30 Temmuz 2013

Truva: Part 1 (Parodi)

Hector ve Paris, gemileriyle Truva'ya doğru hareket eder. Paris, Helen'i gemide saklı tutmaktadır.
-Paris: Abi doğru söyle beni seviyor musun?
-Hector: Seviyom n'olcak?
-Paris: Peki beni düşmana karşı korur musun?
-Hector: Sen yine ne haltlar karıştırdın? Benle en son böyle konuştuğunda 14 yaşındaydın ve Hattori Hanzo'nun kılıcını çalmıştın. Yine ne çaldın?
Paris, abisine Helen'i gösterir
-Paris: Tanıştırayım geçen yılın kainat güzeli Helen. Artık yengen olur yalnız!
-Hector: Nee? Ama ama nasıl? Aramızda koca bir deniz var nasıl tanıştınız? 
-Helen: Paris, face'de dürtüp duruyordu ben de ekledim
-Hector: İyi halt ettin! Kaçmaya nasıl ikna etti peki?
-Helen: Dün gece bir film izletti bana neydi adı heh Titanic hem de 3D biliyon!
-Hector: Ulan Paris! kimden öğrendin bunları bilmiyom. Barış n'olcak şimdi hiç düşündün mü?
-Paris: Hiç savaş olmadan barış olur mu abi? Sonra şu güzellik için savaşılmaz mı bi baksana!
-Hector: Sen savaşmaktan ne anlarsın! Söyle bakayım hiç adam öldürdün mü?
-Paris: Öldürmedim
-Hector: Hiç ölü gördün mü?
-Paris: Görmedim
-Hector: Peki, ölüm döşeğinde birini gördün mü?
-Paris: Yoo
-Hector: Ölmek isteyen birini?
-Paris: Maalesef. Mezar taşı yapan bi tanıdığım var o olmuyo mu?
Hector başını iki yana sallar
-Paris: Bi sefer de ölü helvası yemiştim o da mı olmuyor?
Hector yine başını iki yana sallar
-Paris: Aa! bak şimdi hatırladım geçen hafta bir kurt öldürmüştüm
-Hector: Bi elma kurdu olmasın!
-Paris: Yo yo gerçek kurt aynı Tarkan'ınkinden
-Hector: Bu da bir şeydir. Nasıl öldürdün onu anlat?
-Paris: Köftelerin içine bastım fare zehrini..
-Hector: Sana daha bir şey demiyom Paris! Hadi yıkıl karşımdan!
-Paris: Ya olaya bir de iyi tarafından baksana!
-Hector: İyi tarafı mı?
-Paris: Evet, yarın tüm gazeteler bizi yazacak! Manşetleri görür gibiyim
-Hector: Asla böyle bir şey olmayacak! Gizli tutacaz bunu
-Paris: Ah çok geç abi?
-Hector: Ne demek çok geç?
-Paris: Az evvel konuyla ilgili ilk twitimi attım. Senin anlayacağın Twitter bu haberle sallanıyor şu an
-Hector: Büyük bir savaş başlattın Paris! Bakalım Part 2 de neler olacak?...


29 Temmuz 2013

Project X


"That's Project X yo!"
                                                                                              Sena Gönendik Yazdı
Gençlik filmlerinden bıkmayan Hollywood, bu defa farklı bir deneyim yaşatıyor bize: Project X. Filmin yönetmen koltuğunda Nima Nourizadeh otururken, yapımcılığını ise The Hangover serisinden tanıdığımız Todd Phillips üstlenmiş. Film, oyuncu çekimiyle ya da en bilindik adıyla elde kamerayla çekilmiş. Dax karakteri alıyor kamerasını eline ve bize tüm partiyi en özel anlarıyla sunuyor. Bu, filme ilk dakikasından itibaren doğal bir hava katmış. Diğer gençlik filmlerinden farklı biraz. Film, "kameranı kap, hem  parti vereceğiz hem de film çekeceğiz" havasında. Soundtrack'leri tek kelimeyle mükemmel. Listeyi yazının sonunda paylaşacağım.

