30 Ocak 2013

Argo

Oyunculuğuyla beklenen patlamayı yapamayan Hollywood'un popüler aktörlerinden Ben Affleck, yönetmen koltuğuna oturduğu ilk film Gone Baby Gone ve ardından gelen The Town ile büyük beğeni topladı. Suç öykülerini seven Affleck, Altın Küre'de en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerine uzanan son filmi Argo ile dümeni politik gerilime kırıyor. Affleck'in başrolünü de üstlendiği filmde, ona Alan Arkin ve John Goodman gibi usta oyuncular eşlik ediyor. İran İslami Devriminin en sıcak döneminde militanlar, Tahran'daki B.M elçilik binasına girip 52 Amerikalı'yı rehin alırlar. Bu kargaşanın ortasında kalan 6 Amerikalı kaçmayı başarır. Kanada elçiliğine sığınan kaçakların hayati tehlikeleri sürerken CIA, onları kurtarmak için riskli bir plan yapmıştır.


Argo, İran İslami Devriminin kısa tarihçesiyle başlıyor. Gerçek görüntülerle desteklenen bu girizgah ve film süresince Tv'ler aracılığıyla  gözümüze sokulan gerçeklik, "A True Story" başlığının altında dönemin havasını soluma anlamında bir artı olarak algılanabilir. Affleck, Argo adlı kurtarma operasyonunu alıp gerilime hizmet edecek bir yapı içinde kurgulamış. Filmin Amerika-İran ilişkilerinin bıçak sırtı olduğu bir döneme denk düşmesi, Argo'nun Oscar yarışındaki iddiasından çok iki ülke arasındaki soğuk savaşı üzerinde etkisini hissettirecek gibi. Her ne kadar Affleck, Amerikan bakış açısıyla olayı resmetse de kantarın topuzunu kaçırmamaya özen göstermiş. Peki anlatılan hikaye ne kadar gerçek? İşte bu soruya net bir cevap vermek mümkün değil çünkü İran, Argo'ya cevaben 'Genelkurmay' adlı bir film çekeceğini açıkladı ve "ABD'li tutsakları onlar kurtarmadı, biz teslim ettik" diyerek Amerikan bakış açısını sorgulamamıza neden oldu.

Argo, politik duruşu bir yana rehine kurtarma operasyonundaki illüzyonu ve yarattığı birinci sınıf gerilimle pür dikkat bir seyirlik olmayı başarıyor. Filmin geçtiği dönemi düşündüğümüzde fantastik bilimkurguların zirvede olduğu yıllarda türün B tipi örneklerinden birini -Argo'yu- 'sözde' çekmek amacıyla bir plan yapılması uçuk bir fikir fakat bu fikrin onaylanması işin asıl garip olan kısmı. Olayın gerçekliği nedeniyle de bize inanmak değil sadece izlemek düşüyor. Film kaotik giriş kısmının ardından Amerika'ya uzanıp da Argo operasyonun onaylanmasıyla tonunu yumuşatıyor. İran'a geçtiğimizde ise tırmanan bir gerilim yaratıyor Affleck. Hava alanında, kontrol noktasındaki bekleyiş, tırnaklarınızı kemirtecek kadar usta işi. Ancak Hollywood klişeleri devreye girince tadı biraz olsun kaçıyor. Sözün özü Argo, döneme ilişkin titizliği, başarılı kurgusu ve gerilimiyle iyi bir seyirlik ama daha fazlası kesinlikle değil. Bu noktada filmin Altın Küre'de en iyi film ve en iyi yönetmenle taçlandırılması fazla bir anlam ifade etmiyor. Oscar şansı ise hala yüksek görünüyor ama şahsi fikrim alamayacağı yönünde.

Son söz: Ben Affleck'in yönetmenlikteki başarısının tesadüf olmadığını gösterdiği Argo, bir geri adım olmamakla birlikte Afleck'in en iyi filmi de değil. 6.3\10





28 Ocak 2013

Anket: 2000'li yılların en iyi 15 bilimkurgu filmi


2000'li yılların en iyi 15 bilimkurgu filmini seçtiğimiz anket sonuçlandı. Öngördüğümüz gibi Inception, birinciliği kimseye kaptırmazken, geçtiğimiz yılın ses getiren üç bilimkurgusu; Prometheus, Looper ve Cloud Atlas, listelerinizde olmasına karşın en iyi 15 film arasına giremedi. Kendi adıma en büyük sürprizin Star Wars efsanesinin son halkası Revenge of the Sith'in yeterli oyu alamaması diyebilirim. Filmlerin listedeki konumlarıyla ilgili kısa kısa değerlendirmelerimi paylaşıyor ve katılan arkadaşlara teşekkür ediyorum.

1- Inception: Christopher Nolan, The Matrix'in bilimkurgu\aksiyon anlayışını -aksiyon safhasının sanal ortamda vuku bulması- Inception'da bilinçaltına uygulayarak benzer bir etki bıraktı. Her ne kadar, vizyona girdiğinde 'Matrix çakması' diyenler olsa da son 10 yıllık dönemin yaratıcı-özgün bilimkurgu alanının demirbaşı olduğu gerçeği yadsınamaz. Sonuç olarak Inception'ın birinciliği hak ettiğini söyleyebiliriz. Açık ara kazandığını da belirtelim.

2- Eternal Sunshine of the Spotles Mind: "Eternal Sunshine..."ın elde ettiği ikincilik aslında büyük sürpriz. Neden derseniz, filmin bilimkurgusal yanının zayıflığı (bilimkurgu olarak değerlendirmeyenler de hiç az değil) derim. Ancak şöyle bir gerçek var ki, Eternal Sunshine of the Spotless Mind, 2000'li yılların en iyi filmlerinden ve bu beğeni de onu ikinciliğe taşıdı.

3- The Fountain: Darren Aronofsky'nin bilimkurgu sinemasında daha ne kadar ileri gidilebilir sorusunun peşinde gidip, görsel anlamda büyüleyici; geçmiş, bugün ve gelecekte geçen aşk öyküsüyle etkileyici; yönetmenliği ve kurgusuyla baş döndürücü filmi The Fountain, kısa zamanda kültleşti. Ben ve benim gibi fanlar, The Fountain'i üçüncülüğe taşıdı. Kısaca gönüllerin şampiyonu diyebiliriz.

