4 Nisan 2015

Stalker


Tarkovsky'nin "Stalker"ı yada Tükçe ismiyle "Avcı"sı gösterime gireli neredeyse otuzbeş sene olmuş. Yine de bu sene ikinci, ilk izleyişimin üstünden 5 sene geçmesine rağmen etkisinden bir şey yitirmeden, bana ve insanlığa hükmeden basit bir şeyi kompleks bir bilimkurgu hikayesi olarak sunmadaki sinemasal başarısı, zekice akan aynı zamanda düşündüren bir film olduğundandır.

Emin olun, bu hikaye her zaman izlediğiniz bilimkurgulardan biri değil. Örneğin bir Hollywood klasik klişe bilimkurgusundaki gibi düzgün ve oturaklı bir hikayeye ya da klasik uzaylı (dost ya da değil) karşılaşmasına ya da apokaliptik bir terk edilmiş hikayesi de değil. Hatta tam tersine sinir bozucu, psikolojik olarak seyirciyi adım adım esareti altına alan ve ilerledikçe tam bir bilinmezlik ülkesi olan Zona'sının içine düşüren bir film.
Burç Karabulut yazdı

Stalker bir filmden çok daha fazlası çünkü...

Elimizdeki bir filmden çok daha fazlası o. Akıl yürütmeleriyle ilerleyen bir labirent. Bilinmezliğin sokakları içinde arınırken, hayatı anlamaya davet eden ama hiç de farkında olmadan her gün yaptığımız günlük sorgulamamızı Stalker'a başarıyla yayan Tarkovsky, sinema tekniği ile nasıl seyircinin düşünceye davet edilebileceğini anlatıyor.

Stalker'ın üç kahramanının gitmek için uğraştığı Zona, isimlerini tam olarak bilmediğimiz sadece Profesör ve Yazar olarak tanıtılan karakterlerinin bilinmezlikler ülkesi ya da terk edilmiş tehlikeli ve uzaylıların istila ettiği Zona'ya yolculuklarıyla başlıyor. Profesör'ü ve Yazar'ı Zona'ya çekenin ne olduğunu bilmiyoruz. Tüm yolculuklar ve maceralar meşakkatli ve dönülmez değil midir? Yeni yolculuklar hep korkutucudur özellikle bu yeni yolculuk, meteor düştüğü tahmin edilen, genetik birtakım bozuklukların yaşandığı, insanların çoğunun lanetlendiği bir bölgeye doğru yapılıyorsa. Hele ki bir de bu bölgeye giriş ancak ve ancak gizli bir şekilde yapılması gerekiyorsa.

Zona'ya gitmek var dönmek yok

Avcı ve ekip, kazasız belasız Zona'ya vardıklarında bu Zona'ya varma sürecinin sadece sonun başlangıcı olduğunu öğreniyoruz. Stalker'ın da  dediği gibi: Zona'ya getirdiğim herkes mutlu mesut bir şekilde dönemedi dediğinde tüylerimiz diken diken oluyor. O zaman gitmek var dönmek yok!

Stalker'ın bile üç buçuk attığı Zona büyük sırlar ve tehlikelerle dolu. Hem de kendisinin bile dönme ihtimalinin getirdiği, yolcularla eşit olduğu bir dünyada, seyirci de filmle bir sinematik empati kuruyor. Ne Stalker, ne Yazar, ne Profesör Zona'nın tam olarak ne olduğunu biliyor. Üçünün de bildiği tek şey; Zona'nın derinliklerine gidilebildikçe (şans yaver giderse) keşfedilebileceği. Bir gidenin dönme şansı olmadığı Zona'yı keşfetmek için hayatta kalmanız gerekli. Hayatınız ise pamuk ipliğine bağlı.

Gel zaman git zaman Zona'nın vahşi tuzaklarla dolu ormanından, tehlikeli mağara ve tünellerine akan bu yolculuk, aslında içine girdikçe, sona yaklaştıkça gerilimi çözmüyor. Hatta o kadar çözmüyor ki başladığımız yerde gibiyiz. Özellikle, nehir sahnesinde görülen yalnız bir silah, bir köpek ne anlama geliyor? Ama nafile Zona bir türlü açılmıyor, onu anlamamıza izin vermiyor, adeta keşfedilmesine engel olmaya çalışıyor. Zona  koca bir ülkeyi içine alan bir derya deniz. Sır veren ser vermeyen bir dünya.

Gerçek orada bir yerde

Zona'ya giren de çıkan da aslında biziz. Tarkovsky'nin kurguladığı Stalker'ın sürüklediği bu macera, bizim gerçekliğimizden başkası değil. Biz inanırsak Zona var. İnanmazsak Zona yok. Aynen kısa olan çöpü çekenin önde gitme zorunda olması gibi. Niyeyse bu? Veyahutta adı sanı konulmamış ancak inançlarla beslenmiş bir sürü gerçekliğin anlaşılmazlığı gibi orada bir yerde bir gerçek(lik) var.

Tarkovsky'nin bizi nakavt eden filmi seyirciyle oyun oynadığı, filmi onu düşüncelerinin içine hapsedip kendi kurgularımızla, gerçeklerimizin muhakemesiyle bizi başbaşa bıraktığı bir film. Ama şu soru baki kalacak sanırım: Çocuk muydu bardakları kıpırdatan yoksa tren miydi? Yoksa Tarkovsky miydi gerçeklikle çocuk oyunu gibi oynayan! Yok yok trendi o hepimiz duyduk!