Film konu itibariyle şöyle: üç ergen - okulda tanınmıyorlar tabi - sağlam bir parti verip - ki gelecek kişilerle ilgili en başından şüpheleri var - tanınmak istiyorlar, bunun yanında "hayatlarını değiştireceklerine" inanıyorlar. Bunun için de Thomas'ın doğum gününü kullanıyorlar, gerçek anlamda. İlk başta sakin başlayan parti, ilerleyen zamanlarda tam manasıyla çılgına dönüyor. Tabi Costa'nın önderliğinde..


Film yoğun bir şekilde küfür, cinsellik, alkol, uyuşturucu ve şiddet içeriyor. Parti olayını güzel aksettirmeye çalışırken abartıya kaçıldığı da aşikar. Polislerin kapıya dayanıp, içeri bile girememesi, üstüne binlerce adamın bahçeye saklanıp fark edilmemesi gibi. Ha tabi bir de olmazsa olmazımız aşk var. En yakın arkadaşına aşık olduğunu doğum gününde fark ediyor Thomas ve elbette partideki olayın galeyanına gelip batırıyor biraz. Sonra tabi ki düzeltiyor. Film eğlendiriyor, hemen hemen sıkmıyor, güldürüyor, "yok artık" dedirtiyor tamam ama diğer yanlarına da değinmek lazım.

Temelde anlatılan; tanımadığın birinin partisine gidip, eğlenmek, ortalığı dağıtmak, içip eğlenmek, çok daha ilerisine gitmek. Ama sahnenin ötesine geçersek; Amerikan gençliğinin parti yapma amacındaki çarpıklığı, hayatlarındaki temel amaçların sadece eğlenmek olduğu ve işler çok daha ileri gittiğinde tahribata başvurduklarını "eğlenceli" bir şekilde sunmuş bize. Derinden bakıldığında parti filminden biraz daha fazlası var Project X'te. Babası, oğlunun "ezik" olduğunu düşünüyor ve bundan bir şey olmaz diyor filmde. Ama oğlu tam tersini kanıtlayınca, sanki gurur duyuyor onunla. Verilen mesaj "kimseyi küçümseme" oluyor.

Bir akşam canınız sıkılır, kafam dağılsın, güleyim-eğleneyim diyorsanız tam sizlik çerez bir film.

İyi seyirler..

İlginç bilgi: Filmle ilgili ufak tefek araştırma yaparken rastladım. Bu olay gerçekmiş. Hem de Hollanda'da.. Olur da ilginizi çekerse detaylar için bakınız

Project X'in Soundtrack'i için bakınız

23 Temmuz 2013

Star Wars Manifestosu


Efendim, geçtiğimiz günlerde George Lucas ve Star Wars temalı bir habere yapılan “keşke bu haberi yapan Star Wars’un bilim kurgu olmadığını bilseydi” şeklindeki abuk yorumu görünce, -hassas olduğum bir mevzu da olduğundan- delirdim. Ve bir tartışmaya tutuştuk haliyle. “Star Wars’a bilimkurgu demek bilimkurguyu anlamamaktır” demesi üzerine de asıl Star Wars bilimkurgu değildir demenin bilimkurguyu anlamamak olduğunu söyledim. Şimdi bu manifestoyla konuyu açalım.

Star Wars bilimkurgudur çünkü…

1- Değildir diyenlerin savunduğu fikir, Star Wars’un bir fantezi olması. Evet, Star Wars bir fantezidir. Ancak, Star Wars’un bir fantezi olması, onun bilimkurgu olmadığı anlamına gelmez. Bu fikri savunanların sinemaya at gözlüğüyle baktığını, melez türlerden, tür kırmalarından bihaber olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

2- Star Wars bir Science Fiction-Fantasy ürünüdür. Bilimkurgu özelinde baktığımızda da alt tür olarak ‘Uzay Operası’ vurgusunu yapmak zorundayız.

3- Varolan gerçekliğin dışına çıkıp, yeni bir evren tasarlamasıyla Star Wars bir fantezi ürünüdür. Ancak, o evreni yaratırken bilimkurgusal bir taban kullanır. Bilimin ve insanlığın bugün ulaşmayı hedeflediği ışın silahları, ışık hızı, yapay zeka vb. türlü bilimsel verinin gerçeğe dönüştüğü bir evren yaratılmıştır. Bugün, lazer tabancası ve ışınlanma üzerine ciddi çalışmalar yapıldığını da aklınızdan çıkarmayın!

