seyirciden çok yazarların abarttığı filmler olarak baktım. Bu liste kapsamında değerlendirdiğim için en çok tepki alacağımı düşündüğüm iki film: Nuri Bilge Ceylan'ın ödüllü filmi 'Uzak' ve Todd Haynes'in 2007 tarihli çalışması I'm Not There. Listenin en iyisi olduğunu düşündüğüm The Player'ı da son sıraya koydum. Bakalım sizler ne düşüneceksiniz? Kılıçlar çekilsin! :)

1- Bright Star (2009)
2- The Ice Storm (1997)
3- Gomorrah (2008)
4- Gosford Park (2001)
5- Crouching Tiger, Hidden Dragon (2000)
6- Uzak (2002)
7- I'm Not There (2007)
8- Traffic (2000)
9- Out of Sight (1998)
10- The Player (1992)

16 Ekim 2012

Cosmopolis

Her yeni filmini merak ve heyecanla beklediğim David Cronenberg'e karşı daima olumlu yönde bir önyargım vardır. Ustanın son filmi Cosmopolis'in fragmanı düştüğünde ortak kanımız eski usül bir Cronenberg filminin bizi beklediğiydi. Heyhat.. Filmi izledikten sonra anladım ki fragman çok ama çok büyük bir aldatmacaymış. Daha doğrusu bilinçli bir tercihle, bir pazarlama stratejisi olarak filmin durağanlığının tam aksi yönde hızlı kurgulanmış, bunun yanında kimi erotik anları ve ana karakterimiz Eric Packer'a hayat veren Robert Pattinson'un kendi eline ateş ettiği sahne gibi filmden cımbızla çekilebilecek birkaç sahneyle ambalajlanarak huzurumuza çıkarılan bir David Cronenberg film bu. Şimdi gelin 2012'nin sinema adına en büyük faciasına bakalım.

Film, genç bir multimilyonerin bir tür kaosun hüküm sürdüğü Manhattan'da limuziniyle trafikte sıkışıp kalması ve bir yandan bu beladan kurtulmaya çalışırken öte yandan işlerini ve özel hayatını düzene sokma çabasının sıradan bir iş günündeki yansımasını sunuyor. Cronenberg sinemasındaki değişim malum, üstadın 'body horor' günleri çok gerilerde kaldı ve anlaşılan o ki bir daha da geri dönmeyecek o günlere. Buraya kadar kabul edilebilir bir değişim bu. Yaşını da göz önünde bulundurduğumuzda bilhassa. A History of Violence gibi ağır başlı başyapıtlar çıkardıktan sonra başımızın üstünde yeri var. Uzatmadan Cosmopolis'e dönelim. Cronenberg ne anlatmaya çalışıyor? Cosmopolis bir kapitalizm eleştirisi olarak okunabildiği gibi genç, zengin, duygusuz ve insani değerlerden yoksun bir bireyin kendisinin de başrolünde olduğu bir kaosun ortasında kaybettiği yolunu bulma -kendini bulma- çabası olarak da okunabilir pekala. Filmin içeriğini tartışmak istemiyorum. İçeriğin, sinema sanatının ve Cronenberg sinemasının önüne geçen unsurlara bakmak istiyorum. Kendi penceremden baktığımda sorunun anlatılan-anlatılmaya çalışılan mevzudan çok; anlatım şekli, kullanılan dil ve diyaloglardan kaynaklandığını söyleyebilirim. Sözüm ona, çokça bahsedildiği üzere 'zekice' ancak sonu bir yere varmayan ve biri bitti derken diğeri sahne alan diyaloglar insanı çileden çıkarıyor. Algılaması zor diyaloglar bunlar ve ne bir bağlayıcılığı var ne de hikayeyi ileri taşıyabilecek bir işlevi. Bu noktada sanat, sanat için mi toplum için mi tartışması Cosmopolis öne çıkarılarak gündeme getirilebilir çünkü Cronenberg, bu son filmiyle deyim yerindeyse uçmuş. Uyarladığı roman veya o romanın içeriğinden çok, yönetmenin hem senaryo yazımında hem de yönetmenlikteki tavrı önce kendi sinemasından sonra da seyircisinden kopuş anlamına geliyor.


