31 Aralık 2012

Sinemasal bir Tsunami: "Cloud Atlas"


Beni tanıyanlar ve blogu takip edenler bilirler ki, bilim kurgu sineması özel bir ilgim vardır. Bu ilgi yeni projelere olan bakışımı da etkiliyor. Cloud Atlas'ı da uzun zamandır büyük heyecan ve iştahla bekliyordum haliyle. Çokça yazılıp çizildiğinden yönetmenlerimizden, önceki işlerinden ve hikayeden bahsetmek istemiyorum. Filmi izlemeden önce uzun bir analizini yapmayı düşlerken, şimdi böyle bir çaba içine girmenin lüzumsuzluğuyla kısa bir değerlendirme yapmakla yetineceğim. 

2001: A Space Odyssey ve The Fountain'in üç parçalı anlatısını örnek alan Cloud Atlas, 6 farklı zaman diliminde ve hatta 6 farklı evrende aynı suretlerin dönüp durduğu 6 hikaye anlatmayı deniyor. Hikayeleri sıralı değil birbirine paralel olarak kurgulanan filmde, tematik zenginlik var ancak bu zenginlik bir amaca hizmet etmediğinden ve bir sonuca bağlanmadığından 'gösteriş' olarak kalıyor. 1849, 1936, 1973, 2012, 2144 ve uzak bir gelecekte bir gezintiye çıkıyoruz. Bu gezinti bizi geçmiş zaman bilimkurgusu, siberpunk ve post apokaliptik bilim kurgu gibi alt türlerde özgürce dolaştırıyor. Zaman ve mekan değişse de insanoğlunun kaderi değişmez söylemi vurgulanıyor. Paralel evren bilimkurgusu diyoruz ancak Cloud Atlas'ın tek bir dünyada geçtiğini de varsayabiliriz. Zamansal sıçramaları ele alalım. 1849'dan başlayarak kronolojik olarak çok uzak bir geleceğe ulaşıyoruz. Aynı ruhların farklı bedenlerde devinip gittiği, reenkarne olduğu ve aynı kaderi paylaştığı bir dünyada da olabiliriz.

Gelelim filmin temel sorununa. Cloud Atlas orta metraj 6 hikaye anlatan ve "Everything is Connected" sloganıyla yola çıkıp hikayelerini birbirine bağlayamayan aciz bir film. Kırıntılardan bahsetmiyorum, hikayeler arasında göbek bağı olmalı ki, yaklaşık 3 saat boyunca yaşadığımız karmaşa bir anlam kazansın. Karmaşa diyorum çünkü hikaye ve karakter galerisi, muğlak diyaloglarla üst üste bindiğinde filme adapte olmak güçleşiyor. Cloud Atlas'da reenkarne olan hayatlar, yeni bedenlerde can buluyor fakat bu devinim hikayelerin cansızlığı, yönetmenlerimizin düz anlatımı (kurgudan bahsetmiyorum) ve dolayısıyla da biçim ve içerik açısından yeni bir şey üretilememesine neden olmuş. Tom Hanks, Halle Berry, Hugh Grant ve Susan Sarandon bilim kurgu oyuncusu değil. Eğreti durduklarını söyleyeyim.

Yapılan eleştirilere inanmak istememiştim ama şimdi tamamına katılıyor ve zaman kaybı olduğunu düşündüğüm Cloud Atlas'ı tüm zamanların en büyük hayal kırıklıkları listeme ekliyorum.

Son söz: Cloud Atlas, bir deprem. Oluşan beklentiler sonrasında "Sinemasal bir Tsunami" yaratan cinsten

28 Aralık 2012

İlk İzlenim: "Superman: Man of Steel"

Aynı hikayelerin yeniden ve yeniden anlatıldığı bir dönemden geçiyoruz. Adına 'reboot' denilen yeniden yapımların baş aktörleri hiç şüphesiz çizgi roman uyarlamalarıdır. Batman ve Spider-man'in ardından sıra Superman'e geldi. Aslında Christopher Reeve'le 70'li ve 80'li yılların en popüler çizgi roman uyarlaması olan Superman, 2006 yılında Brian Singer yönetiminde, Superman Returns adıyla karşımıza çıkmış ne var ki, yeni Superman Brandon Routh ve film kimseyi tatmin edememişti. Yeniden kolları sıvayan Warner Bros, Superman: Man of Steel adını verdikleri yeni filmin yönetmen koltuğuna da 300 ve Watchmen ile rüştünü ispatlayan Zack Snyder'ı oturttular. Yapımcı olarak Christopher Nolan ve senarist olarak da usta kalem David S. Goyer'in varlığı yeni filmden beklentileri yukarı çekiyor.

Superman'ın  hikayesini en baştan ele alacak olan projede, oyuncu kadrosu da tamamen yenilendi. Yeni Superman Henry Cavill olurken, biyolojik babası Jor-El'i Russell Crowe canlandıracak. Clark Kent'in dünyadaki anne-babasına Kevin Costner ve Diane Line, Louis Lane'e Amy Adams, ve kötü karakter General Zod'a Take Shelter'da harikalar yaratan Michael Shannon hayat verecek. Superman'in baş düşmanı Lex Luther'ı serinin muhtemel devam filmlerinde görebileceğiz. Görsel olarak serinin diğer filmlerinden ayrılan Man of Steel, yayınlanan fragmanlarıyla fanları memnun etmiş görünüyor. Superman: Man of Steel, Amerika ile aynı anda 14 Haziran'da sinema salonlarımızda olacak. Ve bu film, 2000'li yıllarda karşımıza çıkan Batman ve Spiderman filmlerinin yakaladığı başarıyı tekrarlayacak gibi görünüyor. Fragmanlar ve taze kan bambaşka bir Superman filminin bizi beklediğini söylemekte...

Superman filmlerinin kronolojisine ve olay akışına bakarsak, hikayenin baştan anlatıldığını ve fakat 1980 tarihli devam filmi Superman II'nin kötü karakterlerinden General Zod'un kötü karakter olarak yer aldığını görüyoruz. Bu da şu an için çok doğru bir tercih gibi görünüyor. Ama en önemli nokta Superman Returns'teki hataların görülüp, Christopher Nolan'ın Batman üçlemesinin örnek alınmış olması ve Nolan'ın da projeye dahil edilmesi şüphesiz. Yönetmen Zack Snyder'a da ayrı bir parantez açmak gerekir ki, söz konusu bir çizgi roman uyarlaması olduğunda, seyirciye güven veren isimlerin başında geliyor.

