28 Kasım 2012

En iyi 10 Oliver Stone filmi


70'li yılların başında kısa filmlerle başladığı kariyerine, 20 uzun metraj film ve pek çok belgesel sığdıran Oliver Stone, 80'li ve 90'lı yıllarda dengeli bir seyir izlerken 2000'li yıllarla birlikte düşüşe geçti. Kötü olmamasına karşın seyirci ve eleştirmenlerden yüz bulamayan Büyük İskender (Alexander) gişede battı. Bu filmi izleyen  ve her birinin yanlış projeler olduğunu söyleyebileceğimiz; World Trade Center, W ve Wall Street: Money Never Sleeps'in sonu hüsran oldu. Ustanın son filmi Savages görece daha olumlu tepkiler aldı ancak eski filmlerinin lezzetinden çok uzaktaydı yine. Yönetmen, takıntılı olduğu Vietnam Savaşı üzerine çektiği filmler (Platoon, Heaven & Earth, Born on the Fourth of July) ve Amerikan başkanlarına bakış attığı filmlerle (JFK, Nixon,W) Muhalif tavrını yansıtırken; Natural Born Killers ve JFK ile de giriştiği üslup denemesinden zaferle ayrılmasını bilmiştir. Oliver Stone'un kurgudan çok gerçekler ilgisini çekmiş, biyografik filmleri ve belgeselleri bunun kanıtı. Son olarak Stone'un senaryosunu da yazdığı kendi filmleri (hepsini değil) dışında Midnight Express, Conan the Barbarian, Scarface ve Year of the Dragon gibi önemli filmlerin senaryolarını yazdığını, dolayısıyla da iyi bir senarist olduğunu belirtelim.

10- The Doors (1991)


9- The Hand (1980)


8- Nixon (1995)


7- Wall Street (1987)


6- Salvador (1986)


5- Heaven & Earth (1993)


4- Born on the Fourth of July (1989)


3- JFK (1991)
Filmin eleştirisi için link


2- Platoon (1986)


1- Natural Born Killers (1994)

26 Kasım 2012

Melancholia


Lars Von Trier, Antichrist'le girdiği yolda devam etmekte kararlı görünüyor. Antichrist'in adındaki kıyamet iması filme bütünüyle yansımamasına karşın kötücüllüğü ve depresifliğiyle gerçek manasıyla bir kıyamet filmi olan Melancholia'ya geçiş anlamına da geliyor. Antichrist'teki dinsel motiften (Deccal'ın yeryüzüne inişi) Melancholia'da bilimi referans aldığı bir kıyamete (Melancholia adlı bir gezegenin dünyaya çarpması) yönelen Trier her iki filmiyle de uzunca bir süre tartışıldı.

Amerikan film eleştirmenlerinin 2011'in en iyi filmi ilan ettikleri Melancholia, beni içeriğinden çok biçimsel özellikleriyle çarptı. Bu öyle bir çarpma ki, filmi ilk izlediğimde bıraktığı etki zaman içinde farklı bir boyut kazandı. 1 yıl boyunca kafamda dönüp duran imgeler, bir sanat yapıtının değerinin neyle ölçülmesi gerektiği sorusunu düşündürdü uzun uzun ve de yalnız seyir halindeyken değil, o edimin sonunda yaşattıklarıyla, zihnimizde tekrar tekrar oynattığımız, kendimizi onu düşünmeden edemediğimiz bir sanatın varlığını gün yüzüne çıkardı. Kısaca bu film, izlerken zaman zaman yaşattığı "o kadar iyi film değil" hissiyatını, bittikten sonra "o kadar iyi film ki"ye çeviren; içeriği, anlatımı ve alt metinleriyle 'zor' bir başyapıt.

Trier, Melancholia'yı Prolog, Justine ve Claire olmak üzere üç kısma ayırıyor. Ben de sırasıyla gidip parçalardan bütüne ulaşmaya çalışacağım.

1. Kısım: 'Prolog'

Trier, giriş kısmını Prolog yani önsöz olarak adlandırıyor ve tüm filmi yaklaşık 8 dakikalık bir özete sığdırıp hazmı zor bir finale hazırlıyor bizi. Prolog'u filmin genel izleğinden ayırıp 'Slow Motion' çeken Trier'ın kafasında ne var peki? Antichrist'te de denediği bu stil denemesi, Melancholia'da bir çok şekilde okunabilir. Yalnız estetik kaygı ve farklı olma çabasının bir ürünü olmadığını düşündüğüm bu bölüm, tüm filmin seyrini değiştirebilecek materyale sahip. Prolog bir rüya sahnesi olabilir mi? Evet, olabilir ama sıradan bir rüya değil bu, Justine'in kimi öngörülerini (düğünündeki fasulye piyangosunun sonucunu bilmesi) açıklayan, geleceğin görüldüğü bir rüya. Prolog'un gerçeküstü anları ve filmin özeti olmasına rağmen tamamı filmden bağımsız farklı sahnelerden oluşması, rüya teorisini güçlendiren bir veri olarak karşımıza çıkıyor. Prolog'da sürreal betimlenmiş sahneler, filmin devamında oldukça gerçek seyrediyor. Örnek vermek gerekirse Prolog'da, kucakladığı oğluyla çimlerde bata çıka ilerleyen Claire (çimlerde neden batsın?), filmin sonlarına doğru, aynı sahnede karşımıza çıkıyor fakat bu kez  öncesini ve sonrasını izleyebiliyoruz sahnenin ve gerçeklikten ödün verilmiyor.