1 saat 45 dakikalık bir film Cosmopolis ve ben tamamını tepkisiz izledim. Neden tepki veremedim çünkü kendimden bir şey bulamadığım gibi sinemaya bakışım doğrultusunda bir filmde olması gereken unsurlardan sadece birini bulabildim. Peki nedir bunlar? Bir filmin işlevi ele aldığı konuya eleştirel bakmak mı?, eğitici bir misyon üstlenmek mi?, eğlendirmek mi?, gerçeklikten koparmak mı gerçekliğin ortasına bırakmak mı yoksa her insanda varolan estetik duygusunu seslenebilmek mi? Belki de hepsinden biraz. İşte şimdi en can alıcı soruyu sormanın vaktidir. Cosmopolis bunların hangisi veya hangilerini yerine getiriyor? Eğitici mi, hiç değil; eğlendirici mi, alakası yok; ne gerçeklikten koparıyor ne de gerçekliğin ortasına bırakabiliyor bizi; ya estetik duygusu, o da yok. Ve elimizde kalan yalnızca eleştirel bakış. Ve bu da bir filmi değerlendirirken hiçbir zaman öncelikli kriterim olmamıştır. Dolayısıyla Cosmopolis, Cronenberg sinemasının en zayıf halkası diyebiliyorum rahatlıkla. Diyeceğim o ki; bazı filmlerin ne anlattığına, bazılarının nasıl anlattığına, bazılarında da ikisine birden bakarız. Bu yönetmenin sinemaya bakışına göre değişir. Cronenberg'in elinde ele avuca gelmeyen bir hikaye var ve bunu da yönetmenliğini unutturacak biçimde kotarınca olan olmuş. Son olarak Cosmopolis'i David Cronenberg değil de hiç tanınmamış bir yönetmen çekseydi sinema yazarları bu kadar ılımlı yaklaşırlar mıydı bilemiyorum. Cevabı size bırakıyorum. Gerçek bir Cronenberg filmi arıyorsanız En iyi 10 David Cronenberg filmi dosyamıza bakabilirsiniz.

Son söz: Sakın denemeyin ya da deneyin ve kendi gözlerinizle görün! Yalnız Cosmopolis'te Cronenberg'e dair hiçbir şey bulamayacaksınız söyleyeyim. 3\10 

15 Ekim 2012

En iyi 25 Gangster filmi

Yılın iki gangster filmi Lawless ve Gangster Squad yaklaşırken türün en iyi örneklerine bakmak istedim. Yasa dışı işler yapan ve bunu yaşam şekline dönüştüren çete üyesi olarak tanımlayabileceğimiz Gangsterler, sinemada bir alt tür oluşturmakla beraber hemen hemen her türde karşımıza çıkabilen figürlerdir. 40'lı ve 50'li yıllarda Altın Çağını yaşayan Kara filmlerin vazgeçilmezleridir onlar. The French Connection ve Manhunter gibi polisiyelerde, komedi öğeleri içeren Bugsy Malone (1976) ve tamamıyla bir komedi olan Analyze This (1999) gibi filmlerde de varolmuşlardır. Dolayısıyla listede yer alan David Cronenberg'in son başyapıtı History of Violence gibi farklı yapıdaki filmler de 'Gangster filmi' etiketi altına alınabilir yadırganmamalı bu.

Düşüş ve yükseliş hikayelerinin anlatıldığı Gangster filmlerinde bazen Al Capone gibi gerçek gangsterler bazen de Scarface'in Tony Montana'sı gibi kurgusal karakterler yaratıldı. Hollywood, Tony Montana ve Bonnie and Clyde gibi gangsterlerden birer kahraman yarattı. Seyirci yaptıkları işe bakmadan ve sorgulama ihtiyacı hissetmeden bağrına bastı onları. Listeye almadığım-alamadığım ama adını da anmadan edemeyeceğim filmler de şunlar: Angel With Dirty Face (1938), The Roaring Twenties (1939), High Sierra (1941), White Heat (1949), The Godfather III (1990), Heat (1995) ve The Departed (2006) ve tabi daha fazlası.