25 Aralık 2012

10 Adımda Bilim Kurgu Sineması


Bu dosyanın amacı, doğuşundan bugüne bilim kurgu sinemasının gelişimini en kısa yoldan, kronolojik olarak göz önüne sermektir. "10 adımda bilim kurgu sineması" bir liste veya en iyiler olarak algılanmamalı, aksine filmlerin türe yaptıkları-getirdikleri teknik yenilikler, ideolojik açılımlar, elde ettiği gişe ile üretim açısından türü ileri taşıyan başlıca filmlerin bir başlık altında değerlendirilmesinden ibarettir. 10 adım arasına dahil etmesem de adını anmadan geçemeyeceğim üç film var. 70'li yıllardan Alien, bilim kurgu içine korkuyu enjekte etmesiyle korku\bilimkurgu birlikteliğini hızlandırmıştır. 80'li yıllardan E.T, Close Encounters of the Third Kind'ın değiştirdiği uzaylı algısını dönemi için inanılmaz gişe başarısıyla (yaklaşık 800 milyon dolar) geniş kitlelere ulaştırabilmiştir. Ve 2000'li yıllardan Inception, Avatar'la birlikte gişe başarısını eleştirel başarıyla taçlandırarak, bilim kurgu sineması için bir "Gümüş Çağ"ı müjdelemiştir. 


İlk adım: Georges Melies'ten Aya Seyahat (1902)
Nedir: 14 dakika süren bir sessiz film. Ayrıntılar için link
Neden köşe taşı: Bilim kurgu sineması Aya Seyahat'le başlar.

İkinci adım: Metropolis (1927)
Nedir: Fritz Lang'ın sessiz sinema başyapıtı Metropolis, Alman dışavurumcu akımının en önemli örneklerindendir. Filmde, temelde tüm kenti yöneten tek şey makinelerdir. Yeraltında köle gibi çalışan işçiler ve onları değersiz birer eşya gibi gören, makinelere hükmeden bir patron yer almaktadır. Ve bu uçurum er ya da geç büyük bir krize dönüşecektir.
Neden köşe taşı: Metropolis; distopik gelecek öngörüsünü, makineleşme, makine-insan mücadelesi gibi bugün bilimkurgunun vazgeçilmezi haline gelen temalarla, 20'li yılların ötesine geçerek anlatabilmiştir. Sonuç olarak ardından gelen bilimkurguları derinden etkilemiş, ilk ciddi bilim kurgu filmidir ve çok uzun zaman tek kalmıştır.


Üçüncü adım: Planet of the Apes (1968)
Nedir: Çok uzak bir gelecekte, maymunların hüküm sürdüğü bir dünya tablosu çizen, Franklin J. Schaffner filmi.
Neden köşe taşı: 50'li ve 60'lı yılların soğuk savaş paranoyasıyla uzaylı istilası filmleri dışında özgün ve yaratıcı işler çıkaramayan bilim kurgu sinemasına taze soluk getirdiği için. Bir roman uyarlaması olan Maymunlar Gezegeni, gişe başarısıyla hem yeni deneysel işlerin önünü açmış hem de bilim kurgu edebiyatı - sinema birlikteliğini kuvvetlendirmiştir.


Dördüncü adım: 2001: A Space Odyssey (1968)
Nedir: Stanley Kubrick'in Arthur C. Clarke'ın kısa öyküsü The Sentinel'dan yazarla birlikte senaryolaştırdığı, bilim kurgu sinemasının temel direği olan film. Ayrıntılı değerlendirme için link
Neden köşe taşı: Felsefik yaklaşımı, derinliği, döneminin çok ötesindeki görsel efektleri ve yaratıcı uzay mekiği tasarımları gibi pek çok özelliğiyle bir devri kapatıp bir diğerini açmıştır. Artık bilim kurgu filmi çekecek tüm yönetmenler ilk nereye bakması gerektiğini biliyordu. Bilim kurgu sinemasına 2001: A Space Odyssey'den önce ve sonra şeklinde bakabiliriz.

Beşinci adım: Star Wars (1977)
Nedir: George Lukas'ın yarattığı kurgusal evren, en basitinden iyiyle kötünün bitmek bilmez savaşını ele alır. 'Güç'ü Galaktik Cumhuriyeti muhafaza edip barışı sağlamak amacıyla kullanmak isteyen 'Jedi' adı verilen  savaşçılarla Galaktik İmparatorluk için kullanmak isteyen Sithlerin mücadelesi hikayenin temelini oluşturur.
Neden köşe taşı: Bilim kurgu sinemasını fantezi ve aksiyonla saf bir eğlenceliğe dönüştüren Star Wars, bugün hala sinemanın en büyük fenomenlerinden biri. İlk filmin ticari başarısı ve her yeni filmin tekrarladığı başarı tür için seriyi vazgeçilmez kılmakta. Özellikle ilk film, bilim kurgunun gişe potansiyelini göstermesi bakımından elzemdir.
Filmin Parodisi için link


Altıncı adım: Close Encounters of the Third Kind (1977)
Nedir: Steven Spielberg'in ilk ve en önemli bilim kurgu çalışması Üçüncü Türden Yakınlaşmalar'da, uzaylılarla ilk temas çarpıcı bir sinema diliyle aktarılmakta
Neden köşe taşı: Filmin istilacı ve düşman uzaylı algısını, dost ve barışçıl uzaylıyla değiştirmesi küçümsenecek bir olay değil. Uzaylılarla iletişim kurabiliyorsak, neden birbirimizle kuramayalım mesajını veren Üçüncü Türden Yakınlaşmalar'ın sinemasal erdemleri saymakla bitmez. Gerçek bir bilim kurgu klasiği.


Yedinci adım: Blade Runner (1982)
Nedir: Ridley Scott'ın Phillip K. Dick'in "Androidler elektrikli koyun düşler mi" adlı romanından 1982'de yaptığı uyarlama. Ayrıntılı yazı için link
Neden köşe taşı: Blade Runner'ın kendi dönemi 80'li yıllara olan etkisi Siberpunk dediğimiz türün doğuşu ve yükselişine ayrıca yapay zeka, makine-insan formunun Terminatör-Robocop vb. temsillerine öncülük etmesi diyebiliriz. Tematik ve görsel etki 90'lı yıllarda hatta günümüzde de sürmekte. Ne zaman mavimtrak bir bilim kurgu filmi görsek Blade Runner etkisini göz ardı edemeyiz.