4- Donnie Darko: Bilimkurgu sinemasının en popüler kavramlarından Zaman yolculuğunu, hiç de alışık olmadığımız bir kıyamet filmi anlatısıyla birleştiren Donnie Darko mütevazi bir başyapıt. The Fountain ile giriştiği üçüncülük yarışını kaybetti ancak anketimizde en fazla tam puan alan film oldu.

5- Artificial Intelligence: Kubrick'in mirası Steven Spielberg'in ellerinde muzzam bir bilimkurgu şaheserine dönüşmüştü. Ancak ankette bu kadar üst sıralara konumlanabileceğini tahmin edememiştim.

6- District 9: İstilacı uzaylı algısını mülteci ve tutsak uzaylıyla değiştiren ve bunu da sahte belgeselci bir üslupla farklı bir şekilde ambalajlayan District 9, son dönemin en yaratıcı bilimkurgularından biriydi. Anketteki sırasını hak ettiğini söyleyebiliriz.

7- Children of Men: Kısırlık sebebiyle insan soyunun tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir yakın gelecek portresi. Gerçekçi bir betimleme, çarpıcı bir anlatım ve umut dolu bir final... Children of Men'i ilk 15 içinde görmek güzel

8- Mr. Nobody: Yaptığımız seçimler ve olası sonuçları üzerine karmaşık ve fazla uzun tutulmuş bir bilimkurgu Mr. Nobody. Ancak finalde hikayelerin ustaca bağlanmasıyla karmaşa yerini basit bir gerçeğe bırakıyor. Bu gerçek de aslında filmin bilimkurgusal yanını zedeliyor. Netice itibariyle Mr. Nobody, son dönemin keşfe açık başarılı bilimkurgularından.

9- Melancholia: Trier'en 'arthouse' kıyameti Melancholia, görünen o ki, listedeki yerini düşündüğümüzde bilimkurgu algısı yaratmayı başarmış.

10- Avatar: Son dönemin major bilimkurgusu Avatar'ın bu kadar gerilerde kalması şaşırtıcı. Anlaşılan filmin popülaritesi ters tepki yaptı.

Son 5 film de şu şekilde sıralanmakta

11- Minorty Report:
12- Matrix Reloaded
13- The Man From Earth
14- Wall-e
15- The Buterfly Effect

26 Ocak 2013

Ankette son durum (ilk 5)

2000'li yılların en iyi 15 bilim kurgu filmini seçtiğimiz ankette oylama devam ederken önde giden 5 filmi sırasız olarak paylaşıyorum. 75 filmden oluşan ön listeye buradan bakabilir ve anketimize katılabilirsiniz.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind


District 9


Inception


Donnie Darko


The Fountain


22 Ocak 2013

2000'li yılların en iyi 15 bilimkurgu filmini seçiyoruz


Yeni bir anket çalışmasıyla karşınızdayız. Gelin sizin de katılımınızla 2000'li yılların en iyi 15 bilimkurgu filmini seçelim. 90'lı yılların ardından türde gözle görülür bir düşüş olmasına karşın yeni başyapıtların çıktığı bu 12 yıllık süreçte, Avatar ve İnception'ın önderliğinde yeni bir döneme girildi. Geride bıraktığımız yıl; Prometheus, Looper ve Cloud Atlas büyük ses getiren ve tartışılan bilimkurgu örnekleriydi. Bu filmler listeyi ne şekilde etkileyecek merak konusu. Seçimlerinizi kolayca yapabilmeniz için 75 filmlik bir önliste hazırladım. Bilimkurgusal yanı tartışmalı olan Melancholia'yı da bu önlisteye ekledim. Takdir sizin.

Anketimize katılırken dikkat etmeniz gereken hususlar
1- Anket 15 filmden oluşacak fakat siz, en iyi olduğunu düşündüğünüz 10 filmi 1'den 10'a kadar sıralayacaksınız. Sıralama önemli. İlk sıraya koyduğunuz film 10 puan alacak. 2. film 9 puan şeklinde devam edecek.
2- Önlistede olmayan bir filmi de listenize alabilirsiniz.
3- Listelerinizi bu yayın altına yorum bırakabilir, Facebook ve Twitter hesaplarımdan bana ulaştırabilir veya serdardurdu2001@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
4- Son katılım tarihi 28 Ocak (bugün de katılabilirsiniz) 29 Ocak Salı günü sonuçlar yayınlanacaktır. Katılımınız önemli, şimdiden teşekkürler..

75 filmden oluşan önliste
1- Inception 2- Avatar 3- Artificial Intelligence 4- The Fountain 5- Donnie Darko 6- District 9 7- Prometheus 8- Children of Men 9- Minority Report 10- Looper 11- Cloud Atlas 12- Matrix Reloaded 13- Matrix Revolutions 14- Wall-E 15-Star Wars: Episode II - Attack of the Clones 16- Star Wars: Episode III - Revenge of the Sith 17- Eternal Sunshine of the Spotles Mind 18- Watchmen 19- Terminator 3: Rise of the Machines 20- Terminator Salvation 21- Sings 22- Sunshine 23- Pitch Black 24- The Cell 25- Rise of the Planet of the Apes 26- X-Men 27- X-Men 2 28- X-Men 3: The Last Stand 29- X-Men: First Class 30- 28 Days Later 31- Mission to Mars 32- Vanilla Sky 33- Melancholia 34- Resident Evil 35- Allegro 36- 2046 37- Renaissence 38- Immortel 39- The Island 40- The Man from Earth 41- The Butterfly Effect 42- Code 46 43- A Scanner Darkly 44- I am Legend 45- Moon 46- The Road 47- Star Trek (2009) 48- Cloverfield 49- The Box 50- Source Code 51- Mr. Nobody 52- In Time 53- Knowing 54- Transformers 55- Never Let Me Go 56- The Time Travellers Wife 57- Another Earth 58- Contagion 59- Splice 60- Real Steel 61- I, Robot 62- Paprika 63- Paycheck 64- Equilibrium 65- Space Covboys 66- Dante 01 67- K-Pax 68- Super 8 69- The Hitchhiker's Guide to the Galaxy  70- Night Watch 71- Solaris 72- The Hunger Games 73- Dredd 74- Sky Captain and the World of Tomorrow 75- War of the Worlds

Benim en iyi 10 listeme buradan bakabilirsiniz.
Anket sonucuna buradan bakabilirsiniz

21 Ocak 2013

Korku Sinemasının Altın Çağı

Alt türleri ve  zengin temalarıyla sinemanın genel olarak en sevilen türlerinden olan 'korku', henüz sinemanın ilk yıllarında ilk örneklerini de vermeye başlamış. 1896 Fransız yapımı bir kısa film olan Şeytan'ın Şatosu (Le Manior du Diable) ile start alan janr, korku edebiyatının desteği ve seyircinin de hiç eksilmeyen ilgisiyle inişli-çıkışlı -daha çok çıkış- bir grafik sergilemiş ama sürekli bir değişim içerisinde olagelmiştir. Sessiz sinema döneminde tür ilk başyapıtını ancak 1920'de verebilmiştir. Alman Dışavurumcu sinemasının da en önemli örneklerinden olan Doktor Caligari'nin Muayenehanesi ve hemen ardından gelen 1922 yapımı F.W. Murnau başyapıtı Nosferatu, bugün baktığımızda 20'li yıllarda iz bırakmış nadir korku filmleri olarak karşımıza çıkmakta.