1- The Godfather (1972)
2- Once Upon A Time in America (1984)
3- The Godfather II (1974)
4- Bonnie and Clyde (1967)
5- Scarface (1983)
6- Chinatown (1974)
7- Pulp Fiction (1994)
8- Godfellas (1990)
9- The Maltase Falcon (1941)
10- The Big Sleep (1946)
11- Reservoir Dogs (1992)
12- Carlito's Way (1993)
13- The Untouchables (1987)
14- The Usual Suspect (1995)
15- Scarface (1932)
16- The Big Heat (1953)
17- History of Violence (2005)
18- Mean Street (1973)
19- The French Connection (1971)
20- Cidade De deus (Tanrı Kent) (2002)
21- Gangs of New York (2002)
22- Rififi (1955)
23- Miller Crossing (1990)
24- Road To Perdition (2002)
25- Casino (1995)

11 Ekim 2012

Meleklerin Payı - The Angel's Share

                                           
Filmekimi'nde gönlümüzü şenlendiren filmlerden biri olan Angel's Share\Meleklerin Payı, Ken Loach evrenini tanıyanlar için hoş bir film, onu ilk defa izleyenler içinse tam bir aldatmacadan ibaret. Ken Loach'ın 'iyi hissettiren' bir film için Paul Laverty ile işbirliğine girmesini sadece şaşırtıcı buldum. Daha önce oysa beraberce Carla'nın Şarkısı, Benim adım Joe gibi işçi sınıfını anlatan ciddi filmler çekmişlerdi. Vikipedi'den bu filmlerin konularına bile baksanız Ken Loach'ın çok ciddi konular üstüne film çeken bir yönetmen olduğunu söyleyebilirsiniz. O yüzden beni çok şaşırtan yine aynı tarz bir hikayede komedi unsurunu ustaca yansıtması oldu. Aslında film hem dram hem komediyi iyi harmanlıyor. Filmin toplumsal gerçekçilikten büyülü gerçekliğe kaymasını ve işçi sınıfı mekanlarının bir fon olarak kalması, Meleklerin Payı'nın en göze batıcı öğeleriydi
  Burç Karabulut yazdı

Filmin konusuna gelince: Albert, Robbie, Mo ve Rhino dört tane suçludur. Albert, aşırı içki içmek suretiyle tren yoluna atlaması tabii ki otoriteye de karşı gelmesi yüzünden Robbie, adam öldürmeye teşebbüsten Mo ve Rhino da benzer suçlardan toplumsal hizmet cezasına çarptırılırlar. Aynı zamanda ana karakterimiz olan Robbie, eşi hamile olan Leonie'yle birlikt bir hayat kurmayı hedeflemektedir. Ve doğal olarak kızın ailesi bu duruma tepkilidir. Zamanla zoraki süre doldurmaları sebebiyle arkadaşlıklarını pekiştiren bu dörtlü, zoraki işverenleri Harry'nin etkisiyle bir gün viski tatma törenine katılırlar.Filmin İskoçya'da geçtiğini ve İskoçya'da viskinin baya önemi bir içki ve üst sınıflara (zengin diyelim) ait bir içki olduğunu söylemem gerekiyor. Robbie, çocuğunun da doğmuş olması sebebiyle baba olup sorumluluk almaya girişiyor. Ama bir serseri olmasından dolayı hiçbir şekilde iş kabul edilmiyor. Bu viski tatma töreni, Robbie'nin ağzına hiçbir içki koymamasına rağmen doğuştan bir yeteneği olduğunu ortaya çıkardığı gibi antik fıçı dolu bir viskinin de satışa çıkarılacağını söylüyor. Kahramanlarımızın bundan sonraki hedefi; o fıçıyı bir şekilde elde etmek üzerine gidiyor.

İşçi sınıfı mekanları\yaşam alanlarının sadece söylemsel ve bir dakikalık televizyon haberi gibi ortaya çıkması, klasik Ken Loach hikayesinden uzaklara taşıyor filmi. Tabii ki hapishane, mahkeme, sosyal hizmet cezası bir anlamda bizi onların hayatının ne kadar zor olduğuna götürüyor. Ancak bunlar sadece arka fondan ibaret kalıyor. Robbie'nin milleti çok fena hırpalamasına rağmen hapis yüzü görmemesi, iş görüşmesine bile alınmayan Robbie, hele bir de ceza almış olmasına rağmen üst-sınıf bir yere direk alınıyor. Viski içenlerin sadece üst sınıfa ait kişiler olduğu gerçeği gözardı ediliyor. Polislerin içlerini dışlarını bildikleri hatta kıyafetlerinden tanıdıkları Robbie ve arkadaşlarını ancak bir sahnede enseliyor olmaları hatta enseleyemiyor olmaları toplumsal gerçeklikten uzaklaştırıyor filmi. Yönetmen, sanki hikayelerini anlattığı ve nefes aldırmadığı bu karakterleri bir anlamda göğsüne basıyor.