Sekizinci adım: Termınator 2: Judgement Day (1991)
Nedir: James Cameron'ın 1984'te The Termınator ile başlattığı serinin devam filmi Judgement Day, makinelerle insanlar arasında yaşanan savaşı zaman yolculuğunu temasını öne çıkararak günümüze taşır. 
Neden köşe taşı: Artık 90'lı yıllara girilmiş ve görsel efekt teknolojisinde yeni bir çağa adım atılmıştır. Judgement Day'in şekil değiştirebilen robotu T-1000 üzerinde kullanılan Morphing (şekil değiştirme) efektinin Cameron, 1989 yapımı filmi The Abyss'da bir benzerini kullanmış ve bu filmde kusursuzlaştırmıştır. Terminatör 2, bilimkurgu aksiyonların zirvesidir. Cameron, bilimkurgusal temaları aksiyonla buluşturur ancak işlevinin kaybolmasına müsaade etmez.


Dokuzuncu adım: The Matrix (1999)
Nedir: Terminatör'de olduğu gibi yine makine-insan mücadelesi işlenmekte ancak bu kez savaş sanal ortamda cereyan etmektedir. İnsanlık yeraltında yaşamakta ve kurtarıcısını beklemektedir.
Neden köşe taşı: 2000'li yıllara girerken janr bir devrimi daha beraberinde getirdi. The Matrix; sanal ile gerçek arasında gidip gelirken, dinlerden aldığı referans ve felsefesiyle sağlam bir hikaye altyapısı kurmuş ve bunu ilk kez kullanılan 'flow-motion' tekniğiyle dudak uçuklatan bir görsel şölene dönüştürerek öncü bir film olmayı başarmıştı  Kısaca The Matrix, 2000'li yılların bilimkurgusunu şekillendirmiştir.
Filmin parodisi Bölüm 1 ve Bölüm 2


Onuncu ve son adım: Avatar (2009)
Nedir: Pandora adlı gezegenin yerlileri Na'vilerin istilacı konumundaki insanlıkla giriştikleri varolma savaşı
Neden köşe taşı: Avatar, tüm zamanların gişe rekorunu kırarak bilimkurgu sinemasında taşları yerinden oynattı. Cameron daha önceki işlerinde olduğu gibi bilimkurgu\aksiyon anlayışından vazgeçmezken bu kez fanteziyi öne çıkardı. Hikayesiyle bir çok filmin kolajı olduğunu hissettiren Avatar'ın en büyük kozu Pandora'nın görselliği ve 3D teknolojisiydi. Bu pencereden baktığımızda vaatlerini sonuna kadar yerine getirebilmiş bir film Avatar. The Matrix üzerinden bir 10 yıl geçmiş ve yeni bir teknolojik devrimin vakti gelmişti. Film üzerinden 3 yıl gibi kısa bir zaman geçti ve sırtını 3D teknolojisine dayayan filmlerin sayısında ciddi bir artış gözlemliyoruz. Sadece 3D örneklerde değil bilimkurgu filmlerinde 2012'de izlediğimiz ve 2013'te gösterime girecek filmler başta belirttiğimiz gibi İnception'la birlikte ama daha çok Avatar'ın başarısının bir geri dönüşü.

21 Aralık 2012

Türk Sinemasının en iyi 10 filmi


Türk sinemasının miladı 1914 olarak kabul ediliyor ve bu da demek oluyor ki sinemamız 100 yaşına basacak yakın bir zamanda. Kurucusu Muhsin Ertuğrul'un uzun yıllar tek yönetmen olarak kaldığı Türk sineması; dram, melodram ve komedi dışında başarılı olamamıştır. Örneklemek gerekirse 60'lı ve 70'li yıllarda seri üretimi yapılan Battal Gazi, Malkoçoğlu ve Tarkan gibi Hollywood tarihi epiklerini örnek alan ancak tarihten çok yarattığı kahramanla ilgilenen, hikaye ve karakter derinliğini umursamayan bu filmler ne kadar seversek sevelim sinemamızı ileri taşıyan işler olamadılar. Fantastik, korku ve bilim kurgu denemeleri birer 'çalıntı' olmaktan öteye gidemedi. Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney'in öncülüğünde Yeşilçamı ve Yeşilçam anlatısını aşmaya başladığımızda uluslar arası ödüller de gelmeye başladı. 60'lı yıllarda ortaya çıkan, sosyal sorunları yönetmenin gerçekçi anlayışıyla betimleyen 'Toplumsal Gerçekçilik' akımı kapsamında değerlendirdiğimiz filmler, bugün baktığımızda sinemamızın en iyi örneklerini oluşturmaktadır. 70'li yıllarda Ertem Eğilmez komedileriyle sinemamız yeni klasikler kazanırken, baş gösteren seks filmleri furyası pek çok oyuncunun geri çekilmesine sebep olmuş. 80'li yıllarda videonun da devreye girmesiyle sektörün küçülmesi kaçınılmazdı. Ayrıca 80 darbesi sonrasında çekilen filmler daha karamsar hikayeleriyle dikkat çeker. 90'lı yıllarda Eşkiya ile Türk seyircisinin güveni geri kazanılmış ve yeni kuşak sinemacılarla bir ivme yakalanabilmiştir. Bana göre Türk sinemasının en iyi 10 filmi şöyle sıralanmakta:

10- Masumiyet, Zeki Demirkubuz (1997)


9- Muhsin Bey, Yavuz Turgul (1987)


8- Susuz Yaz, Metin Erksan (1963)


7- Selvi Boylum Al Yazmalım, Atıf Yılmaz (1977)


6- Sürü, Zeki Ökten (1978)


5- Eşkiya, Yavuz Turgul (1996)


4- Anayurt Oteli, Ömer Kavur (1986)


3- Yol, Şerif Gören (1982)


2- Sevmek Zamanı, Metin Erksan (1965)


1- Umut, Yılmaz Güney (1970)


18 Aralık 2012

İlk İzlenim: "The Great Gatsby"


20. yüzyıl Amerikan edebiyatının büyük yazarlarından F. Scott Fitzgerald'ın başyapıtı kabul edilen 1925 tarihli romanı The Great Gatsby, önce George Cukor tarafından sinemaya aktarıldı. Bu sessiz filmin ardından 1949'da bir uyarlama daha geldi ama romanın hakkını veren filmler değildi bunlar. Senaryosunu Francis Ford Coppola'nın yazdığı ve başrollerini Robert Redford'la Mia Farrow'un üstlendiği 1974 yapımı The Great Gatsby ise görece iyi bir filmdi ama bu başyapıttan beklene uyarlama değildi. Hollywood şu sıralar sık sık geri dönüp yeniden çevrimlerle karşımıza çıkıyor. Edebiyat da bu geri dönüşlerden nasibini alıyor kuşkusuz ve sonunda yeni bir The Great Gatsby uyarlaması 2013'te huzurumuza çıkacak.