Sinemanın sese kavuşmasının ardından 30'lu yıllarda; Frankestein, Dracula, Mummy, King Kong ve Freaks gibi klasik olarak adlandırdığımız filmlerin önderliğinde, korku sineması üretim açısından bir altın dönem yaşamıştır. Ancak üretimde yaşanan bolluk, bir türün altın çağını belirlerken tek başına yeterli değildir ve ana kriterim olmamıştır (Western istisnadır).

Korku sinemasının Altın Çağı'ndaki 'Altın' daha çok filmlerin niteliğiyle alakalı bir yakıştırmadır. Bu bağlamda, 1968-1987 arasını kapsayan 20 yıllık dönemin türün 'Altın Çağı' olduğunu düşünmekteyim.

Altın Dönem öncesi

Thriller, yani bizdeki karşılığıyla 'gerilim' sinemasının babası Alfred Hitchcock, özellikle 40'lı yıllardan itibaren kalburüstü filmleriyle türe gönül vermiş tüm yönetmenleri derinden etkileyecektir. Hitchcock filmleri gerilime yakın dursa da has korku filmleri Psycho (1960) ve The Birds (1963), altın dönem öncesinin ve türün en yetkin örneklerinden. 40'lı yıllarda II. Dünya Savaşı'nın da muhtemel etkileriyle türde gözlenen düşüş, 50'li yıllarda İngiltere'de Hammer stüdyosunun Gotik korkunun vazgeçilmezi Dracula ve Frankenstein'ı Terrence Fisher yönetmenliğinde, daha canlı biçimde yeniden çekmesiyle büyük başarı yakalamıştır. 60'lı yıllara gelindiğinde kimi yönetmenlerin kişisel çabaları gözlemlenmekte. 50'lerde ve 60'lı yıllarda düşük bütçeli pek çok film üreten dönemin en önemli isimlerinden olan Roger Corman ve filmleri, Peeping Tom (1960) ile Michael Powell, Herk Harvey'in Carnival of  Souls'u, Robert Wise'ın The Haunting'i, İtalya'dan Mario Bava filmleri gibi farklı alt türlerden beslenen korku filmleri üretilmiş ve modern korku sinemasının temelleri de atılmıştır.

Rosemary's Baby
Altın Çağ (1968-1987)

George A. Romero'nun küçük bir bütçeyle çektiği bağımsız film Night of the Living Dead, ilk örneğini 30'lu yıllarda gördüğümüz zombi filmlerine ve türe yenilikçi yaklaşımıyla klasik korkudan moderne geçişte katalizör görevini üstlenmiştir. 60'lı yıllarda Psycho ve Carnival of Souls'un alışılmış olan korku filmi algısını ve kurallarını yıkmaya yönelik girişimleri, Romero'nun filmiyle tam manasıyla sonuca ulaşmıştır. Night of the Living Dead'in uluslar arası başarısı 1978'de Dawn of the Dead, 1985'de Day of the Dead ile bir üçlemeye dönüşürken pek çok yeni zombi filminin türemesini ve zombileri tür içinde önemli alt türlerden biri konumuna gelmesini de sağlamıştır.

1968'in eğilim yaratan bir diğer filmi de Roman Polanski'nin apartman üçlemesinin ikinci filmi Rosemary's Baby idi. 70'li yıllarda patlak verecek olan şeytan temalı korku filmlerinin fitilini ateşleyen bu film gişede de başarılı olunca Night of the Living Dead'le birlikte 70'li yıllarda tür adına en parlak dönemin yaşanmasına önayak olmuşlardır.

The Exorcist
70'li yıllarda neler oldu?

70'li yıllarda korku sinemasına şiddet ve kanın hakim olduğunu görüyoruz. Hatta bu aşırı kullanımın İstismar sinemasına yakın durduğunun altını çizmeli. Wes Craven'in 1972'de çektiği Last House on the Left, bir korku filminden daha çok istismar filmidir. Bugün baktığımızda efektler yerine şiddetin ön plana çıktığı 70'li yıllar neden korku sinemasının en parlak dönemi? İşte bu sorunun cevabı dönemin filmlerinde gizli. Korku sinemasının en iyilerini belirlediğimizde, oluşturduğumuz listedeki filmlerin bir çoğunun sözünü ettiğimiz 20 yıllık sürecin filmleri olduğunu görürüz. 70'li yıllara ve türe damgasını vuran film hiç şüphesiz ki William Friedkin'in başyapıtı The Exorcist'dir. O günlerde küçük çaplı bir infial yaratan film, 1973'ün diğer iki klasiği The Wicker Man ve Don't Look Now'la birlikte sinema seyircisinin görmeye alışık olmadığı birtakım imgeler sunarak iz bıraktılar. Bu filmler modern korku sinemasının ana hatlarını da iyiden iyiye belirginleştirmişlerdir. 1974'te Tobe Hooper'ın filmi The Texas Chainsaw Massacre teen-slasher alt türünün ilk örneklerinden biri olmakla beraber istismar sinemasına yakın duran tavrıyla 70'li yıllar korku sinemasını en iyi tanımlayan filmlerin başında geliyor.