2. Kısım: 'Justine' Olağan bir döngü...

Bu bölümde Trier, sancılı bir düğünü -Justine'in düğününü- filmin ana temasından uzaklaşmak pahasına uzunca betimliyor. Justine başta olmak üzere tüm karakterler hakkında fikir ediniyoruz. Justine ve Michael'in düğünüyle hayatın süregiden döngüsünün altı çiziliyor ve sorunlu ama mutlu başlayan düğün, Justine'in nükseden melankolisiyle (depresyonu) bozulmaya başlıyor. Çıkmaza giren evlilikle yeni hayat kurmanın, bu döngüyü devam ettirmenin anlamsızlığı vurgulanırken, yaklaşmakta olan kıyamete de atıfta bulunuluyor. Justine'in düğününde başlayan ruhsal çöküntüsü, güneşin arkasına gizlenen ve dünyaya yaklaşmakta olan Melancholia adlı gezegenin etkisi olabilir mi? Rüya teorisine dönecek olursak, Justine'in dünyanın sonuna ilişkin gördüğünü varsaydığımız o rüyaya inanmaya başladığını varsayabilir ve önce bedensel (bacaklarını hissetmemesi) sonra ruhsal düşüşe geçişini, eşi olacak Michael'dan vazgeçmesini, patronuna rest çekmesini ve son olarak da golf sahasında kendisinden iş için slogan koparmaya çalışan gençle birlikte olması içten içe kabullendiği bir 'son'un yansıması olabilir.

3. Kısım: 'Claire'

Claire, eşi John ve biricik oğulları Leo; büyük bir arazi üzerinde bulunan malikanelerinde mutlu bir hayat sürüyor. Claire ve ailesi, kent yaşamından ve o yaşamın getirdiği sorunlardan kendilerini soyutlayabilen azınlığı, toplumun aristokrat kesimini temsil ediyor. Filmin bu kısmında, Melancholia adlı gezegen kendini göstermeye başladığında Claire, eşinin sağladığı yaşam koşullarının ve bir anlamda dünyadaki cennetin son bulması, daha da önemlisi oğlu için hayal ettiği geleceğin yok olması fikri doğrultusunda önüne geçemediği bir paranoyaya kapılıyor, panik yapıyor. İki kız kardeşten Justine, Melancholia'dan korkmak şöyle dursun ona hayranlık besliyor.

İki kız kardeşin hayatta gelmiş oldukları noktaya baktığımızda; Justine ilişkilerinde dikiş tutturamamış, mücadelesinde yenik düşmüş bir kaybeden iken kardeşi Claire; bir eş, bir çocuğa sahip ve varlıklı bir hayat sürüyor. Onun için de kazanan diyebiliriz. Şimdi Melancholia gezegeninin dünyaya çarpıp çarpmayacağı belirsizliğini korurken, Justine'in olası bir sonu umursamaması çok doğal çünkü kaybedeceği fazla bir şey yok. Claire için aynı cümleyi kuramıyoruz. Burdan baktığımızda olayın iki ana karakter üzerinde zıt biçimde yankı bulması daha anlaşılabilir.

İnanç ikilemi

Filmin sonlarına doğru iki kız kardeş arasında geçen bir diyalog, Claire ve Justine'e bakışımızı netleştiriyor. Justine'den şunları duyuyoruz: "Dünya kötü, dünya için üzülmemeliyiz, kimse özlemeyecek ki... ve başka bir hayat yok!" Claire ise oğlu Leo'nun nerde büyüyeceği endişesini dile getirip başka bir yerde hayat olabileceğini söylüyor. Bu konuşmadan yola çıkıp Justine'in inançsız, Claire'in ise inançlı bir insan olduğu kanısına varabiliriz. İşin tuhaf yanı da burada gün yüzüne çıkıyor. Justine bir daha varolmamak üzere yok olacağına kati bir şekilde inanmışken nasıl oluyor da soğukkanlılığını koruyabiliyor. Ya Claire? Başka bir yaşam formuna evrileceğini inansa da kardeşinin gösterdiği cesaretin ve duruşun zerresini göremiyoruz onda. İnanç ve inançsızlığın karakterler üzerindeki uzantısı aksi yönde olabilirdi. Lars Von Trier'ın girdiği depresyonla inancı da sorguladığı ve bu sorgulamanın Antichrist ve Melancholia'da kendini hissettirdiğini ve yönetmenin kafasında net bir cevabın olmadığını düşünüyorum.

Felaket filmlerine Trier'ın yaklaşımı

Dünya'nın sonuna işaret eden felaket filmlerinde; felaket ister dünyaya yaklaşmakta olan bir meteor (Armageddon, Deep Impact vb.) isterse de dünyayı işgale gelen uzaylılar olsun (War of the Worlds, Independence Day) sonuç değişmez, beklenen son gelmez çünkü seyirci kötü sonları sevmez. Bu konuda hayli ileri giden Knowing dahi filmin sonuna bir umut ışığı koyma ihtiyacı hisseder. Trier, bunu yıkıp kıyameti getiriyor ancak asıl derdi bu değil. Amaç, dünyaya farklı pencereden bakan iki kız kardeşin, kıyamet yaklaşırken geçirdikleri ruhsal değişimlerinin görsel karşılığını bulabilmek ve iç dünyalarını yansıtabilmek. Trier, felaket filmi klişelerinden uzak duruyor. Olayın yarattığı toplumsal paranoyayla ilgilenmediği gibi son büyük (!) felaket filmi '2012'nin çok zenginsen kurtulursun söyleminin üzerine gidip (filmin merkezine zengin bir aileyi yerleştiriyor) ne kadar zengin olursan ol kurtuluş yok diyor.