Romeo + Juliet ve Moulin Rouge ile saygın yönetmenler arasına adını yazdıran Baz Lurhman'ın son filmi Australia önceki işlerine nazaran zayıf bulunmuştu. Luhrman'ın yeni filmi The Great Gastby'nin 25 Aralık'ta vizyona girmesi ve oscar yarışına dahil olması beklenirken 17 Mayıs gibi ileri bir tarihe ertelenmesi kafalarda soru işareti yarattı. Leonardo Di Caprio, Tobey Maguire ve Carrey Mulligan'ın başrolleri üstlendiği filmin hikayesi şöyle: Genç yazar adayı Nick Carraway (Maguire), 1922'de New York'a gelir. Burada Amerikan rüyasının peşinde koşarken kapı komşusu, milyoner Jay Gatsby (Di Caprio) ile tanışır ve kendisini bilmediği bir dünyanın içinde bulur. Carraway, ülkenin seçkin insanları ve zenginlerinin boy gösterdiği partilerde gününü gün ederken, çok geçmeden bu yalan dünyanın gizlemeye çalıştığı gerçeklerle yüzleşecektir. Film 3D olarak çekildi.

Dış basında ilk tepkiler genel olarak olumsuz olsa da bu ışıltılı kadro ve Fitzgerald'ın zengin metninden en basit tabirle 'kötü' bir film beklemiyoruz. Ayrıca bazen okyanus ötesiyle bizdeki beğeniler çok farklı olabiliyor.

17 Aralık 2012

Hobbit: Beklenmedik Yolculuk

Peter Jackson'ın J. R. R. Tolkien'in fantastik edebiyat serisi Yüzüklerin Efendisi'nden yaptığı uyarlama fantastik sinemanın gidişatını kökünden değiştirmişti. Türün kodlarını kendi kodlarıyla değiştiren ve fantastik film çatısını tarihi\epik ile kusursuz biçimde kesiştiren üçleme, bugün ilk bakılan-model alınan film olma ünvanını elinde tutuyor. Tolkien'in Orta Dünya'sını kendi hayal gücüyle yeniden biçimlendiren Jackson, elini taşın altına koydu ve çok daha zor bir işe kalkıştı: Bir çocuk romanını alıp ondan tüm yaş gruplarına hitap eden bir film çıkarttı. İlk film Hobbit: Beklenmedik Yolculuk, seyircinin ne kadarını tatmin edebilecek bilmiyoruz ancak o çok sevdiğimiz Orta Dünya'ya geri dönebilmek mutluluk verici, bunu biliyoruz.


Aynı formüllerle yola devam
Peter Jackson, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin uyguladığı tüm formülleri Hobbit'te de harfiyen uyguluyor. Shire, Hobbitlerin kentinde başlar hikaye. Gandalf'ın gelişi, ekibin toplanışı ve amansız yolculuğun başlaması... Orta Dünya'da karşılaşılan tehlikeler ve mekan değiştikçe yeni durumlar, yeni maceraların birbirini kovalaması Hobbit: Beklenmedik Yolculuk'un kısa özeti. Hobbit, Yüzük Kardeşliği'nin başladığı zaman diliminde açılıyor ve tüm film bir 'flashback' olarak kurgulanıyor. Bu flashback içinde de yine başka flashback sahneleriyle film mitolojisini anlatma imkanı buluyor. Hobbit'in en göz alıcı sahnelerinin bu kısa geri dönüşler olduğunu söyleyebiliriz.

Filmin zayıf karnı hikayesi
Cüce Kral Thorin ve bir grup cücenin yurtlarını geri alma mücadelesi tek başına, eğer bir filmde anlatılabilseydi doyurucu olabilirdi. Hikayenin üçe bölünmesi ticari bir hamle ve hiç şüphe yok ki hedefine de ulaşacak. Jackson'ın yaptığı tek hata filmi çok uzun tutması. Elinde 169 dakikada anlatılabilecek bir hikaye yok. Misal cücelerin Bilbo Baggins'in evinde toplandıkları sahne tahminen bir 20 dakika sürüyor ve gereksizce uzatıldığı aşikar. İlk yarı giriş hikayesi olması sebebiyle sallantılı geçiyor ama ikinci yarıda taşlar yerine oturdukça Orta Dünya'nın tadına varıyoruz.


Hobbit: nostaljik fantezi
Hobbit: Beklenmedik Yolculuk'u değerli kılan arkasındaki epik fantezi şaheseri Yüzüklerin Efendisi.  Karakterlerden başlayalım. Frodo, Gandalf, Elflerden Elrond ve Galadriel, Saruman ve Gollum'dan Gandalf  dışında tamamı hikaye içinde sahne alacakları anı bekliyor ve misyonlarını tamamlayıp çekiliyorlar. Bu anlarda özellikle Gollum'la genç Bilbo Baggins arasında geçen sahne bir Yüzüklerin Efendisi nostaljisi olarak serinin hayranları için büyük anlam taşıyor. Başını cücelerin çektiği yeni karakterle ısınabilmek için biraz çaba göstermek gerekiyor. Filmi izlerken salondan yükselen sesler, eski karakterlere olan özlemi ortaya koyuyor. Jackson'ın Yüzük Kardeşliği'ne yaptığı gönderme ise filmin en büyük sürprizi. Gerek göndermeleri gerekse de eski karakterlerin adaptasyonu ve iki hikayenin de aynı zaman dilimine denk düşürülmesi, hikayeler arasındaki mevcut akrabalık bağını daha da kuvvetlendiriyor.

Yeni mekanlar ve yeni fantastik yaratıklarla Orta Dünya genişliyor. Görsel olarak üçlemenin de üzerine çıkabilen Hobbit: Beklenmedik Yolculuk, teknik olarak yakaladığı kusursuzlukla ve Jackson'ın iyi yönetimiyle ilk filmden bekleneni veriyor. Yüzüklerin Efendisi'ni örnek alarak yeni fantastik dünyalar kuran pek çok film üretildi ancak hiçbiri Peter Jackson ve Tolkien'in vizyonuna sahip olmadığından başarılı olamadılar. Seyirci, epik fantezi ihtiyacını Game of Thrones gibi bir diziyle gidermeye çalışadursun fantezinin altın çağına girdiği 2000'li yıllarda bu yükselişin baş aktörü Peter Jackson'ın dönüşü küçümsenecek bir olay değil.

