30 Ağustos 2013

Thirst ve Let the Right One In


Thirst
Güney Kore sinemasının son dönemde yetiştirdiği en yetkin yönetmenlerden Park Chan-wook, intikam üçlemesinin en önemli halkası Oldboy ile tanınıyor. Yönetmene Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü getiren Kan Arzusu, 2000’li yıllarda Twilight serisiyle başlayan vampir alt türündeki değişimin ve romantizm aşısının son örneği oldu. Filmde, kendisini hastanelerdeki ölümcül hastalara adayan ve bu uğurda bir virüs kaparak ölen bir rahibin, farkında olmadan vampir kanı verilmesiyle hayata dönmesi ve yeni yaşamında vampirliğiyle rahipliğinin yarattığı çelişkiler üzerine gider Park Chan-wook. Lafı dolandırmadan söylemeliyiz ki, Kan Arzusu, vampir mitolojisine yeni bir yorum getirmekle kalmayan, onu yeniden yazacak kadar iddialı bir hikayeye sahip. Ancak Chan-wook’un böyle bir iddiası ve niyeti yok. İnsanlığa hizmet eden bir rahibin, gün gelipte vampire dönüşmesiyle içine düştüğü ikilem, korkuya değil dramatik yapıya hizmet ediyor. Usul usul ilerleyip, akıllara kazınan sahneleriyle seyirciyi neye uğradığını şaşırtan ve sona geldiğinde dokunaklı bir aşk öyküsüne dönüşen Kan Arzusu, Park Chan-wook’un usta işi yönetmenliğiyle devleşiyor. Korku sinemasının son dönem ürünlerinde, dramatik bir taban üzerine inşa edilen filmlerin en olgun ve kusursuz olanı Kan Arzusu...


Let the Right One In

John Ajvide Lindqvist’in kendi romanından aynı isimle senaryolaştırdığı ve Tomas Alfredson’un yönettiği İsveç yapımı bir vampir filmi olan Gir Kanıma, gösterildiği festivallerden sayısız ödülle dönmüş ve 7’den 70’e her kesimin beğenisini kazanmasını bilmişti. 1982 yılının Stockholm’ünde 12 yaşındaki Oskar ve bir vampir olan Eli’nin kapı komşusu olduktan sonra başlayan arkadaşlıkları, iki yalnız ruhun birbirini buldukları romantik altyapılı ve korku destekli bir dramaya dönüşüyor. Aslında film, ergenlik çağındaki Oskar’ın okul hayatı, arkadaşları tarafından tartaklanması ve bu durumun üzerine giderken ağırbaşlı tutumu ve anlatım tarzıyla Amerikan gençlik filmlerinin arthouse versiyonunu andırıyor. Alfredson’un vampir hikayesine yaklaşımı da aynı arthouse izlenimini veriyor. Dolayısıyla da korku janrına uzak olan bir yönetmenin vampirliği vahşet yaratmak için değil, hikayesini anlatmayı sağlayan bir araç olarak kullandığının altını çizmek gerekiyor. Film, vampir mitine modern bir bakış atıyor atmasına ama bu alt türün kurallarına da sadık kalıyor. Her ne kadar, bir drama gibi dursa da kan göstermekten çekinmeyen ve Stockholm’ün tekinsiz sokaklarında gerilimli sahneleri eksik etmeyen bir film Gir Kanıma. Amerikan versiyonu Let Me In’den önce görülmeli…