Sanat ve Melancholia 

Trier, klasik müzik kullanımı (film boyunca aralıklarla Wagner'in Tristan ve İsolde'si çalar) ve resim sanatının altın çağı Rönesans'tan seçtiği Pieter Bruegel eseri 'Hunter in the Snow' ve John Millais'in 'Ophelia'sına yapılan gönderme başta olmak üzere bir çok eseri, dünyanın sonunu getirdiği bir filmde neden kullanıyor, nasıl bir işlevi var bu sanat formlarının? Daha filmin ilk dakikasında Bruegel'in şaheserini yakarak bir mesaj veriyor Trier, yok etmeye sanattan başlaması da manidar. Bruegel ve bu eserin seçilmesi de tesadüf değil. Bruegel, eserlerinde doğa karşısında insanoğlunun çaresizliğini, güçsüzlüğünü işler ve genel olarak da ölümün kaçınılmazlığına vurgu yapar. Trier'ın Melancholia'da yaptığı da tam olarak bu; açılışta Justine'in iki yanından düşmekte olan kuşlar, asaletin simgesi atın kendini yere bırakışı ve insanın çaresizliği... Tüm sanatlar insan ruhunu besler ve yaşama sevinci verir, Melancholia'da Wagner'in ezgileri bir anlamda dünyanın yitip gidişine yakılan bir ağıta dönüşürken, sahneler daha etkileyici bir hal alır ve ruhumuzu okşar. Resim sanatının aktarımı  ise seçilen aristokrat kesimle ilintili şüphesiz. Genel olarak müzik ve resmin de katkısıyla daha estetik bir film çıkaran Trier, hikayenin sertliğini bu şekilde kırmayı denemiş.

Sonuç: Claire "güzel bir şekilde son bulmasını istiyorum" diyor. İşte bu cümle Melancholia'yı özetliyor.  Trier, kıyameti olabilecek en sanatsal biçimde anlatmak istiyor ve bunu da başarıyor.

Estetik: 10
Yönetmenlik: 9.5
Görsellik: 9.3
Film: 10

20 Kasım 2012

The Raven


Polisiye ve korku edebiyatının öncülerinden Amerikalı yazar Edgar Allan Poe, Kafka gibi yaşadığı dönemde kıymeti bilinmemiş ve yine Kafka gibi genç yaşta ölmüş bir değer. Yazarın esrarengiz ölümü bugün hala aydınlatılamamış olup bu esrar, edebiyat (Poe Gölgesi) ve sinemada (The Raven) yeni hikayelere ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.

Yönetmenliğini, V For Vendetta ile tanıdığımız James McTeigue'nin yaptığı filmin konusu şöyle: Bir psikopat, Edgar Allan Poe'nun yazdığı dehşet verici öykülerden esinlenerek korkunç cinayetler işlemeye başlar. Baltimor'lu genç bir dedektif ve Poe el ele vererek, yazarın şiddet dolu öykülerinin birer birer gerçeğe dönüşmesini önlemek için katilin peşine düşerler.

Polisiye edebiyatın sinemadaki ilk yansıması Sherlock Holmes, 19. yüzyıl İngiltere'sini mesken tutan bir dedektif hikayesiydi ve hem polisiye örgüsü hem de o dönemi bu tip bir hikayede kullanmasıyla polisiye - dönem filmi modelini kullanan yeni filmlerin türemesini sağlamıştı. Yakın tarihli From Hell (2001) 19. yüzyıl İngiltere'si, Vidocq (2001) ise 19. yüzyıl Fransa'sında geçen seri katil hikayeleriyle benzer bir estetiğe sahiptirler. Bu alt türün son temsilcisi The Raven, hikayesi, mimari dokusu ve görselliğiyle From Hell'in yakın akrabası diyebiliriz. The Raven'ın örneklediğimiz filmlerden ayrıldığı nokta hikayesinin merkezine olayı araştıran dedektif yerine, bir yazarı oturtması. From Hell ile kurduğumuz akrabalık bağı çerçevesinde şunu net bir biçimde belirtmekte fayda var: From Hell'de olayı araştıran dedektif işlenen cinayetleri rüyalarında görerek farklı bir bağlantı kuruyor, bu da onu seri katili durdurabilecek tek kişi konumuna getiriyordu. The Raven da bu formülü harfiyen uyguluyor; seri katil, Edgar Allan Poe'nun öykülerindeki vahşi yöntemleri kullanarak yazarı olayın içine çekiyor ve olayı çözebilecek tek kişi Poe olarak gösteriliyor.

The Raven, Edgar Allan Poe'yu kurgusal bir hikaye içine yerleştiriyor fakat Abraham Lincoln: Vampire Hunter'ın yaptığı gibi gerçek hayattan aldığı şahsiyeti fantastik bir yapı içine hapsetmektense gerçekçi bir betimlemeyi yeğliyor. Film biyografik bir özellik taşımamasına rağmen yazarın eserlerinin hikayenin bir parçası yapılması, kişiliğinin kısmen yansıtılabilmesi ve gerçek hayatıyla kurduğu kritik bağlantı, gerçek ve kurgu arasında bir denge yakalamalarına olanak tanımış. The Raven'la kuracağınız ilişkide Poe sevginiz önemli bir rol üstlenecektir dolayısıyla.

Film, 19. yüzyıl İngiltere'sinin görsel karşılığını bulabilmiş. Kostüm ve dekor gibi ayrıntılarda da sınıfı geçiyor ancak hikayesini derinleştirememesi (katilin yakalanması, esas kızın kurtarılmasının dışına çıkılamamış), merak unsurunu ayakta tutmayı başarsa da zamana karşı yarış mevzusundan beklenen gerilimi çıkaramaması elini zayıflatıyor. Seri katilimizin silik profili sebebiyle de türe hakim seyirci için tatmin edici bir seyirlik olamıyor. McTeigue'nin vasat yönetmenliği de filmin künyesine koca bir eksi olarak yansıyor.