Son söz: Yeni üçlemenin ilk halkası vasat değil, başyapıt hiç değil. Öngördüğümüz gibi Jackson'ın romanın üzerine çıktığını söyleyebiliriz. 7\10





15 Aralık 2012

Tepenin Ardı

Burç Karabulut yazdı
Bir fotoğraf çekin. Hayatınızın tüm tren şeridi gibi önünden geçen o son anlarınızda neyle karşıya karşılaşacağınızı düşünün Güzel mutlu anıların yanında pişmanlıklarınız, hayal kırıklıklarınız ve daha nicesi gözünüzün önüne gelecektir mutlaka. Tepenin Ardı'nın bir anlamda yaptığı buna karşılık geliyor. Tabii işi tek kareyle sınırlandırmıyor. İki saatlik bir filme yayıyor. Tepenin Ardı sembolik de olsa ardındakileri görmesek de bilmesek de onlar bizim günahlarımızın eseridir diyor. Tepenin ardındakilerle ilişkilerimiz; önyargılarımızla yöneldiğimiz o anda yargısız infazda başlıyor.

Tepenin Ardı'nın bir Western atmosferi içinde kurgulandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Benim aklıma hemen Ox-Bow Incident'in yargısız infaz sahnesi geliyor. O müthiş finalde, üç adam asılacaktır. Fakat suçlarını bilmemektedirler. Sadece yanlış yerde yanlış zamanda bulunmaları onları asılmaya götürecektir. Kanıt yoktur ama kanıtımsı şeyler bulunabilir. Suçları zaten kasabalılar tarafından halihazırda belleklerde yer etmiş olan  önyargının tezahürüdür ve bu durumun hareket geçmesi için sadece üç adam lazım gelir. İşte o peşin yargının sebebi, yargısız infazı da beraberinde getirir. Ox-Bow Incident filminin konusuna da hafifçe girmek belki niye iki filmi üst üste incelememize gerek olduğunu açıklayabilir.


Feodal sistem ve Baba'nın Adı: Sistemsizlik ve Kanunsuzluk
Türkiye'nin genel coğrafi yapısı ele alındığında, toprak ağalığı küçümsenemez. Toprak ağalığı yapanlar genelde o bölgede güce de sahip olurlar. Partiler içinde öncelik sırasına göre değerlendirilir. Feodal sistemde yaşayan bir çocuğun, yaşlının ve kadının yaşamı, toprak ağasının ağzından çıkacak lafa bağlıdır. Baba'nın adı, Lacan'ın dediği gibi simgesel düzeyde kanunlara işaret eder. Babanın yani bu durumda toprak ağasının varlığı, kadının, yaşlının, çocuğun susması ve başını öne eğmeleri için yeterli bir sebeptir.

Tepenin Ardı'nda ise Faik Ağa bu role denk düşer. Faik Ağa, ununu elemiş eleğini asmış artık yaşlılık dönemlerini yaşayan bir ağadır. Faik ağa, oğulları ve torunlarıyla her sene yaylaya çıkmaktadır. Geçmişten kalma büyük bir arazinin de sahibidir. Bir gün yine yaylanın keyfini çıkarırken, ters şeyler olmaya başlar. Nerden geldi belli olmayan silah sesleri ile adeta bir Kızıldereli saldırısına uğrayacakmış gibi yerini yurdunu korumaya girişir. Kendi yabaniliğini karşı tarafa transfer eder adeta. Jandarmanın bu duruma müdahalesi olmadığı aşikardır. Sistemsizlik ve kanunsuzluk, bireysel şiddeti ve kanunu zorunlu kılmıştır.

Ox-Bow Incident ve Tepenin Ardı: Düşman Yaratımı
İki filmi karşılaştırırken spoilerdan elimden geldiğince uzak durmaya özen göstereceğim. Ox-Bow'un meşhur o son sahnesini anlatamayacağımdan film hakkında genel bir bilgi verecem. Bir gün Bridger Wells kenti sakinleri sığırlarının çalınması üzerine faili aramaya koyulurlar. Üç tane adam kasabaya bu iş için giriş yapmıştır, şerif de o sırada kasabada değildir. Bunun üzerine, bir araştırma ekibi oluşturup failleri aramaya koyulurlar. Üç adam kanıt bulunamamasına rağmen asılırlar. Önemli olan üç adam asmış olmaktır. Ekip keyifle dönerken şerif onları yarı yolda yakalar. İyi haberleri verir. Aslında sığırı çalan adamın yakandığını söyler.


Feodaliteyi bir Western olarak görmek ve anti-Western olarak uyarlamak
Tepenin Ardı'nda ise filmde görünmez (tekinsiz Kızılderililerin aksine) bir düşman vardır. Faik Ağa, oğlunun vurulması üzerine Tepenin Ardı'na hücuma geçer. Karşı taraftan ona göre tahrik devam eder. Torunun da ölmesi üzerine Tepenin ardındakileri öldürmeye doğru yola koyulur. Filmi çok anlatmaya çalıştım. İkisinde de tam olarak bir düşman yaratımının zihinlerde olduğunu görmek mümkün. Ox-Bow'da feodal ağa olmamasına rağmen halkın kanun yerine kendini koyması ile Faik Ağa'nın kendini zaten ağa olması dolayısıyla kanunu uygulamasını kendine hak olarak görmesi var. Feodallik ile Western o yüzden çok iyi örtüşür.

İki filmi üst üste okuduğumuzda, Amerikan Westernlerinin bir acı gerçeği olarak görünebilecek Ox-Bow Incident, hem Westernleri eleştirir hem de düşman yaratım sürecinde de toplumsal ve evrensel bir eleştiri getirir. Tepenin Ardı ise, Westerni bir arka plan olarak kullanarak bu durumu feodallik üstünden anlatır. Arka plan olarak da yetinmez yönetmen Emin Alper. Yabanilik, tekinsizlik ve Kızılderili gibi Yörükleri de düşman olarak iyi lanse eder. Tamamen bir Türk Westernidir. Aynı zamanda bir anti-Westerndir.

Karakter çatışmasının eksikliği hissedilse de filmi çok bozan bir ayrıntı olarak göze çarpmaz.

Filmin puanı 10 üstünden 9'dur.