John Carpenter's Halloween
70'li yıllarda adını büyük puntolarla yazmamız gereken isimlerin başında Jaws ile büyük başarı yakalayan Steven Spielberg geliyor. Müziğin gerilim yaratmada ne kadar etkili bir unsur olduğunu göstermesi ve Spielberg'in köpek balığını uzun zaman göstermeyerek daha büyük bir etki yaratmasıyla Jaws dönemin kilit filmlerinden. Brian De Palma ise Sisters (1973) ve özellikle Carrie (1976) ile hem eleştirel hem de gişe bazında başarıyı yakaladı. 70'li ve 80'li yıllarda korku\gerilim türünde çok sayıda filme imza atan De Palma, oluşturduğu görsel stil ve Hitchcock'a yaptığı göndermelerle üzerine ayrıca durulması gereken bir sinemacı. İtalya'dan Daria Argento (Profondo Rosso, Suspiria, İnferno, Tenebre), Kanada'dan David Cronenerg (Rabid, Shivers, The Brood ve 80'lerde The Fly) bu dönemde türe çok önemli filmler armağan ettiler. Richard Donner'ın 1976 tarihli klasiği The Omen, kimi anlarında yarattığı inanılmaz gerilimle akıllardan çıkmayacak bir film. Bütün olarak baktığımızda da türün en çarpıcı örneklerinden hala.

80'li yıllara geçerken

Bugün korku sinemasının en büyük ustalarından biri olan John Carpenter, 1978'de Halloween'ı çekerek 80'lerde yeni bir eğilim başlattı. Gençlerin kesilip-biçilerek kurban edildiği filmler için kullanılan teen-slasher terimi 80'li yıllara hakim olan alt türdür. 1980'de Friday the 13th, 1984'te A Nightmare on Elm Street, Halloween serisiyle beraber korku sinemasını artık geri dönülmez bir biçimde değiştirecektir. Öldürülemeyen seri katilleriyle sinemaya bir çok anti kahraman kazandıran bu filmler 80'li ve 90'lı yıllarda çekilen sayısız devam filmiyle bugün bıkkınlık veren devam filmleri furyasının da baş aktörleridirler.

The Shining
1979'da Ridley Scott'ın bilimkurgu başyapıtı Alien, korku\bilimkurgu birlikteliğini hızlandırmasıyla 80'ler korku sineması içinde özel bir film. Alien'ın peşi sıra The Thing, The Fly ve Aliens gibi korku\bilimkurgu başyapıtlarıyla janr, ciddi bir değişim daha yaşadı. Sam Raimi'nin The Evil Dead ile başlattığı seri bu dönem patlayacak korku komedilere (onlardan biri olmasa da) hizmet etti. Teen-Slasher alt türünün doğaüstüyle farklı bir ifade biçimi bulduğu bu film aynı zamanda bir korku parodisiydi. Serinin ikinci ve üçüncü filmlerinde komedinin öne çıkartıldığını görmekteyiz. Bir kısmı B tipi olsa da çok sayıda korku komedi üretildi 80'li yıllarda: An American Werewolf in London (1981), Creepshow (1982), Gremlins (1984), Ghostbusters (1984), The Return of the Living Dead (1985), Fright Night (1985), Bad Taste (1987) The Last Boys (1987) ve son olarak Beetlejuice (1988) örneklenebilir. 80'li yıllara ve türe damgasını vuran film ise tüm türlerin babası olarak tabir ettiğimiz Stanley Kubrick'in şaheseri The Shining şüphesiz. Stephen King'in romanından bambaşka bir film çıkaran Kubrick, o çokça bahsettiğimiz mükemmelliyetçiliğiyle farklı okumalara açık bir korku hikayesi anlattı. The Shining'i bu dosya kapsamında anlatamayacağım için hiç girmemeyi yeğliyorum. 

Bu dönem korku filmlerinin 70'li yılların ana eğilimi 'şiddet'ten bir nebze uzaklaştığını ve yeni alt türlerle birlikte daha 'soft' korku örneklerinin üretildiğini görmekteyiz.

Bu yirmi yıllık süreci 'Altın Çağ' olarak niteleyip adını anmadan edemeyeceğim çok sayıda film var: Romero'nun Martin ve The Crazies'ı, Wes Craven'in Hill Have Eyes'ı, De Palma'nın Dressed To Kill'i, The Changeling, Altered States, Poltergeist, Cat People, Cujo, Hunger, The Fog, Re-Animator, The Hitcher, Hellraiser, Near Dark, Angel Heart, Prince of Darkness ve tabii daha fazlası.. 

Son söz: Bu dosyadaki amacım dönemin genel bir portresini çizmek ve 1968-1987 yılları arasının neden 'Korku Sinemasının Altın Çağı' olduğu sorusunun cevaplarını aramak, kendi süzgecimden geçirip bir değerlendirmesini yapmaktı. 

17 Ocak 2013

2012'nin en iyisi: "Melancholia"


Türkiye'de yılın en iyi filmleri listeleri vizyona giren filmlere göre yapılmakta. Dolayısıyla da 2011 ve 2012 yapımı filmlerden karışık bir liste çıkmakta ortaya. Bu yıl çeşitli sebeplerden en iyi 10 film  listem yerine beni en çok etkileyen ve yılın en iyisi olduğunu düşündüğüm Melancholia'yı paylaşmakla yetineceğim. Çeşitli dergi, gazete ve sitelerde sinema yazarlarının listelerine girmeyi başaran Melancholia, benim için çok daha fazlası.

"Melancholia, beni içeriğinden çok biçimsel özellikleriyle çarptı. Bu öyle bir çarpma ki, filmi ilk izlediğimde bıraktığı etki zaman içinde farklı bir boyut kazandı. 1 yıl boyunca kafamda dönüp duran imgeler, bir sanat yapıtının değerinin neyle ölçülmesi gerektiği sorusunu düşündürdü uzun uzun ve de yalnız seyir halindeyken değil, o edimin sonunda yaşattıklarıyla, zihnimizde tekrar tekrar oynattığımız, kendimizi onu düşünmeden edemediğimiz bir sanatın varlığını gün yüzüne çıkardı. Kısaca bu film, izlerken zaman zaman yaşatığı "o kadar iyi film değil" hissiyatını, bittikten sonra "o kadar iyi film ki" ye çeviren; içeriği, anlatımı ve alt metinleriyle 'zor' bir başyapıt". Yıl içinde yaptığım Melancholia analizi için

16 Ocak 2013

Django Unchained

Quentin Tarantino'nun uzun zamandır merakla beklenen son filmi Django Unchained'ı nihayet izledim. Tarantino, Western çekerse nasıl olur sorusuna verilmiş bir cevap niteliğindeki filmin hikayesini kısaca aktarayım. Amerikan İç Savaşı'nın iki yıl öncesinde açılan hikayede köle Django'nun eski efendileri ile kirli bir geçmişi olan Alman ödül avcısı Dr. King Schultz'la yolları kesişir. Schultz, Britte adlı kardeşlerin izindedir ve yalnız Django onu ödüle götürebilir. Aykırı bir adam olan Schultz, Django'ya Britte kardeşleri ölü yada diri yakalamaları sonucunda özgürlük sözü verir. Başta ayrılmayı düşünseler de Django'nun davası onları ortak yapar.