Son söz: Edgar Allan Poe hayranları mutlaka görmeli, seri katil filmi sevenler görebilir, vasat filmleri baştan eleyenler uzak durabilir. 5.7\10

18 Kasım 2012

Skyfall

Bırak gökyüzü düşsün, düştüğünde beraber ayakta duracağız.


                                                                                                        Burç Karabulut yazdı
Skyfall, bir Bond filmi için olabildiğince karanlık dünyanın kapılarını bize açıyor. Ama Skyfall'da da gözümüze görünen bir tek şey var. Bond'un düşüşü ve tekrar ayağa heybetli kalkışı. Tekdüze aksiyon filmi halini alan Bond serileri, yirmi küsürüncü Bond'dan sonra kendine sığınıyor. Kendi içinden bir Bond hikayesi çıkarıyor. Jenerik dışında da şahane bir şey yok.

Kısaca konusu şöyle gidiyor. Londra'nın kalbinde M16 karargahına bir saldırı gerçekleşir. Bu saldırı hem İngiliz kamuoyunun dikkatini çeker hem de M16'ınn varlığının sorgulanmasına neden olur. Özellikle M adıyla bilinen M16'nın başkanı bu durumdan sorumlu tutulur. Artık emekli edilmesi istenir. Bond da tam bu anda yaşadığı düşüşün ardından İngiltere'ye döner.

Bırak gökyüzü düşsün!
11 Eylül sendromu üstüne kurulan bu son Bond filmi gereğinden daha karanlık bir atmosferde vücut buluyor. Belki ortam zifiri karanlık değil. Ama mekan olarak Churchill'in eski sığınağına (zindanımsı bir havası var) iniliyor. Gündüz vakti bir tekinsiz ortamın olması ve kanunun gözünün içine baka baka patlatılan bir bina ve sonra arkasından gelen terör. Kısaca modern metropolisin bunalımı. Kaçacak yer yok, saklanacak yer yok. Her taraf bina, buram buram medeniyet ama güvende değiliz. Yani gün karanlıktan daha karanlık desem yeridir.

M16, istenmeyen bir örgüt olarak zindana iniyor. Bond bir şekilde rehabilitasyonunu ve antrenmanlarını tamamlayıp kılpayı göreve dönmeyi başarıyor ve görevinin başına dönüyor. -Spoiler- Yine tehlikeli ve bir o kadar imkansız maceranın sonunda Bardem'i yakalamayı başarıyor. Ama Bardem yakalansa da kısa süre sonra amacının bu olduğu ortaya çıkıyor. -Spoiler sonu- Bu arada da zeki düşman anlayışı devam ediyor. Her hareketi planlı olan bir kötüyle karşı karşıyayız. Zor Ölüm serisini aratmayacak bir metro sahnesinin ardından Tiago (Bardem), M ile hesaplaşmaya gidiyor. Bond'un olayı hızlı kavramasıyla kurtulan M Bond'la birlikte,  Bond'un baba ocağına dönüyor.


M ile Bond eskiye dönüyor
Bundan sonra hikaye biraz anne-oğul ilişkisine dönüyor M ile Bond beraberce bir evde kalıyorlar. M Bond'un nasıl M16'e alındığına dair ipucu veriyor. Eski av tüfeği hocası da "şans" eseri baba ocağında bulunmuş oluyor, onun da desteği (?) alınıyor. Eski geleneksel silahlar; tüfekler; bıçak ve dinamitler, bubi tuzakları, eski tüneller yani eski yöntemler Bond gibi üstün bir ajan filmine oturmamış, bir dedektif romanı atmosferini yansıtmış adeta. Genellikle en son teknolojik silahlara sahip olduğunu gördüğümüz Bond, bir av tüfeği ve bıçakla yetiniyor.

Anne(M)in ihaneti (spoiler)
Bir zamanlar Bond gibi ünlü bir ajan Tiago(Bardem) annenin ihanetini unutamıyor. Ondan öç almaya karar veriyor. Keyfi bir öç alma hikayesi aslında bu. Çünkü öyle bir arkadan bıçaklama yok Tiago'nun hayatında. M, herkese yaptığı muameleyi Tiago'ya da yapmış zamanında. Tiago, biraz duygusal karşılamış olayı desem yeridir. Bond'u bile ona ihanet edildiğine inandırmaya çalışıyor. Zavallı bir kötü adam Tiago. Ama dahiyane planı onun zavallılığını kapatmaya yetiyor. Tiago, anne bana kötü davrandı diyerek M'i saplantılı bir yere koyuyor. Belki Odipus bağlantılı bir karakter. Anneye aşık olma durumu var.


Bond ayağa kalkıyor
Skyfall, Bond'un düşüp ayağa kalkmasını anlatması bakımından önemli. Filmde baştan sona Bond'un sorgulanması sadece filmde değil, aynı zamanda şu modern dünyada da sorgulanmalı. Sırf geleneğe olan saygıdan Bond çekiliyor ve izleniyor. Günümüzde hemen hemen her Hollywood aksiyonu Bond'a yaklaşıyor ve hatta geçenleri çokça var. Son Bond filmi, ajan filmine tabii ki yeni bir soluk getiriyor. Javier Bardem'in canlandırdığı eski ajan hikayesi yeni değil tam tersine artık bilinen bir aksiyon tadında. Oyunculuğu zirvede olan tek isim Javier Bardem bu arada söylemek lazım. Daniel Craig ve M artık rollerini kanıksamışlar, yeni bir şey koymuyorlar üstüne. Profesyonelliğin doruğundalar.