Ken Loach'tan haberi olmayanlar için film iyi bir seyirlik sunmakla beraber aldatıcı bir film olarak beraberinde geliyor. İşçi sınıfını normalde daha sert, kaba ve daha gerçekçi işleyen yönetmen, burada yer yer bir büyülü gerçeklik denemesine girişiyor. Kaybeden hikayesi biraz da Hollywoodlaşarak bir kazanan hikayesine dönüşüyor. Komedinin ön planda olduğunu söylemek zor olsa da güldürmeyi ihmal etmiyor. Albert'ın abartılı  soruları ve sakarlıkları; İskoç eteğiyle yapılan yolculuk, polisin erkek etek altı merakı ya da mesela kaleler niye vardır sorusuna Rhino'nun çünkü vardır demesi. Açılış sahnesindeki orijinal sahneler ara ara insanın yüzünde tebessüme yol açıyor. Arada Meleklerin Payı'nın da ne olduğunu öğreniyoruz. Filmin ismi de ister istemez gerçeklikten uzaklığa bir vurgu yapıyor.

9 Ekim 2012

Kısa kısa.. Warrior ve Cowboys and Aliens

Warrior
Spor filmlerini dramayla buluşturduğunuzda başarı şansınızı ikiye katlarsınız. Warrior'un seçtiği yol da bu. Parçalanmış bir aile tablosu ve her biri sorunlu karakterler. Farklı tekniklerin kullanıldığı bir dövüş turnuvasında yolları kesişen iki kardeşin öyküsü seyirci için sürpriz olmamakla birlikte heyecan dolu ve duygusal bir final vaat ediyor. Yabancısı olduğumuz bir dövüş izliyoruz ve bu dövüş boks gibi bir estetiğe sahip değil. Dövüşler olabildiğince hızlı çekilmiş ve aynı biçimde kurgulanmış. Gerçeklik hissi yoğun, dramatizasyonu çarpıcı fakat sinemasal olarak o denli kuvvetli değil. Warrior'dan maximum keyif almak için hikayeden bihaber olmak ve fragmanı da izlememek gerekiyor. Böylece tahmin yürütecek ve daha zevkli bir hal almasını sağlayacaksınız filmin. Şunu bilin yeter; hünerli ellerden çıkma karakterler ve bu karakterlerin bir şekilde ayrılan yollarının tekrar kesiştiğinde neler olacağı düşüncesi ana motivasyon kaynağınız olacak. Türe yabancıysanız drama sevmeniz yeterli olmayacaktır. 8.2'lik Imdb puanı beklentinizi çok yukarı çekmesin. 7.2

Cowboys and Aliens
Bilim kurgu sinemasının çok tercih edilmeyen alt türlerinden Steampunk; hikayesi geçmişe uzanan ancak günümüzden daha yüksek bir teknolojinin var olduğu bir dönem tasvir eder. Bu alt türün en bariz örneği 1999 yapımı Wild Wild West'tir (Vahşi Vahşi Batı). Cowboys and Aliens, Wild Wild West'de olduğu gibi western janrı içine bilim kurgu enjekte ederek tuhaf bir tür kırması olmayı deniyor. Steampunk'a göz kırpıyor fakat bir Steampunk olmamaya da özen gösteriyor. 1800'lerin Amerika'sı yine bildiğimiz gibi. Filmi ayırt edici özelliği klasik 'Uzaylı İstilası' şablonunu bir western hikayesine yedirerek anlatması, en zayıf noktası ise iki tür için de yeni bir şey söyleyememesi. Tek yönde ilerleyen ve yolun nereye ulaşacağı belli bir öykü, mizah anlayışından yoksun, yavan bir dille anlatılıyor. Filmin tek artısı uzaylıların dünyaya geliş amacının 1800'lü yıllara ayak uydurabilmesi. Sonuç olarak çabuk unutacağınız ve bir daha geri dönmek istemeyeceğiniz bir film Cowboys and Aliens. 5.6