13 Aralık 2012

70. Altın Küre adayları açıklandı


13 Ocak 2013'te sahiplerini bulacak 70. Altın Küre ödüllerinin adayları açıklandı. Spielberg'in son filmi Lincoln 7 dalda adaylık alarak iddiasını ortaya koydu. Argo ve Tarantino'nun western çalışması Django Unchained 5, eleştirmen birliklerinden ödülleri toplamaya başlayan Zero Dark Thirty  ve Les Miserables 4'er adaylık aldı. 

En iyi film (Drama)
Lincoln
Argo
Life of Pi
Zero Dark Thirty
Django Unchained

En iyi film (Müzikal-Komedi)
Les Miserables
The Best Exotic Marigold Hotel
Moonrise Kingdom
Silver Linings Playbook
Salmon Fishing in the Yemen

En iyi yönetmen
Steven Spielberg (Lincoln)
Ben Affleck (Argo)
Kathryn Bigelow (Zero Dark Thirty)
Ang Lee (Life of Pi)
Quentin Tarantino (Django Unchained)

En iyi erkek oyuncu (Drama)
Daniel Day-Lewis (Lincoln)
Denzel Washington (Flight)
Richard Gere (Arbitrage)
John Hawkes (The Sessions)
Joaquin Phoenix (The Master)

En iyi kadın oyuncu (Drama)
Jessica Chaistain (Zero Dark Thirty)
Helen Mirren (Hitchcock)
Marion Cotillard (Rust & Bone)
Naomi Watts (The Impossible)
Rachel Weisz (The Deep Blue Sea)

En iyi erkek oyuncu (Müzikal-Komedi)
Bradley Cooper (Silver Linnings Playbook)
Hugh Jackman (Les Miserables)
Jack Black (Bernie)
Ewan McGregor (Salmon Fishing in the Yemen)
Bill Murray (Hyde Park on Hudson)

En iyi kadın oyuncu (Müzikal-Komedi)
Merly Streep (Hope Springs)
Jennifer Lawrence (Silver Linnigs Playbook)
Maggie Smith (Quartet)
Judi Dench (The Best Exotic Marigold Hotel)
Emily Blunt (Salmon Fishing in the Yemen)

En iyi senaryo
Django Unchained
Argo
Lincoln
Zero Dark Thirty
Silver Linnigs Playbook

Yabancı dilde en iyi film
Amour (Avusturya)
Rust & Bone (Fransa)
Kon-tiki (Norveç)
The Intouchables (Fransa)
A Royal Affair (Danimarka)

En iyi Animasyon
Brave
Hotel Transylvania
Frankenweenie
Rise of the Guardians
Wreck-It Ralph

En iyi Müzik
Cloud Atlas
Argo
Lincoln
Life of Pi 
Anna Karenina

10 Aralık 2012

Rose Red Konağı

Korku edebiyatının büyük yazarı Stephen King sinema için bitmez tükenmez bir kaynak. 1976'da Brian De Palma'nın yazardan yaptığı ilk uyarlama Carrie'yi onlarca film takip etti. King eserlerine kimi zaman Stanley Kubrick, David Cronenberg gibi A sınıfı yönetmenler ilgi gösterip bugün klasik olarak nitelendirdiğimiz korku filmleri ürettiler. Öte yandan King'in hikayeleri sayısız B tipi filmin de yapılmasına olanak tanıdı. Filmlerin yanında Tv için de üretmeye başladı King. Romanların diziye uyarlanmasından ziyade direkt Tv için senaryolar yazmaya başladı korkunun efendisi. Storm of the Century ve Rose Red bunun en iyi iki örneği oldu. 2002 tarihli, 4 bölümden oluşan bir mini dizi Rose Red Konağı ve korku türünü sevenler için iyi bir alternatif.

Seattle'da şehrin göbeğinde yer alan dev, tarihi ve lanetli bir konak... Paranormal olayları araştıran Profesör Dr. Joyce Reardon, çeşitli psişik güçleri olan 6 kişilik bir ekip kurup Rose Red Konağında 3 gün geçirmeyi ve ordan parapsikolojiyi bilimsel bir tabana oturtabileceği kanıtlarla dönmeyi amaçlamaktadır.

Roe Red Konağı; 'lanetli ev', 'hayaletli ev' hikayelerinin klasik bir örneği. Ancak King bunla yetinmiyor ve telekineziyi de ana hikaye içine dahil ederek zenginlik katıyor diziye. İlk bölümde karakterleri tanıyoruz ve konağın tarihinde bir gezintiye çıkıyoruz. Geri dönüşler dönem filmi estetiğiyle çekilmiş ve 4 bölüm boyunca kısa kısa geri dönüşlerle lanetin izlerini sürüyoruz. Konak içinde kaybolan insanlar hatta konağın inşasında başlayan ölümlerle bir çok soru işareti ve bilinmez gizemli olaya tanık oluyoruz. King, Rose Red'i yaşayan bir organizma gibi düşünmüş. Konak bir devinim halinde, büyüyor, değişiyor...

4 saatlik dizi tek seferde izlendiğinde etkili olmak bir yana sıkabiliyor. Korku filmleri çok uzun değildir genelde ve belli safhalardan geçer. Rose Red Konağı; serim, düğüm ve çözüm bölümlerinden ilkini başarıyla kotarıyor ve düğüm kısmı uzadıkça uzuyor. Tekrarlanan sahnelerle birlikte dizi sarkmaya başlıyor. Çözüm ise olayı aydınlatma derdine hiç girmeyerek, akılda kalıcı bir son yapıp işin içinden kolayca sıyrılmayı deniyor. King'in karakterleri derin olmasa da iyi ama oyuncular sırıtıyor biraz. Karakter etkileşimleri ise hiç fena değil. Dizinin konağın ihtişamını ve esrarını yansıtmadaki başarısı da atlanmamalı.

Eğer Storm of the Century ve Rose Red Konağı arasında bir tercih yapacaksanız mutlaka ilkini tercih edin derim. Her anlamda çok daha etkili bir öyküsü var Yüzyılın Fırtınası'nın. En iyi 10 Stephen King uyarlaması için bakınız.

9 Aralık 2012

Oblivion


Tron Legacy’nin yönetmeni Joseph Kosinski’nin ikinci bilimkurgu çalışması Oblivion, ilk bakışta Tom Cruise’un varlığıyla gişeye oynayan bir bilimkurgu izlenimi bırakıyor. Ülkemizde 12 Nisan’da gösterime giren film, dünya genelinde olduğu gibi bizde de pek hoş karşılanmadı. En basit tabirle klişe denip bir kenara atılan film, öyle olmasına ve kusurlarına rağmen zengin temalarıyla öne çıkan ve incelenmesi gereken bir bilimkurgu olarak karşımızda duruyor

İlk bir saat neden ‘bir saat’?