Bir son söz söylemek gerekirse, Bond bilindik bir hikayede Tiago'yla hayat buluyor. Tiago olmasa normal bir aksiyon olarak kalabilecek film, kalburüstü bir Bond oluyor. Filmde kalıcı bir Bond kızı olmadığını belirtelim

Notumu yüksek tutuyorum: 8\10

15 Kasım 2012

2000'li yılların en iyi 25 filmi


2000'li yılların en iyi 25 filmi seçkimi iki sebepten ötürü uzun zamandır erteliyordum. Birincisi birbirine yakın gördüğüm başyapıtları 25 filmle sınırlamanın zorluğu yani seçimleri yapabilmek, ikincisi ise iyi ve dengeli bir liste çıkarıp çıkaramayacağım endişesiydi. 

Sinemanın çok hızlı bir akışı var; Amerikan, Avrupa, Uzakdoğu, Doğu ve Türk sineması derken yetişmek mümkün olmuyor. Sonra filmleri de çok hızlı tüketiyoruz, arada bir durup geriye bakmalı, ne oldu ne bitti düşünmeli, geçmişle bugünün sinemasını mukayese edip geleceğe bakmalı ki daha sağlıklı bir değerlendirme yapılabilsin. Listeyi hazırlarken dikkat ettiğim hususlardan biri, özel bağ kurduğum bazı filmlere duygusal yaklaşmamak oldu ve bu bağlamda çok sevdiğim-vazgeçemem dediğim filmlerden acımadan elediklerim oldu. Filmlerin; yönetmenliği, hikaye anlatımı, biçimsel özellikleri, sinemaya getirdiği yenilik, zamana karşı koyabilme ve en önemlisi de üzerimde bıraktığı etkiyi göz önünde bulundurdum. Ve "bunun burda ne işi var" ya da "bu film nasıl olmaz" serzenişlerinizi şimdiden öngörebiliyorum. Bkz: Listede Michael Haneke filmi olmaması... Son bir şey daha var: Lord of the Rings ve Kill Bill filmlerini, listede çok yer işgal etmemeleri için tek başlık altında değerlendirdim.

Güncellendi..

25- Black Swan (2010)


24- In the Mood for Love (2000)


23- A History of Violence (2005)




22- Kosmos (2010)



21- Melancholia (2011)
Filmin analizi için bakınız


20- Antichrist (2009)
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2016/07/acls-sekansndaki-basyapt-2-antichrist.html



19- A Torino Lo (2011) 
Eleştirisi için bakınız


18- Oldboy (2003)



17- Wall-E (2008)



16-Inception (2010)



15- Sin City (2005) 
Eleştirisi için link


14- Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004)


13- 21 Grams (2003)


12- Spirited Away (2001)


11- The Man Who Wasn't There (2001)


10- Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring (2003)


9- There Will Be Blood (2007)


8- Her (2014)



7- Memento (2000)


6 - The Tree of Life (2011)

Eleştirisi için tıklayınız



5- Kill Bill: Vol 1 - Vol 2 (2003-2004)
Eleştirisi için link


4- The Lord of the Rings: Trilogy (2001-2002-2003)


3- The Fountain (2006) 
Eleştirisi için link


2- Requiem For A Dream (2000)
Eleştirisi için link


1- Mulholland Drive (2001)

13 Kasım 2012

World War Z (2013)


Korku ve bilim kurgu edebiyatı, Hollywood'un büyük prodüksiyon açığını kapatadursun tür sinemasını da beslemeye devam ediyor. Max Brooks'un "World War Z: An Oral History of the Zombie" adlı post apokalipik romanından uyarlanan World War Z, 2013 yazının hit filmlerinden birine dönüşmek için vizyon tarihini bekliyor. Monster Ball, Finding Neverland ve Stranger Than Fiction gibi filmleriyle yeni kuşağın iyi yönetmenleri arasına koyabileceğimiz Marc Foster; World War Z'nin yönetmeni. Filmin başrolü ise Brad Pitt'e emanet. Geçtiğimiz günlerde ilk fragmanı yayınlanan filmimiz, 2000'li yıllarda Shaun of the Dead ve Zombieland gibi komedilerde de karşımıza çıkmaya başlayan zombilerin sinemada farklı tezahürünün ve değişen yüzünün bir başka örneği olacak. Zombies vs. Gladiator ve Pride and Prejudice and Zombies'la birlikte...

Filmin eleştirisi için tıklayınız

Önyorum: Fragmandan yola çıkarak World War Z'nin ne yapmaya, nasıl bir film olmaya çalıştığına bir bakalım. New York trafiğinde sıkışmış dört kişilik bir aile ve bir anda patlak veren felaket sonrasında yaşanmaya başlayan kaos, yerini Amerikan askerleriyle zombiler arasında yaşanan bir savaşa bırakıyor. Zombi hikayeleri iki koladan gider ve biri korku sinemasına diğeri de bilim kurguya ulaşır. World War Z; bilim kurgu şablonunu kullanıyor fakat post apokaliptik bir zombie filmi (28 Days Later) olmakla yetinmeyen, bunun yanına istila ve savaş filmi etiketini de ekleyip türsel anlamda çeşitlilik yakalayan bir blockbuster olup çıkıyor. Marc Forster'ın filmi için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Felaket filmlerinden yer yer '2012' ve The Day After Tomorrow'un görsel stilini anımsatan, istila filmlerinden ise Spielberg'in 'Dünyalar Savaşı'nın ve 2011 tarihli Battle Los Angeles'ın izinden gidiyor. İstila ve felaket filmlerinde olayın bir aile etrafında kurgulanarak anlatılması World War Z'nin de başvurduğu bir yöntem. Filmimizin fark yaratabileceği tek nokta, tüm bunların yaşanıp bittikten sonra geriye dönük anlatılacak olması ve muhtemelen aralara serpiştireceği sahte belgesel görüntüleriyle District 9'u da hatırlatan bir üslup denemesine girişebilecek olması. Hikayenin ayrıntılarını bilmiyorum ve yanılma payımı da saklı tutuyorum. Müzikle desteklenen göz alıcı bir fragmandan başka bir şey yok elimizde.