Tarantino usulü Spagetti Western
B tipi filmlerden ve farklı film türlerinden beslenen Tarantino, Spagetti Western'in babası Sergio Leone'den fazlasıyla etkilenmiş bir yönetmen (Bkz. Kill Bill). Öncelikle Django Unchained'ın Leone Westernleriyle Sam Peckinpah'ın şiddet operası klasmanındaki The Wild Bunch'ının karışımı gibi durduğunu (hikayesiyle değil, Leone filmlerinin anti kahramanları ve müzikleriyle The Wild Bunch'ı da şiddet kullanımındaki aşırılıkla örnekleyebiliriz) söylemek istiyorum. Şiddetin ve kanın bir Spagetti Western için bile fazla olduğunu ancak Tarantino'nun o alışık olduğumuz üslubuyla kan ve şiddeti rahatsız edici bir unsur olarak değil aksine bir eğlenceye dönüştürdüğünü görüyoruz. Django Unchained'ın özellikle kan kullanımındaki aşırılıkla (estetize edilerek) janr içinde ayrıksı durduğu çok açık.

Filmin merkezinde kölelik var
Türsel olarak baktığımızda köleliğin Western sinemasına uzak bir kavram olduğunu görürüz. İlginçtir ki, kölelik sorunu Amerika'da İç Savaş'ının da sebeplerinden biridir ve ancak bu savaş sonrasında kaldırılabilmiştir (1962). Westernlerin çoğunlukla 1850-1880 arası dönemi fon aldığını göz önünde tuttuğumuzda, köleliğin ciddi bir sorun olarak mevcudiyetini sürdürmesine karşın tür içinde yer bulamaması aslında Western sinemasının Amerikan tarihini mitleştirme fonksiyonunun bir sonucudur. Bu mitleştirme içerisinde kölelik, istisnalar dışında kendine yer bulamamıştır. Tarantino ise filmin merkezine köleliği yerleştirmekle kalmamış Django adlı kölenin bir anti-kahramana evrilmesinin hikayesine dönüştürmüş Django Unchained'ı. Amerikan tarihinin Kızılderili soykırımıyla birlikte en büyük insanlık ayıbı olarak nitelendirebileceğimiz köleliğin popcorn bir seyirlikte işlenmesi Afro-Amerikalı cephesinde eleştirilebilir ancak Tarantino'nun sinefil kişiliğiyle film üretmekten yani sanatından başka bir şey düşünmediğini dolayısıyla da bu yarayı deşmek gibi bir derdi olmadığını görüyoruz.


İlk 1 saat ana öyküye girilmiyor
Bir ödül avcısıyla, kölenin çıkar ilişkisi biçiminde başlayan iş arkadaşlığı, önce ortaklığa, ardından da dostluğa dönüşüyor. İlk bir saat Dr. King Schultz'un ödül avcılığı işiyle geçiyor. Vakit kaybediliyor demek istemiyorum çünkü tek bir anı sarkmayan bu bir saatlik dilim, filmin 2 saat 45 dakikalık süresine endekslediğimizde sorun yaratmıyor. Bu ana öyküye girmeme hususu Tarantino'nun senaryo yazım aşamasında kendini ne kadar özgür hissettiğinin de bir kanıtı. Django'nun karısını kurtarma hikayesi ve kötü çiftlik sahibi, köle tüccarı Calvin Candie'nin dahil olmasıyla daha tutkulu bir filme dönüşüyor Django Unchained. Tarantino, kurguyla oynamayı sever ama Western'in yapı itibarıyla düz anlatıya uygunluğunu düşünerek biçimsel anlamda sadelikten yana bir tavır sergilerken, içerikte yapacağını yapmış.

2000'li yıllar Western'ine Tarantino ayarı
Western miadını doldurmuş bir tür, yeni örneklerin türü ayağa kaldırmak gibi bir iddiası ve düşüncesi yok fakat Tarantino, Django Unchained'ı kendini tatmin etme amacıyla çekmiş olsa dahi türe yaklaşımıyla taze bir soluk getirdiğini söyleyebiliriz. 2000'li yıllarda Brokeback Mountain ve The Three Bruials of Melquiades Estrada gibi westernimsilerin türü ileri taşımak bir yana bir metamorfoza uğrattığını, The Assassination of Jesse James By the Coward Robert Ford ve True Grit gibi yeniden yapımların ise eski kahraman veya anti-kahramanları önümüze sürdüğü bir dönemde Tarantino'nun yapı-bozucu kimliğiyle (siyahi bir figürü hem de köleyi kahramana dönüştürmesi küçümsenmemeli) türün aslında yenilenebilir olduğunu göstermesi takdir edilmeli.



Oyunculuklar ve Oscar şansı
En iyi yardımcı erkek oyuncu kategorisinde yarışacak olan Christopher Waltz, adaylığı sonuna kadar hak etmiş ama ödüle uzanması oldukça zor. Hafif kırık, Alman dişçi ve ödül avcısı karakteriyle filmin eğlence dozunu katlamış. Bu kategoride Robert De Niro, Philip Seymour Hoffman ve Tommy Lee Jones gibi iddialı isimler var. Leonardo Di Caprio ise Calvin Candie ile ilk kez kötü bir karaktere hayat veriyor ve akılda kalıcı bir performans sergilediğini söyleyebiliriz. Adaylık almalıydı. Jamie Foxx idare etmiş, Samuel L. Jackson sadık hizmetkar rolünde döktürmüş. Django Unchained'ın en iyi film kategorisinde şansı yok ama Altın Küre'de elde ettiği senaryo ödülünü Oscar'da tekrarlaması büyük ihtimal.