Ana karakterimiz Jack Harper’ın, dünyada ne olup bittiğini, neler yaşandığını vb. detayları kısa bir özet geçtiği açılış sekansıyla sağlam bir giriş yapan Oblivion, Jack ve Victoria’nın rutini ve harap olmuş dünya tasvirleriyle fazla vakit kaybediyor. İlk yarıda inceden inceye bir gizem örerken çok ağır davranması ve asıl meselesine girememesi aleyhine işliyor. Seyirci de doğal olarak neden bu kadar vakit kaybedildiğini ve ilk yarının neden bir saat sürdüğünü sorguluyor. Oblivion’un ikinci yarısında art arda önümüze sürülen sürprizlerle anlıyoruz ki, ilk yarı kısmen bir ‘sahte gerçeklik’ üzerine kurulmuş. Sadece seyirci için değil, ana karakterimizin de vakıf olamadığı gerçekler suyu yüzüne çıkmaya başladığında film de vites değiştirip, merakla beklenen bir sona doğru yürüyor.

Zengin bilimkurgusal temalarıyla şaşırtıcı bir karışım sunuyor

Açılışta uzaylı istilasının sebep olduğu bir dizi felaketle post apokaliptik bir dünya tablosu çıkartan, post apokaliptik’e ulaşan Oblivion, bir önceki paragrafta da bahsettiğim gibi hikayesini bir ‘sahte gerçeklik’ üzerine kuruyor. Dolayısıyla da ikinci yarı asıl meselesine giderken, çözmesi gereken gizemleri bilimkurgunun en çok ürün verdiği temalara bir bir uğrayarak sonuca bağlıyor ve benzerine rastlamadığımız bir tematik çeşitlilik yakalıyor. Oblivion, hikayesini esasen uzaylı istilası üzerine kuruyor. Ancak, burada uzaylı yorumu yapay zeka dolgusuyla farklı bir kimlik kazanıyor. Bu yeni kimlik de ilginç bir ‘alt tür kırması’ doğuruyor. Uzaylı yorumu ayrıca filmi uzaylı istilası şablonundan bilimkurgunun klasik alt türlerinden makine-insan savaşına açıyor. Tüm bu değişkenlerin post apokaliptik bir zeminde işlenmesi de Oblivion’un önemini artırıyor. Bugün uyuyup gelecekte uyanma düşüncesi, klonlama, yaratıcıyla buluşma ve nihayetinde uzaya da açılan film, bu zengin menüyü ne yazık ki özgün bir hikaye ile kurgulayamadığından hedefini vuramıyor. Daha doğrusu hedef tahtasını buluyor ama yüksek bir skor elde edemiyor. Hollywood stüdyo bilimkurgularının klişelerine saplanıyor. Ama yine de ortalamanın üzerine çıkabiliyor.

Yeni ve çığır açıcı mı?

Film, bir Hollywood bilimkurgusu olsa da 2001: A Space Odyssey göndermeleriyle (ana makine Tet’in, Hal 9000 ile benzerliği, kırmızı gözü ve uzay araçlarında ‘Odyssey’ adının kullanılması) saygıda kusur etmiyor. Saygıdan da öte, filmin finali 2001: A Space Odyssey etkisini gözler önüne seriyor. İlk yarıda Wall-e ve After Earth’e benzetme yanılgısının ardından Oblivion’un post apokaliptik bilimkurgulardan ve uzaylı istilası filmlerinden büyük oranda ayrıldığını görüyoruz. İki alt türü birbirine bağlama fikrinin bu değişimi olanaklı kıldığını görüyoruz. Görsel olarak hemen hemen hiçbir post apokaliptik bilimkurguya benzemeyen Oblivion, tanıtımlarda attığı “özgün ve çığır açıcı” sloganının altını dolduramıyor. Yeni ve çığır açıcı olabilmesi için denenmemiş-yapılmamış olanı yapmak gerekir. Oblivion, yeni bir şey söylemiyor, eskimiş fikirlerden bir sentez yapmayı deniyor. Sentez hususunda oldukça başarılı olduğu da bir gerçek.

5 Aralık 2012

Postacı Kapıyı İki kere Çalar


James M. Cane'in 1934'te yazdığı The Postman Always Rings Twice adlı roman, 1939, 1943, 1946 ve 1981'de olmak üzere tam 4 kez sinemaya uyarlanmıştır. Kara film dediğimiz türü etkileyen başlıca edebi eserlerden sayılan bu romanın ilk üç uyarlaması, Bob Rafelson'un 1981 tarihli filminden ayrılır. Kara filmlerin kimlik değiştirdiği bir döneme denk düşen bu film katıksız bir suç öyküsü anlatıyor. Jack Nicholson ve Jessica Lange'ın başrolleri üstlendiği filmin yazarı da usta senarist\yönetmen David Mamet. 

Hikaye şöyle: Gezgin Frank Chambers geçerken uğradığı yol kenarında bir kafede çalışmaya başlar. Bu arada patronunun genç çekici karısıyla (Cora) tanışır ve birbirlerinden çok etkilenirler. O andan itibaren Frank'ın yaşamında tek bir amacı vardır: Cora'ya sahip olmak, ne pahasına olursa olsun.

Postacı Kapıyı İki Kere Çalar, Amerika'da büyük buhran yıllarını fon alıyor. İşsiz, aşsız ve evsizlerin arttığı, suç oranlarının ise tavan yaptığı bir dönemden bahsediyoruz. Filme bakacak olursak, ana karakterimiz Frank Chambers çeşitli suçlara bulaşmış, yatacak yeri ve cebinde yemek parası olmayan, günü gününe yaşayan yalnız bir adam. Ve bir gün şans yüzüne gülüyor, bir iş buluyor Frank ama o gündeliği 8 dolara çalışabilecek biri değil, her şeyi kolay yoldan elde etmeye alışmış, suç ruhuna işlemiş bir kere.