Kimi soru işaretleri: '2012' ve 'Battle Los Angeles' gibi filmlerin ağdalı anlatım, Amerikan milliyetçiliği ve görselliğin hikayenin önüne geçmesi vb. tuzaklar, World War Z'nin kaçınması gereken önemli hususlar olarak öne çıkıyor. Filmin zombileri olabildiğince hızlı, bu da izleyicinin bir kısmını rahatsız ediyor ve filme önyargıyla yaklaşmasının sebep oluyor. Önyargılı arkadaşlar şunu unutmamalı: Her şeyden önce bu bir savaş filmi ve heyecan katsayısını artırmak için hızlı zombi tercih edildiği aşikar. Yeni nesil zombilere alışsanız  iyi edersiniz.

10 Kasım 2012

Önermediklerimiz - #1 Şeytanın İni


90'lı yıllarda Clerks (Tezgahtarlar) ile başladığı kariyerine Chasing Amy ve Dogma gibi filmlerle devam edip haklı bir şöhret kazanan ve sinefillerin çok sevdiği bir isim haline gelen Kevin Smith, komedi türü içinde gezinen, nevi şahsına münhasır yönetmenlerdendir. 2000'li yıllarda yönetmenin yaşadığı kariyer düşüşü 2011 yapımı son filmi Red State ile bana kalırsa dibe vurdu ancak eleştirmenler cephesinde farklı sesler yükseldi. Garip bir şekilde eleştirmenler Red State'e sahip çıktı. Quentin Tarantino'nun "Bu lanet olası filmi çok sevdim" demesi filmin pazarlanmasına büyük katkı sağladı. The Hollywood Reporter'ın yorumu çok daha ilginç "Red State, tüm dünyadaki bağnazlara atılmış güçlü bir sinemasal el bombası" Eminim dikkatinizi çekmiştir film, gelin önce ne anlattığına bakalım.


Üç lise öğrencisi genç, internet üzerinden gelen seks davetiyesiyle bir kadınla buluşmaya gider. Ancak gittikleri yerde onları büyük bir tehlike beklemektedir: Yaşayış tarzlarını onaylamadıkları insanlara ayinleri sırasında türlü işkenceler yapmakta olan gizli bir tarikat. Abin Cooper isimli köktendinci bir vaizin lideri olduğu bu grup, adeta bir ölüm kampı yaratmıştır. Tuzağa düşürülen gençlerin kurtulma çabaları bir dizi olayı tetikleyip, insanın içindeki kötülüğün sınırlarını teste tabi tutacak ve her şeyin bir kabusa dönüşmesine neden olacaktır.

Kevin Smith, korku filmlerinde genellikle insanların sığındıkları ve kendilerini güvende hissettikleri bir mekanı -kiliseyi- korku ve işkence yuvası bir mekan olarak kullanarak daha en başta klişelere alışmış seyircinin algısıyla oynuyor oynamasına ancak klişelerle oynamayı ne yazık ki hanesine bir artı olarak yazdıramıyor. Ayin sırasında Abin Cooper'ın vaazını dinledikçe bağnazlıklarına şahit oluyor ve saplanıp kaldıkları fanatik düşünceleri, kurbanlarına uyguladıkları işkenceyle dışavurmalarını izliyoruz bir müddet. Cennete gitmekten, İsa'ya kavuşmaktan bahsedip suçlu olarak gördükleri insanlara hiç acımadan işkence edebilen ve buna körü körüne inanan bir grup insan pekala 'korku' yaratmak için kullanılabilecekken Kevin Smith bundan imtina ile kaçınmış. Filmde tarafını tutabileceğimiz klasik anlamda 'iyi' karakterler yok. Bir yanda nefret beslediğimiz köktendinciler, öte yanda kurban konumundaki seks düşkünü gençler ve olaya sonradan müdahil olan ATF (Alkol, Tütün ve Ateşli Silahlar Bürosu) yani polis kuvveti var. Filmde tutunabileceğimiz bir karakter olmaması, Smith'in bağımsız tavrı, korku türüne geçişte yaşadığı bocalama ve filmin rahatsız edici görselliği iğreti bir durum yaratıyor seyirci üzerinde. Smith, korku filmi çektiğini söyleyedursun önce bir istismar filmi olarak başlayan Red State, son yarım saati itibariyle de polisiyeye kayan garip bir bileşim sunuyor. Ancak Red State hem korku, polisiye ve istismar filmi hem de hiçbiri olarak addedebileceğimiz türsel bir deneme.

Son söz: Siz siz olun "yeter ki korku filmi olsun" düşüncesinde olsanız da uzak durun bu filmden. 2\10

8 Kasım 2012

Ateşin Düştüğü Yer - Oscar'da bize düşer mi?