8 Ekim 2012

'IMDB Top 250 Film' değerlendirmesi

Başta internet gençliği olmak üzere sinemayla az çok ilgilenen her internet kullanıcısının başvurduğu film veri bankası olarak adlandırabileceğimiz Imdb sitesinin en meşhur film listesi, Dünya'nın dört bir yanından sinemaseverlerin oylarıyla ortaya çıkan Top 250 yani sinema tarihinin en iyi 250 filmi (?) listesi genel seyirci profili çıkarma anlamında çok faydalı fakat bir o kadar da tartışmalı. Geçtiğimiz aylarda 'EKŞİ Sinema' sitesi bu listeye cevaben alternatif bir 250 film listesi hazırlamış ve epey ses getirmişti. Şimdi listedeki filmleri, sıralamalarını, neden bu listede olduklarını örneklerle kabaca değerlendirmeye çalışacağım.

250 filmlik listenin ilk sırasında uzun zamandır bir Stephen King uyarlaması olan The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli) yer alıyor. 838 bin oy alan filmin puanı da 9.2. Bir başyapıt olduğu konusunda hemfikiriz ancak neden ilk sırada olduğu sorusuna bakmak gerekir. Sinema seyircisi 'basit' ('basit' yanlış anlaşılmasın) düşünüyor, en önemli kriteri anlatılan hikayenin kendisini ne kadar etkilediği. Haklı da.. Eleştirmenler ise öncelikle filmin sinema sanatına yaptığı katkı çerçevesinde; anlatımı, yönetmenliği veya bir yenilik getirip getirmediği gibi kıstaslar ışığında irdeliyor. (Eleştirmen listelerinde The Shawshank Redemption'ı göremezsiniz.) Benim gibi sinefiller ise genel seyirci ve eleştirmenler arasında bir köprü görevi üstleniyor. Kısacası eleştirmen bakışının yanında seyirci hassasiyetiyle yaklaşıyoruz filmlere. Bu bakımdan Top 250 film listesinde The Shawshank Redemption ve peşi sıra gelen The Godfather part 1-2, Pulp Fiction, The Dark Knight, The Lord of the Rings: Return of the King gibi çok popüler filmlerin ilk 10 içerisinde konumlanmasını doğal karşılamalı. Listenin 6. sırasında tek mekanda geçen bir başyapıt görüyoruz, 12 Angry Men'i. İlk 10 içindeki 12 Angry Men ve The Shawshank Redemption'dan yola çıkarak şu yorumu yapabiliriz: Bu iki filmin ortak noktası işlemedikleri bir suçtan yargılanan ana karakterleri olması. The Shawshank Redemption'da hüküm giyen masum bir adamın özgürlüğe yürüyüşü, 12 Angry Men'de ise yine masum bir gencin ölümle yaşam arasında ince bir çizgide yürüyüşü, adaletin önyargılı bir jürinin ellerine bırakılması ve adım adım adaletin yerini bulması işlenir. Görünen o ki; bu ortak tema, düz ve sade hikaye anlatımı ve en önemlisi adaletin tecelli ettiği mutlu ve umut dolu finalleri bahsettiğimiz iki filmin sinemasal özelliklerinin de önüne geçerek onları zirveye taşımış. Toparlarsak, seyircinin ana karakterlerle kendisini özdeşleştirmesi onları daha unutulmaz kılmıştır.