Son söz: Quentin Tarantino'nun zaman zaman bir şova dönüştürdüğü Django Unchained, deli dolu bir film. 8.6\10

Django Unchained sonrası Tarantino filmlerinin sıralaması
1- Pulp Fiction
2- Kill Bill 1-2
3- Resevoir Dogs
4- Django Unchained
5- Jackie Brown
6- Inglourious Basterds
7- Dead Proof

13 Ocak 2013

Life of Pi


Yann Martel'in best-seller olmuş  kitabının aynı adla ve 3D teknolojisiyle desteklenerek görsel bir ziyafete dönüştürüldüğü son Ang Lee çalışması Life of Pi, baştan söylemekte fayda var 2012'nin en iyi filmlerinden. Pi Patel'in ailesiyle Hindistan'daki hayvanat bahçelerinden Pasifik'e yaptıkları zorunlu yolculuk ve bu yolculuk esnasında yaşanan gemi kazası sonucu bir sandalda; bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan ve bir Bengal Kaplanı'yla okyanusun ortasında bir başına kaldığı inanılmaz hayatta kalma mücadelesinin anlatıldığı film; görselliği ve hikayesini ele alış metotlarıyla daha uzun zaman tartışılacak gibi görünüyor.

Ang Lee, filmini oldukça sıradan bir biçimde açıyor. Üretim sancısı çeken bir yazarın, inanılmaz bir hikayesi olduğu söylenen Hintli bir adamı ziyaret etmesi ve bahsi geçen hikayenin birincil ağızdan anlatılmaya başlanmasıyla ana karakterimiz Pi'yi tanımaya başlıyoruz. Hikayenin anlatıldığı bugün ile geçmiş arasında git gelli bir yapı kurulmuş. Pi'nin okyanusun ortasında yalnız kalmasına kadar sık sık araya giren anlatıcı Pi ve yazar karakteri, filmin masalsı yanını zedelemiş. Bunu söylerken anlatılan hikayenin gerçekliğinin kalın bir şekilde çizilmesiyle o büyünün seyirciye geçmesi safhasında sıkıntı yarattığının söylemek istiyorum. Zaten Ang Lee de kaza sonrasında anlatıcı Pi'yi unutturarak görsel ziyafeti öne çıkarmış. Pi'nin hikayesinin çocukluğundan başlanarak anlatılması ise (ailesi, dinlerle ve Bengal Kaplanı'yla olan ilişkisi) okyanusun ortasındaki hayatta kalma mücadelesinin altını doldurma işlevini de üstlenmiş.

Budizm, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi farklı dinleri çocukluk masumiyetiyle benimseyen Pi, bu karma inanç sistemi içinde gençlik döneminde yolunu kaybediyor ve bir sınava tabii tutuluyor. Bu hayatta kalma savaşını 'inanırsan başarırsın' söylemiyle -Ang Lee'nin kolay yolu seçtiği söylenebilir- basit ama etkili bir mesajla noktalıyor yönetmenimiz. Bunu yaparken seyirciyi de bir tür inanç sorgulamasının içine çektiğini görüyoruz. Pi'nin elinde inançsız insanları Tanrı'ya inandırabilecek bir hikaye var. Film içindeki bu 'gerçek' hikaye, eski zamanlardan bugüne değin anlatılagelen masallar, mitoslar, söylenceler ve kutsal kitapları temel alan inanç hikayelerinin de modern bir temsili yapıyor Life of Pi'yi.

Filmin okyanusta geçen bölümü 3D'nin de katkısıyla kusursuz ve doyumsuz. Ancak bu doyumsuz seyir yalnız görsellikle değil daha önce pek çok kez izlediğimiz vahşi doğayla mücadele, ıssız adada yalnızlık motifi diğer bir deyişle Robinson Crusoe temsillerinin ve belgesellerden aşina olduğumuz besin zincirinin Life of Pi'de karadan okyanusa, açık alandan dar alana transfer edilmesiyle kağıt üzerinde dahi tuhaf ve cezbedici duran hikaye, uygulamada da benzersiz bir etki bırakıyor. 

Hikaye akıp giderken, bize de anlatılanlara koşulsuzca inanmak düşüyor. Ta ki sona gelip de filmin metaforik bir anlatıyı tercih ettiğini görene dek. Ang Lee, önümüze iki farklı hikaye koyuyor ve bir seçim yapmamızı istiyor. Birinci hikaye inançla yoğrulmuş bir hayatta kalma mücadelesi ve nihayetinde acılı ama mutlu bir son vadediyor. İkincisi ise trajik, inanılabilir ama kabul edilebilir değil. Tam da burda Ang Lee kritik bir kararla seyirciyi hangi hikayeye inanması gerektiği hususunda özgür bırakmayarak, ucu açık bırakması gereken noktaları bir bir ve alelade şekilde anlatması işin büyüsünü bozuyor maalesef. 

Son söz: Filmografisine baktığımda Ang Lee'nin hedefi 12'de vurduğuna şahit olmadım. Bu durum Life of Pi için de geçerli ama her şeye rağmen yönetmenin en iyi işi olduğunu düşünüyorum. 8.3\10

10 Ocak 2013

85. Oscar adayları açıklandı


Bu yıl 24 şubat'ta sahiplerini bulacak Akademi ödüllerinde yarışacak filmler belli oldu. Lincoln 12, Life of Pi 11, Silver Linings Playbook ve Les Miserables 8, Argo 7, Amour, Django Unchained, Zero Dark Thirty ve Skyfall da 5 adaylık elde etti. Anna Karenina ve Beasts of the Southern Wild 4'er adaylığa uzanırken Paul Thomas Anderson'un The Master'ı 3 adaylıkta kaldı. The Master'ın en iyi film ve yönetmen kategorilerinden yer almaması şaşırttı. En büyük sürpriz de Michael Haneke'nin Amour'unun ana kategorilerdeki adaylığı oldu.

En iyi film
Lincoln
Les Miserables
Argo
Django Unchained
Zero Dark Thirty
Life of Pi
Silver Linings Playbook
Beasts of the Southern Wild
Amour

En iyi Yönetmen
Steven Spielberg, Lincoln
David O. Russel, Silver Linings Playbook
Ang Lee, Life of Pi
Michael Haneke, Amour
Benh Zeitlin, Beasts of the Sourhern Wild

En iyi erkek oyuncu
Joaquin Phoneix, The Master
Daniel Day-Lewis, Lincoln
Hugh Jackman, Les Miserables
Denzel Washington, Flight
Bradley Cooper, Silver Linings Playbook

En iyi kadın oyuncu
Naomi Watts, The Impossible
Jessica Chaistain, Zero Dark Thirty
Jennifer Lawrance, Silver Linings Playbook
Quvenzhane Wallis, Beasts of the Southern Wild
Emmanuella Riva, Amour

En iyi yardımcı erkek oyuncu
Philip Seymour Hoffman, The Master
Tommy Lee Jones, Lincoln
Robert De Niro, Silver Lining Playbook
Christopher Waltz, Django Unchained
Alan Arkin, Argo