Burç Karabulut yazdı
Ateşi Düştüğü Yer, Türkiye'nin Oscar aday adayı olmayı hak ediyor mu? İsmail Güneş, nevi şahsına münhasır bir yönetmen olarak göze çarpıyor. İsmail Güneş kimdir, nedir bunun üstüne biraz konuşmak gerekli. 2007 yılında The İmam'la kendine has bir kitle edinebileceğini söyleyebileceğim Güneş, avantür yönetmenlerden Nartun Baytuk'un asistanlığını yaparak film çekmeye yöneliyor. 1980'lerin sonunda kendine özgü bir görsel, kurgusal yani kısaca sinemasal bir stil oluşturmayı deneyen (auteurlük) Güneş, Cüneyt Arkın gibi ünlü oyuncularla da çalışmış. Son filmi hariç bir çok filminde senarist Ömer Lütfi Mete ismi ağırlıklı olarak öne çıkıyor. Son olarak 2007 yapımı The İmam filminde beraber çalışmışlar. Açıkçası bence cesur ama hayal kırıklığı denebilecek bir senaryoya sahipti. İsminden de anlaşılabileceği üzere, dini bir arka plana sahipti. Bir yobaz ve modern imam (imam hatip lisesi mezunu ayrıca) imajı ve karakterleri üzerinden Batılı islam imajı çizilmişti. Bunu yaparken yobaz karakterlerini başarılı olarak çizmişti. Ne yazık ki, yer yer televizyon estetiğini çağrıştıran bir sinema estetiği (!) tutturan yönetmen, son filminde de aynı şeyi yapıyor. Bu filmde ister istemez bana şu soruyu sordurdu: Oscar şansımız ne kadar fazla?

Ateşin Düştüğü Yer, bir töre hikayesi anlatıyor. Eğer töre hakkında hiçbir kitap okumadıysanız, dizi izlemediyseniz veya en azından klişe bir hikaye görmediyseniz bu film size yeni gibi gelebilir. Ama günlük televizyon izleme süresi en az beş saate ulaşan Türk izleyici için bilindik bir hikaye anlatıyor, klişe bile kalıyor hikaye ve gayette can sıkabiliyor. Tabii ki de klişelerden yola çıkmayı deneyebilirsiniz. Ama klişeden klişeye doğru gitmek ve bunu yeni bir hikaye olarak sunmak izleyiciye bence bir hakarettir. Aslında kısaca filmi anlatmak istiyorum.


Ateşin Düşüğü Yer, işçi bir ailenin kızı olan Ayşe'nin gayri meşru hamileliği yüzünden töre tarafından cezalandırılmasını ele alıyor. İşçi baba ve karnı burnunda olan karısı, Ayşe'yi hamilelik ortaya çıkana kadar çok seviyor ve el üstünde tutar. Ama ne zaman gayri meşru çocuk ortaya çıkıyor Ayşe, törenin hışmına uğruyor. Törenin temsilcisi işçi baba, Ayşe'yi törenin uygun gördüğü bir biçimde yargılayıp öldürülmesine karar veriyor. Bu karar için törenin öngördüğü kişiler çağrılıyor ve görüş (!) alınıyor. Uzun bir yolculuğa çıkılmasına karar veriliyor. Ama tabii Ayşe'nin her fırsatta babasına olan bağlılığı ve babanın kararlılığı çelişiyor filmde. Mesela Ayşe, bir çok kez elini kanatan babasına yardımcı olmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. -Spoiler- Oysa, baba her fırsatta Ayşe'yi zehirlemenin yollarını arıyor ve sonunda buluyor. -Spoiler sonu-  'Yol' filminin son sahnesindeki gibi acı verici bir sonu olmasa da filmin, yine töreye bağlılığın acı yüzünü sonunda vurguluyor (adım adım yolu metafor alarak) Gereksiz uzunluktaki çekim planları göz yoruyor ve bıktırıyor. Ayrıca şık da durmuyor.

Sözün bittiği yerde, filmin konusundan da anlaşılabileceği film Türkiye'nin toplumsal gerçeğine dalıyor ama farklı bir hikaye yerine sıradan bir hikaye çıkıyor. Bunun yanında, sanatsal açıdan seyirciye sunduğu çok az. Oscar aday adayı olmasına ve Kültür Bakanı'nın optimist tahmini olayı kurtaracağa benzemiyor. Oscar'da kendini kanıtlamış ünlü yönetmenlerin filmleriyle mukayese edildiğinde Cannes ödülü kucaklamış Haneke'nin yanında Türkiye'nin Oscar aday adayının şansı ancak mucizelere bağlı. Türkiye'de bile insanların ilgisini çekmeyi başaramamış ve çok az kopyayla yer aldı.

Optimist yanlarından da bahsedecek olursak, filmin hikayesi basit ve anlaşılır. Hikaye tam Batı'nın seveceği türden oryantal bakışa uygun.Bunlar filmimizi son dokuz film arasına itebilecek mi?

Bir not vermek gerekirse: 5\10 veririm.

6 Kasım 2012

Looper

İlk filmi Brick ile bağımsızlar cephesinde saygın bir yer edinen Rian Johnson, sonraki çalışması The Brothers Bloom'la Hollywood kervanına katılmış ancak başarılı olamamıştı. Rian Johnson, üçüncü filmi Looper (Tetikçiler) da Bruce Willes, Joseph Gordon Lewitt ve Emily Blunt gibi yıldızlarla çalışıyor ancak bağımsız ruhunu sonuna kadar hissettiriyor. Zamanda yolculuğun mümkün fakat yasak olduğu bir gelecekteyiz. Mafya, tekelinde olan bu büyük buluşu pis işlerini halletmek için kullanıyor. Temizlemek istedikleri birini 30 yıl geriye gönderiyor ve orada bekleyen tetikçiler de işi kolayca hallediyor. Ana karakterimiz tetikçi Joe, bir gün kendi geleceğini karşısında buluyor ve elinden kaçırıyor. Hikaye bir mafya içi hesaplaşması olarak da görülebilir.