Imdb'de oy kullananların daha çok hangi yaş aralığında olduğunu bilmesek de 18-35 yaş arası sinemaseverlerden oluştuğunu öngörebiliriz. Bu veri; en iyi 250 film listesinde 2000'li yıllardan 67, 90'lı yıllardan ise 39 film yer almasına bir açıklık getirmiyor. Imdb'nin Top 250 film listesine göre son 25 yılda sinema büyük bir atılım göstermiş ve en iyi 250 filmin yarısı bu kısacık süreçte çekilmiş. Esasen bunu söyleyen Imdb değil, seyirci. Tekrar listeye dönecek olursak bir çok klasik ve kült film listeye bile giremezken 2012'nin iki hit çizgi roman uyarlamasından The Dark Knight Rises'ın listenin 29, The Avengers'ın ise 107. sırada olması bu listeyi ciddiye almayı imkansızlaştırıyor. Hele hele bebelere balon, ergenlere popcorn olan The Avengers'ın böylesine iddialı bir listede ve bu filmlerin arasında ne işi var. Peki Christopher Nolan'ın bilim kurgu harikası Inception'ın listenin 14. sırasında olup bilim kurgu klasikleri Star Wars, Alien, The Matrix ve Terminatör 2 gibi janrın yine çok popüler örneklerinin üzerinde bulunması yeni ve hafızalarda taze olanın bu liste kapsamında daha şanslı olduğunu kanıtlıyor. Quentin Tarantino'nun son filmi Django Unchained da 8.5 ile şuan listenin 35. sırasına bulunuyor. Tarantino yine yapacağını yapmış ve bu puanı kesinlikle hak ediyor ancak asıl sorun sinema tarihine damgasını vurmuş klasiklerin çok yüksek puanlar alamaması. 2001: A Space Odyssey 8.3. ile 94. sırada, Blade Runner 8.2 ile 123. sırada, The Gold Rush yine 8.2 ile 136. sırada bulunmakta. Yeni neslin puanlamada modern filmlere bol kepçeden puan verirken aynı hassasiyeti klasiklere göstermediğini söyleyebiliriz.

250 filmlik listeyi incelerken yaşadığım en büyük şaşkınlık Sergio Leone'nin western başyapıtı Once Upon a Time in the West'inin listede 22. sırada olmasıydı. Çok daha gerilerdedir düşüncesindeydim fakat ön sıralarda olmasına sevindim. Klasik western anlatısının dışına çıkan, uzun planlardan oluşan bir filmin Casablanca, Seven, The Silence of the Lambs, Leon, Memento ve Citizen Kane gibi film listelerinin gediklilerini geride bırakması Imdb Top 250 listesi içinde çelişkili bir durum yaratıyor. Titanic ve Avatar'ın listeye giremediğini düşündüğümüzde daha da tuhaf görünüyor. Son olarak yönetmen klasmanında baktığımızda; 10 filmle Alfred Hitchcock'un zirvede olup, 8 filmle Stanley Kubrick'in onu takip ettiğini belirteyim.

Son söz: Nihayetinde çoğunlukla başyapıtlardan oluşan, sinema seyircisinin büyük katılımıyla oluşmuş bir film listesidir Imdb Top 250. Ciddiye almasanız da dikkate alın!

6 Ekim 2012

Parodilerim


Hollywood Türkiye'de olsaydı düşüncesinden yola çıkarak filmlerin parodilerini yapmaya başlamıştım. Blogu açmamla birlikte de bunları paylaşabilmenin keyfini yaşıyorum. Yabancı filmlerde karakterler birer Türk gibi düşünüp hareket etse nasıl olurdu ana izleğim oldu ve bugüne dek 20'ye yakın parodi yaptım. Şimdi tüm parodilerin linklerini bu bağlantıyla bir araya getiriyorum. 

Çok bilinen filmlerin az bilinen afişleri




3 Ekim 2012

Dark Shadows

Son yıllarda filmleri çoğunlukla hayal kırıklığı yaratan Tim Burton, yine riskli bir proje seçmiş kendine. 60'lı yılların kült dizisi Dark Shadows (Karanlık Gölgeler) Johnny Depp, Michelle Pfeiffer, Eva Green ve Helena Bonham Carter'dan oluşan yıldız kadrosu ve görselliğiyle özellikle Burton hayranları için çok cazip bir film havasında. Hikayeyi fazla açık etmeden özetlemek gerekirse; Joshua ve Naomi Collins, küçük oğulları Barnabas'la bilikte yeni bir hayat kurmak üzere Amerika'ya gelirler ve bir balıkçılık imparatorluğu kurarlar. Aradan 20 yıl geçtiğinde Collinwood Malikanesi'nin efendisi olan Barnabas, zengin bir playboydur ve bir gün Josette adlı bir güzele aşık olup kendisine aşık cadı Angelique Bouchard'ın kalbini kırar ve lanetlenir.

