6 Ocak 2013

The Fall


Video-klip yönetmenliğinden gelen Tarsem Singh, 2000 yapımı ilk uzun metrajı The Cell ile sinemada görselliğin ön planda olduğu hikayeler anlatacağının sinyallerini vermişti. Bu ilk filmin ardından sinemaya uzunca bir ara veren Singh, 2006'da The Fall adlı fantastik bir dramayla görkemli bir dönüş yaptı. 1920'li yılların Los Angeles'ında film çekimi esnasında düşüp yaralanan ve yatağa mahkum olan bir dublör ile ailesiyle portakal bahçesinde çalışırken düşüp kolunu kıran bir kız çocuğunun aynı hastanede tedavi görürken kurdukları dostluk ilişkisi olarak özetleyebileceğimiz hikayesiyle The Fall, bir başyapıt.

Siyah-beyaz ve slow motion çekilmiş bir sekansla açılıyor The Fall. Daha sonra iki ana karakterimizden biri olan Roy'un sakatlandığı sessiz film olduğunu anladığımız bu giriş bölümü hikayenin geçtiği dönemi netleştirme işlevini de üstleniyor. Hayal dünyasında yaşayan küçük kız Alexandria ile sinema sektöründen bir adamın, Roy'un yolları kesiştiğinde film, düşle gerçek dünya arasında gidip gelmeye başlıyor. Aynı yılın diğer fantastik dramı Pan's Labyrinth'le benzer bir formül kullanan (dönem filmi + dramatik gerçeklik = fantezi) The Fall, Roy ve Alexandria'nın birlikte yarattıkları hayal alemiyle fantastik açılımını gerçekleştiriyor.

9 yaşındaki Alexandria'nın adının Alexander the Great'den geldiğini küçük bir hikayecikle anlatarak büyülü dünyanın kapısını aralıyor Roy. Asıl hikaye öncesinde ısınma turlarını atıyoruz böylelikle. Epik'in ne olduğunu bilmeyen küçük bir kıza Epik bir hikaye anlatmaya koyuluyor Roy. Hikaye ise eski bir köle, bir Hintli, Luigi adlı bir patlayıcı uzmanı, İngiliz doğa bilimci Charles Darwin ve maskeli bir adamın intikam öyküsü. Bu beş adamın Vali Odious adlı ortak bir düşmana karşı birleşip intikamlarını alabilmek için dünyanın dört bir yanını (Çin Seddi'nden, Taç Mahal'e, Piramitlere vb. doğa harikası coğrafyada) dolaşacakları macera dolu hikayenin gidişatını belirleyen, ona yön veren Roy'un realitesi diyebiliriz. Acısını dindirmek isteyen, intihara meyilli kısacası hayata yenik düşmüş bir adamın anlattığı hikayeden mutlu son beklememek gerek ancak diğer anlatıcımız Alexandria öyle düşünmüyor. Hayatına son vermek isteyen Roy'la hikayeye çocuk masumiyetiyle yaklaşan Alexandria'nın hayata bakışlarındaki zıtlık ve dostlukları hem hikayede hem de realitede dramatik yapıyı güçlendirip duygu seline sebep oluyor. 

The Fall ve Pan's Labyrinth gibi fantastik filmleri 'yarı fantastik' olarak değerlendirmek en doğrusu aslında. Neden derseniz, iki katmanlı bir hikaye kurgusu olan filmlerde, ikinci katman olan fantastik dünyanın Pan's Labyrinth'de bir zihin yanılsaması, The Fall'da ise alenen ana karakterlerin de bildiği sahte bir dünyayı resmetmeleri ve fantastik olanın yanılsama, realitenin ise ana öyküyü oluşturması bu tip filmleri Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter vb. türevlerinden ayırıp 'yarı fantastik' yapmakta ve de fantastik sinemayı sevmeyenler için de iyi birer alternatif oluşturmakta. 

The Fall, canlı renkleri, efekt kullanılmadan gerçek mekanlarda kotarılan (18 ülkede çekilmiş) çekimleriyle büyülüyor. Ancak bu büyü salt görsellikle değil, hikayenin sıcaklığı, Lee Pace ve küçük oyuncu Catınca Untaru'nun doğallığı ve aralarındaki kimya ile de desteklenip kıymeti bilinmemiş modern bir klasiğe dönüşüyor.