Looper'ın zaman yolculuğuna bakışı
Geleceğin dünyasında geçen bir gangster filmi Looper ve zaman yolculuğunu odak noktası yapan bilim kurgu filmlerinin son örneği... Rian Johnson'ın zaman yolculuğuna yeni bir bakış açısı getirmek gibi bir iddiası olmamakla birlikte bu temayı minimize ederek kullanması, Looper'ın zaman yolculuğu temalı bir bilim kurgu klasiğine dönüşmesinin önünü tıkıyor. Minimize etmeyi açalım hemen. Johnson'ın kendi yazdığı hikayeye göre zaman yolculuğunun kullanım alanı çok dar. Sorun bunu yalnız gangsterlerin kullanması değil, hatları keskin bir biçimde çizilmiş iki tarih arasında kullanabilmesinde diyebiliriz. 2074'ten 2044 yılına gidilebiliyor, yıl 2075 olduğunda ise 2045'e gidebiliyorsun yalnızca. 30 yıllık bir kısır döngü bu ama anlaşılabilir bir tercih Johnson'ınki, çünkü hikaye tek bir karakter üzerinden gidiyor Joe'nun bugünü ve geleceği, karşılaşmaları ve bunun yaratacağı olası sonuçlar masaya yatırılıyor.


Korku sinemasından devşirilmiş öğe: Telekinezi
Korku sinemasının alt türlerinden telekinetik korkular (Carrie, Firestarter, The Children) daha çok küçük çocukları bir korku nesnesi olarak kullanır. Düşünce gücüyle cisimleri hareket ettirme esasına dayanan telekineziyi, Rian Johnson, bir zaman yolculuğu aksiyonuna yamamış ve bunu da korku filmlerinde olduğu gibi kullanmış. 2040'lı yılarda nüfusun %10'unun durup dururken telekinetik güçler kazanması, temel atmadan bina inşa etmek gibi açıkçası. Filmde kritik bir işlevi olan telekinetik güç hakkında herhangi bir açıklama yapılmaması ve son yarım saatte üzerine düşülmesi, havada kalmasına neden oluyor fakat Looper'ın ana temalarına ve filme ciddi bir zarar vermiyor.

Looper'ın ataları: benzeştikleri ve ayrıştıkları noktalar
Rian Johnson'ın Terminatör serisi ve Twelve Monkeys'den esinlenerek yazdığı senaryonun bahsettiğimiz filmlerle ne gibi ortak noktaları var bir bakalım. Terminatör filmlerinde geleceği değiştirmek için geleceğe müdahale etme fikri; gelecekten geleni avcı, geçmiştekini kurban konumuna getirirken Looper önce bunu tersten uyguluyor sonra da her ikisini birden. Twelve Monkeys'de kişinin kendi küçüklüğüyle karşılaşmasının yarattığı paradoks, Looper'ın üzerine gittiği, zaman yolculuğunun da önüne geçen bir mevzu. Terminatör ve Twelve Monkeys, post-apokaliptik bilim kurgu filmidir ve bu iki filmde zaman yolculuğu büyük bir amaca hizmet eder, insanlığın geleceği tehlikededir ve zaman yolculuğu bunun önüne geçebilmenin tek yoludur. Looper'ın geleceği ise -2040'lar ve 2070'ler- bugünden çok da farklı değil, kimi teknolojik gelişmeler var ancak bunlar ne insanların yaşam biçimini değiştirebilmiş ne de kaderini...

Looper nasıl bir bilim kurgu?
Yazının başında Johnson'ın 'bağımsız' ruhundan bahsetmiştik. Yöntmenimizin hem görsel hem de anlatı olarak sadelikten yana olduğunu söyleyebiliriz. Looper; fiyakalı bir bilim kurgu-aksiyon filmi değil, ne çok derin ne de sığ, ne çok hareketli ne de durgun... Kısacası sizi çok heyecanlandırmayacak, çok da üzmeyecektir.

Son söz: Looper, bilim kurgu sevenlere alternatif bir lezzet sunuyor 7.2\10

1 Kasım 2012

Yeni Kuşağın Altın Adamları: En iyi 15 yönetmen


Uzun metraj kariyerlerine 1980 ve sonrasında başlayan yeni nesil sinemacılar, 60'lardan itibaren modern sinemanın ana hatlarını belirleyen yönetmenlerin mirasını devralıp bugünün sinemasını şekillendirdiler. 1895-1930 arası yönetmenlere ilk kuşak, 1930-1960 arası ikinci. kuşak, 1960-1980 aralığına da üçüncü kuşak dersek 1980'lerden bugüne uzanan süreci 4 ve 5. kuşaklar olarak adlandırabiliriz. Kuşaklar muğlak elbette, arada kalan ve iki farklı kuşak içinde değerlendirilebilecek isimler var. Yeni kuşağı belirlerken bu zorluğu yaşadım. Başlangıç noktam 1980'ler olunca; Pedro Almodovar, Oliver Stone ve Michael Haneke gibi büyük yönetmenleri dışarıda tutmak durumunda kaldım. Seçtiğim isimlerin yönetmenlik becerileri en önemli kriterim oldu. Onun dışında filmografilerini ve kişisel zevklerimi göz önünde tuttum.  Park Chan-Wook'u biraz zamanı olduğunu düşündüğümden, Tim Burton ve Luc Besson'u ise düşüşe geçen kariyerleri sebebiyle listeye alamadım. Wong Kar Wai de ilk 15 için düşünmediğim ama sevdiğim yönetmenlerden biri...

1- Darren Aronofsky
2- Quentin Tarantino
3- Christopher Nolan
4- Paul Tomas Anderson
5- David Fincher
6- Coen Brothers
7- Lars Von Trier
8- Spike Jonze
9- Kim Ki-Duk
10- Alejandro Gonzalez Inarritu
11- Alejandro Amenabar
12- Peter Jackson
13- Wes Anderson
14- Sam Mendes
15- Jim Jarmusch