Dark Shadows'un türü nedir diyerek meşhur Imdb sitesine baktığınızda Comedy\Fantasy yazdığını göreceksiniz. Bu doğru ancak eksik bir tanımlama. Tim Burton'ın yaptığı 1999 tarihli filmi Sleep Hollow'da olduğu gibi hafif bir korku başka bir şey değil. Dark Shadows, korku öğesi süzgeçten geçirilmiş ve komediyle yumuşatılmış ayrıksı bir Vampir filmi. 1770'li yıllardan 1970'lere sıçrayan bir hikayesi var filmin. Ana karakterimiz Barnabas'ın Vampir olduğunu düşündüğümüzde olağan bir sıçrama bu fakat Burton zamansal sıçramayı komedi yaratmak için kullanıyor. Geçmişten yabancısı olduğu geleceğe atlayan karakterleri ve yaşadıkları yabancılaşmaya pek çok kez tanık olduk. Elbette bu yabancılaşmayı bir Vampir'in gözünden ilk kez izliyoruz ve seçilen geleceğin 70'li yıllar olması da hikayeye daha tuhaf bir hüviyet kazandırıyor (Vietnam Savaşı, Hippiler vs.) Filmin bünyesinde yer alan Cadı-Vampir çatışmasına hayaletli ev ve Kurt adam alt türleri, gotik mimari içerisine yerleştirilmiş garip aile mizanseni gibi korku sinemasının alametifarikaları Burton usulü bir yapı içinde komediye hizmet ediyor.

Açılış sekansıyla hoş bir tat bırakan Dark Shadows, bu tatlılığı filmin geneline yaymayı başaramıyor. Karanlığın içinde rengarenk bir dünya resmeden Burton; Bettlejuice'da attırdığı kahkahaları, Edward Scissorhands'deki duygusallığı ve mütevazi fantastik yapıyı ve Big Fish'in büyüsünü aratıyor sevenlerine. Filme yönelik genel tatminsizliğin sebebi açık ve net: Dark Shadows, komedisi öne çıkarılmış bir  korku\komedi fakat komik değil, özgün mü o da değil. Tür sineması yapıyorsanız filmin ait olduğu türün\türlerin gereklerini yerine getirmeli eğer getirmezseniz -kurgu ve yönetmenlikte çığır da açamıyorsanız- kimseyi memnun edemezsiniz.

Son söz: Görselliği ve yıldızlarıyla yetinmemiz gereken vasat bir film Dark Shadows. Tim Burton'ın 2000'li yıllardaki en zayıf çalışması denilebilir. 5.7\10

2 Ekim 2012

En iyi 10 Woody Allen filmi


Yazar, yönetmen, oyuncu ve prodüktör Allen'ın müthiş bir kariyeri var. 50'li yıllarda Tv filmleriyle başladığı kariyerine 60'lı yılların sonundan itibaren yönetmenlik sıfatını da ekleyerek dört koldan sinemaya sarılmış ve bitmek bilmeyen bir enerjiyle film çekmeye devam etmiş tam bir entelektüeldir Woody Allen. Allen sineması için ne diyebiliriz peki? Allen sineması; kendini tekrar etmez, yeni anlatım biçimleri ve film modelleriyle hep bir arayış içindedir, aynı temalar etrafında döner ancak özgün olabilmeyi başarır, her zaman komik olanın peşinden gitmez dramalarda da gösterir kendini. Sineması bir yana "hiç başyapıtım yok" diyebilecek kadar mütevazi bir kişiliktir o. Yönetmen Allen'ın en iyilerini seçmek hiç ama hiç kolay olmadı. listeye baktığınızda 70 ve 80'li yılların öne çıktığını göreceksiniz. Allen'ın özellikle ilk dönemi diyebileceğimiz 70'li yıllardaki çalışmaları daha deli dolu komedilerden (parodilerden) oluşur ve ben daha çok onları severim. 90'lı yıllardan itibaren başyapıt çıkarmakta zorlanan ama hiç vasatlaşmayan, 2000'li yıllarda ise yaşlılığıyla ters orantılı bir film çekme sürecine giren Woody Allen'ın ömrü uzun, filmleri bol ve güzel olsun. Match Point yazıma buradan bakabilirsiniz.

1- Love and Death (1975)
2- Hannah and Her Sisters (1986)
3- The Purple Rose of Cairo (1985)
4- Annie Hall (1977)
5- Sleeper (1973)
6- Zelig (1983)
7- Bananas (1971)
8- Manhattan (1979)
9- Match Point (2005)
10- Crimes and Misdemeanors (1989)