En iyi yardımcı kadın oyuncu
Anna Hathaway, Les Miserables
Helen Hunt, The Sessions
Sally Field, Lincoln
Amy Adams, The Master
Jackie Weaver, Silver Linings Playbook

En iyi özgün senaryo
Moonrise Kingdom
Zero Dark Thirty
Django Unchained
Flight
Amour

En iyi uyarlama senaryo
Life of Pi
Lincoln
Argo
Silver Linings Playbook
Beasts of the Southern Wild

En iyi kurgu
Lincoln
Life of Pi
Argo
Zero Dark Thirty
Silver Linings Playbook

En iyi görüntü yönetmeni
Life of Pi
Lincoln
Django Unchained
Anna Karenina
Skyfall

En sanat yönetmeni
Anna Karenina
Les Miserables
The Hobbit
Life of Pi
Lincoln

En iyi film müziği
Argo
Anna Karenina
Life of Pi
Lincoln
Skyfall

En iyi animasyon
Brave
Frankenweenie
Paranorman
Wreck-It Ralph
The Pırates

Yabandı dilde en iyi film
Amour (Avusturya)
A Royal Affair (Danimarka)
No (Şili)
War Witch (Kanada)
Kon-Tiki (Norveç)





8 Ocak 2013

Moonrise Kingdom


Yeni kuşak Amerikan yönetmenler içinde tarzını henüz ilk filmlerinde oturtabilmiş ender yönetmenler biri Wes Anderson. Üçüncü çalışması The Royal Tenenbaum ile daha geniş kitlelere ulaşmış ve benim de dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Bu filmin peşi sıra gelen Life Aquatic With Steve Zissou, Fantasic Mr. Fox ve The Darjeling Limeted, Anderson sinemasına bir bütün olarak baktığımızda yapbozun parçaları gibi duran ancak tek başına değerlendirdiğimizde o denli üstün yapımlar değildi. Moonrise Kingdom ise bir başyapıt olmanın uzağında seyretse de muazzam sanat yönetimi, görselliği ve hikayesinin sıcaklığıyla geride bıraktığımız yılın mühim sinema olaylarından biriydi kuşkusuz. 

1965 yılında küçük bir kasabada geçen hikayede ilk aşk anlatılıyor. 12 yaşındaki iki çocuğun -Sam ve Suzy'nin- birbirlerine aşık olup, gizlice anlaşarak vahşi doğaya kaçması ve yetkililerin peşlerine düşmesi ana hikayeyi oluşturuyor.

Başlangıç olarak şunu söylemekte fayda var: Wes Anderson, Moonrise Kingdom'da takıntılarından ve artık aşina olduğumuz temalarından vazgeçmemiş. Aile olgusunu, -daha çok parçalanmış aile- merkezine yasak aşkı oturttuğu ana hikayenin yanına iliştirip işlevsel kılmış. Sam Shakusky, üvey anne-babasıyla yaşayan, arkadaşları tarafından dışlanmış sorunlu bir çocuk. Suzy ise anne-baba şefkatine mazhar olamamış yalnız bir kız. İki 'kayıp' çocuğun mektuplaşarak başlayan arkadaşlıkları aşka dönüşüyor ve birlikte bir hayat düşlüyorlar. Anderson, Sam ve Suzy'yi kaçak aşığa dönüştürürken, bu 'kaçış'ı çocukların mutsuz aile tablosu içindeki konumlarıyla açıklıyor. Medeniyetten uzakta aşkla birlikte 'cinselliği de keşfeden çocuk' mefhumu, takdir edersiniz ki bıçak sırtı bir mevzu ama Anderson bunun da üstesinden gelebilmiş. İlk aşkı sahici, cinselliğin keşfini de istismara ve tartışmaya mahal vermeyecek şekilde ele almasını bilmiş.

Moonrise Kingdom, 'çocuk filmi' temelinin üzerine başka bir film inşa ediyor. Çocukluktan ergenliğe geçiş yapan ve bu değişimle yetişkin sorunlarının küçük bedenlerde dışavurulduğu, bunun da Anderson usulü bir mizah anlayışıyla kotarıldığına şahit oluyoruz. Moonrise Kingdom'ı Anderson'un diğer filmlerinden ayıran ve görsel olarak da üstün kılan özelliği sarı rengin ve pastel tonların tüm filme hakim kılınması diyebiliriz. Film, estetiğini ve kusursuz sinematografisini 60'lı yıllarda geçen sevimli aşk öyküsüne yedirip, bir nevi kendini iyi hisset filmine dönüşüyor. Anderson'un filmleri için genel olarak bu yakıştırmayı yapabiliriz belki ama Moonrise Kingdom tam manasıyla bir kendini iyi hisset filmi olmuş.

Bruce Willis, Edward Norton, Bill Murray, Frances McDormand, Tilda Swinton ve Harvey Keitel gibi usta isimlerden oluşan dev kadro, iki çocuk oyuncu Jared Gilman ve Kara Hayward'ın ışıltısına erişememiş yine de.

Son söz:  Wes Anderson, The Royal Tenenbaum'un ardından kariyerinin en iyi işine imza atmış. 7.6\10

6 Ocak 2013

The Fall


Video-klip yönetmenliğinden gelen Tarsem Singh, 2000 yapımı ilk uzun metrajı The Cell ile sinemada görselliğin ön planda olduğu hikayeler anlatacağının sinyallerini vermişti. Bu ilk filmin ardından sinemaya uzunca bir ara veren Singh, 2006'da The Fall adlı fantastik bir dramayla görkemli bir dönüş yaptı. 1920'li yılların Los Angeles'ında film çekimi esnasında düşüp yaralanan ve yatağa mahkum olan bir dublör ile ailesiyle portakal bahçesinde çalışırken düşüp kolunu kıran bir kız çocuğunun aynı hastanede tedavi görürken kurdukları dostluk ilişkisi olarak özetleyebileceğimiz hikayesiyle The Fall, bir başyapıt.

Siyah-beyaz ve slow motion çekilmiş bir sekansla açılıyor The Fall. Daha sonra iki ana karakterimizden biri olan Roy'un sakatlandığı sessiz film olduğunu anladığımız bu giriş bölümü hikayenin geçtiği dönemi netleştirme işlevini de üstleniyor. Hayal dünyasında yaşayan küçük kız Alexandria ile sinema sektöründen bir adamın, Roy'un yolları kesiştiğinde film, düşle gerçek dünya arasında gidip gelmeye başlıyor. Aynı yılın diğer fantastik dramı Pan's Labyrinth'le benzer bir formül kullanan (dönem filmi + dramatik gerçeklik = fantezi) The Fall, Roy ve Alexandria'nın birlikte yarattıkları hayal alemiyle fantastik açılımını gerçekleştiriyor.