Filmin sloganının "Ateşi Hissedeceksiniz" olduğunu söyleyelim. Filmde Frank ve Cora, tutkulu bir birlikteliğe yelken açıyorlar. İlk birlikteliklerini, kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı resmeden Rafelson iki karakter arasında yaşanan erotizmi seyirciye geçirmekte hiç zorlanmıyor (oyuncuların yüksek katkısıyla). Bu yasak aşkın önündeki tek engel, Cora'nın kocası, Frank'in patronu Nick'tir ve bu aşkın özgürlüğe kavuşması için Nick ortadan kaldırılmalıdır. Şeytani bir plan yapan aşıklar uygulamada türlü sorunla baş etmek durumunda kalacaktır.

Eğer The Postman Always Rings Twice'dan sadık bir uyarlama yapacaksanız inişli çıkışlı hikaye yapısını bozmanız pek olası değil. Rafelson da tırmanan bir gerilimden ziyade dengeli bir anlatımı tercih etmek durumunda kalmış. Artık klasikleşmiş bir hikayesi var filmin ama bu hikayenin bizi nereye götüreceğini bir türlü kestiremiyoruz. İkinci yarısında dallanıp budaklanan film, bizi nasıl bir sona taşıyacak, mutlu bir son beklemeli miyiz gibi sorular papatya falı misali sürekli değişiyor ama bir şeyi biliyoruz: Bu bir kara film daha doğrusu kara filmlerin yeni yüzü Neo Noir. Peki bir kara filmden mutlu son beklemeli miyiz? Bir umutla...

Son söz: Meşhur bir romandan o kadar meşhur olamamış bir uyarlama Postacı Kapıyı İki Kere Çalar. Ama bu sizi yanıltmasın, iyi bir keşif olacağına bahse girerim. 7.6\10

2 Aralık 2012

Angel Heart


Alan Parker'ın ses getiren ilk filmi 1978 yapımı Midnight Express, bizde büyük tartışmalara sebep olmuş, mimlenmiş ama nihayetinde başarılı bir çalışmaydı. 70'li yıllardan 80'lere geçtiğimizde, Alan Parker art arda çektiği birbirinden başarılı filmlerle bu döneme damgasını vurdu: Fame, Pink Floyd: The Wall, Shoot the Moon, Birdy ve Mississippi Burning... Parker'ın 1987'de çektiği Angel Heart (Şeytan Çıkmazı) ise ustanın en iyilerinden, unutulmaz bir korku filmi.

Parker'ın William Hjortsberd'in 'Falling Angel' adlı romanından uyarladığı hikayeye bir göz atalım. Louis Cyphre adlı gizemli bir müşteri, özel dedektif Harry Angel'dan bir adamı bulmasını ister. Verilen ipuçlarını değerlendiren Angel, hedefine doğru ilerledikçe birtakım doğaüstü olaylarla karşılaşır. Aranan kişiye dair bilgi aldığı herkes vahşice öldürülmektedir. Angel, her şeye rağmen görevini yerine getirmeye çalışır.

New York, 1955'te kapkaranlık, tekinsiz bir sokakta açılan Angel Heart, nasıl bir film olduğuna dair ilk ipuçlarını da veriyor. Dedektifimiz Harry Angel'la tanışır tanışmaz esrarengiz bir adamdan aldığı işle birlikte tüm film boyunca adını duyacağımız ve ortadan kaybolduğunu öğrendiğimiz Johnny Favorite adlı bir adamın izini sürüyoruz. Bu noktada New York'tan Harlem'e geçiyoruz. Siyahların ve Caz müziğin eksik olmadığı küçük bir yer burası. Harry Angel araştırmasını derinleştirdikçe irtibata geçtiği, bilgi topladığı herkes canice katlediliyor. Filmi izlerken kafamızda dönüp duran soru işaretleri şunlar: 1- Johnyy Favorite yaşıyor mu? 2- Cinayetleri o mu işliyor? 3- Louis Cyphre onu neden arıyor? 4- Olayın aslı, bizden gizlenen gerçek nedir? Tüm soruların cevaplarını son 10 dakikada eksiksiz biçimde alıyoruz. Hikaye bizi büyük bir sürpriz finalle sarıp sarmalıyor, baştan düşünmemize sebep olurken karakterler ve olaylar arasındaki bağlantıyı kavramak için tekrar filme geri dönme isteğiyle yanıp tutuşuyoruz

Angel Heart, sürprizini bozmamak için rahat rahat konuşamadığımız filmlerin başını çekiyor. İçerikten kıstığım yorumu biçim ve simgelerle kapamaya çalışayım. Işık ve gölge oyunlarıyla tarifi zor bir görsellik yakalayan Alan Parker, filmin temposunu ne zaman ve nasıl artıracağını çok iyi biliyor. Aralara serpiştirilen flashback sahnelerinin her seferinde biraz daha fazlası gösteriliyor. Yüzünü göremediğimiz siyahlı figüre de bir türlü ulaşamıyoruz. Tüm bunlar gerilimi ve merak unsurunu artıran küçük detaylar olarak karşımıza çıkıyor. Hikayedeki sürpriz sebebiyle açıklayamasam da Parker'ın bolca simge kullandığını belirteyim. Ayna bunların başında geliyor ve kilit bir rol üstleniyor hikayede. Pervane ve asansör de dikkat edilmesi gereken diğer önemli simgeler.

1950'lerin Amerika'sını fon alan, kurduğu dönem atmosferi ve klasik bir dedektiflik hikayesi şeklinde başlayan Angel Heart, serbest bir Faust uyarlaması esasen. Harry Angel adlı dedektifimiz bir iş alıyor ve araştırma safhasında film bir seri katil  hikayesine dönüşüyor. Seri katil dönemeci ile polisiyeye göz kırpan ama kara film estetiğiyle polisiyeden ayrılan; şeytan figürü, voodoo büyüsü ve cinayetlerle korku filmi etiketini alan şaşırtıcı bir bileşim kısacası. Angel Heart özel bir korku filmi; 80'li yılların slasher'ları, korku-komedileri ve serileri arasında parlayan, döneminin şok edici işlerinden.

Oyunculardan söz etmeden olmaz. Mickey Rourke neden 80'li yılların en karizmatik oyuncularından biri bu filmi izlemek yeterli anlamak için. Robert De Niro kısa ama etkili bir oyun sergiliyor. Beyazperdenin en karizmatik şeytanı. Lisa Bonet ise kışkırtıcı tek kelimeyle. Rourke'la otel odasında geçen seks sahnesi filmin belki de en unutulmaz bölümü: sert ve cüretkar...

Son söz: Bugün bir benzerine rastlayamayacağınız filmlerden Angel Heart. Dedektiflik hikayelerini ve korku filmlerini seviyorsanız ıskalamayın bu kült filmi. 10\10