9 yaşındaki Alexandria'nın adının Alexander the Great'den geldiğini küçük bir hikayecikle anlatarak büyülü dünyanın kapısını aralıyor Roy. Asıl hikaye öncesinde ısınma turlarını atıyoruz böylelikle. Epik'in ne olduğunu bilmeyen küçük bir kıza Epik bir hikaye anlatmaya koyuluyor Roy. Hikaye ise eski bir köle, bir Hintli, Luigi adlı bir patlayıcı uzmanı, İngiliz doğa bilimci Charles Darwin ve maskeli bir adamın intikam öyküsü. Bu beş adamın Vali Odious adlı ortak bir düşmana karşı birleşip intikamlarını alabilmek için dünyanın dört bir yanını (Çin Seddi'nden, Taç Mahal'e, Piramitlere vb. doğa harikası coğrafyada) dolaşacakları macera dolu hikayenin gidişatını belirleyen, ona yön veren Roy'un realitesi diyebiliriz. Acısını dindirmek isteyen, intihara meyilli kısacası hayata yenik düşmüş bir adamın anlattığı hikayeden mutlu son beklememek gerek ancak diğer anlatıcımız Alexandria öyle düşünmüyor. Hayatına son vermek isteyen Roy'la hikayeye çocuk masumiyetiyle yaklaşan Alexandria'nın hayata bakışlarındaki zıtlık ve dostlukları hem hikayede hem de realitede dramatik yapıyı güçlendirip duygu seline sebep oluyor. 

The Fall ve Pan's Labyrinth gibi fantastik filmleri 'yarı fantastik' olarak değerlendirmek en doğrusu aslında. Neden derseniz, iki katmanlı bir hikaye kurgusu olan filmlerde, ikinci katman olan fantastik dünyanın Pan's Labyrinth'de bir zihin yanılsaması, The Fall'da ise alenen ana karakterlerin de bildiği sahte bir dünyayı resmetmeleri ve fantastik olanın yanılsama, realitenin ise ana öyküyü oluşturması bu tip filmleri Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter vb. türevlerinden ayırıp 'yarı fantastik' yapmakta ve de fantastik sinemayı sevmeyenler için de iyi birer alternatif oluşturmakta. 

The Fall, canlı renkleri, efekt kullanılmadan gerçek mekanlarda kotarılan (18 ülkede çekilmiş) çekimleriyle büyülüyor. Ancak bu büyü salt görsellikle değil, hikayenin sıcaklığı, Lee Pace ve küçük oyuncu Catınca Untaru'nun doğallığı ve aralarındaki kimya ile de desteklenip kıymeti bilinmemiş modern bir klasiğe dönüşüyor.

2 Ocak 2013

The Mist

Frank Darabont, korku edebiyatının büyük ustası Stephen King'ten yaptığı başarılı uyarlamalarla tanınan yetenekli bir yönetmen. Darabont, The Shawshank Redemption ve The Green Mile uyarlamalarıyla King romanlarının salt korkudan ibaret olmadığını ispatlamış ve yazarın eserlerini en iyi uyarlayan yönetmen olarak anılmaktadır halen. 2007'de tekrar bir King romanı (Sis) uyarlamak için kolları sıvadı Darabont ve The Mist adlı film çıktı ortaya.

Küçük bir kasabada, kuvvetli bir fırtına sonrasında, ansızın bastıran sis tabakası kasaba halkını bir süpermarkette yakalar. Sisin içinde bu dünyaya ait olmayan birtakım yaratıklar pusuya yatmıştır. 


Korku ve bilim kurgu sinemasının sıkça korku nesnesi olarak kullandığı çeşitli yaratık formları The Mist'te ilk başta bir tür 'uzaylı istilası' algısı yaratıyor. Bu dünyaya ait olmadıklarını bildiğimiz yaratıklar, seyirciyi bir kapalı alan gerilimine sürüklüyor. Bir felaketle, bilinmeyen bir düşmanla karşılaşan kasaba halkı, önce bir iç çatışma yaşayacaktır. Karakter çatışması için de hikayeye bilimsel ve dinsel bakış açılarına sahip karakterler yerleştirilmiş. Özellikle köktendinci kadın figürü ve etrafında toplanan güruhla, ana karakterimiz David etrafında toplanan ve mantık çerçevesinde hareket eden küçük grup arasında klostrofobinin de desteğiyle hakiki bir gerilim yaratılabilmiş.

-Spoiler- Film sona yaklaştığında türsel sınıflamayı net bir biçimde yapabiliyoruz. Marketteki askerden öğrendiğimiz kadarıyla bilim adamlarının başka dünyalar keşfetme deneyi, diğer dünyaya açılan bir kapı vasıtasıyla dünyaların birbirine karışması, belki de dünyanın sonunu hazırlayacak bir dizi felakete neden olmuştur. Dolayısıyla diğer dünyaya açılan kapıyla fantezi, bilimsel deneylerin sebep olduğu kaos ile felaket filmi, uzaylı-yaratık istilasıyla bilim kurgu, yaratık formlarıyla ve filmin genel tonuyla korku sinemasına ulaşan bir film diyebiliriz The Mist için. -Spoiler sonu- 


Darabont daha filmin ilk sahnesinde kült bilimkurgu\korku klasiği The Thing'in afişini kullanarak bir saygı duruşunda bulunuyor. Daha sonra, filmin ikinci yarısında başka bir klasik Alien'a sağlam bir gönderme yapılıyor. Göndermeler veya saygı duruşları bir yana The Mist'le John Carpenter'ın 1980 tarihli korku filmi The Fog (Sis) arasındaki benzerlik gözden kaçacak gibi değil. The Fog'da yine küçük bir kasabaya ağır sis tabakasıyla gelen ölüm, hikayenin ana hatlarını belirler. Tek fark bu dünyaya ait bir lanetin buna sebep olmasıdır. İki film de sisi görsel olarak etkili ve tedirgin edici şekilde kullanabiliyor. En iyi 10 Stephen King uyarlaması için

Son söz: The Mist; dramatik etkisi yüksek, şaşırtıcı finaliyle rahatsız eden ama türü sevenlerin mutlaka keşfetmesi gereken filmlerden. 7.5\10