4- Star Wars bilimkurgu değil demek, 110 yıllık bilimkurgu sinemasını baştan yazmak demek olur. Buna kimin gücü yetebilir?

5- Star Wars bilimkurgu değil demek, onun en yakın akrabası Star Trek’i ve hatta Avatar’ı bile yeniden tanımlanmayı zorunlu kılar.

6- Bilimkurgu edebiyatının ve sinemasının en büyük temalarından biri de uzay yolculuğudur. Uzay’ı keşfetmek, uzaya açılmak, yeni dünyalar keşfetmek vb.

7- “Star Wars’a bilimkurgu demek, bilimkurguyu anlamamaktır” sözüne dönersek, Bu nasıl bir sığ düşüncedir anlamak mümkün değil. Bilimkurguya sınır koyamazsın! O, seni hayal gücünün gittiği yere kadar götürür. Bazen felsefe yapar, bazen geyik..! Bazen aksiyona sarılır, bazen bilinçaltına… Tektipleştirilemez!

8-  George Lukas’ın Star Wars’un bir fantezi olduğunu vurgulamasının kökeninde de kendi fantezisi olması yatıyor. Lukas, Star Wars’u tasarladığında ve çekmeyi kafasına koyduğunda örnek alacağı çok önemli eserler yoktu. İlk Flash Gordon serisi, Barbarella belki.. Dolayısıyla da Lukas’ın kağıt üzerinde tamamen fantezi olarak kurguladığı eser Beyazperde'de canlandığında belki kendisinin de öngörmediği biçimde bilimkurguya açıldı. İster farkında olsun ister olmasın bir şey değişmez.

9- Büyük bilimkurgu yazarlarından Phillip K. Dick, bilimkurguyu fanteziden ayırmanın imkansız olduğunu söylüyor ve şöyle bir çıkarım yapıyor: “Olası olan ya da olanaksız olan nesnel bir şekilde bilinemez, dolayısıyla da okuyucu ya da seyircinin öznel inanışı belirleyici unsurdur.”

10- 2. Madde değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez!

Son söz: Star Wars, bana kalırsa %51 fantezi, %49 bilimkurgudur. Ancak, seyircide daha çok bilimkurgu algısı yaratmıştır. (Bende de öyle) Her iki tanım da tek başına eksik kalacaktır.

21 Temmuz 2013

Tanrılar Ölmez!


26 Temmuz 2014.. Meali; Sinemanın Tanrısı Stanley Kubrick'in 86. doğum günü olması...

Ustaların ustası Kubrick, ardında pek çoğunu başyapıt olarak kabul ettiğimiz uzun metraj 13 film bıraktı. Üstad, 1999'da Eyes Wide Shut'ın çekimlerini tamamladıktan bir kaç gün sonra şüpheli bir ölümle aramızdan ayrıldı. O, tüm türlerin babasıydı. Hangi türe elini atsa bir klasik yaratan, sanatından ödün vermeyen, stüdyo sistemine direnen, çağının ötesinde yaşayan ve bunu sanatına da yansıtan, kusursuza ulaşmak için her daim çabalayan ve pes etmeyen bir mükemmeliyetçi, bir kontrol manyağı, bir dehaydı. Kubrick'e "sinemasal bir tanrısallık" atfederken, bu sanat varoldukça aşılamayacağını düşündüğüm noktaya erişebilmiş olmasından güç alıyorum.

Kubrick'ten vecizeler...

"20. yüzyıl sanatının en önemli yanlışlarından birinin ne pahasına olursa olsun özgün olma çabası olduğunu düşünüyorum. Beethoven gibi  büyük yenilikçiler bile geçmişten tümüyle koparmıyorlardı kendilerini. Yenilenmek, geçmişi terk etmeden ileri gitmek olmalıdır."

"Gerçeklik sanırım fikirleri dramatize etmenin en iyi yolu. Fantezi ise bilinç altında yatan en ilkel temalarla daha iyi ölçülür. Bir hayalet hikayesinin bilinçaltındaki çekiciliği örneğin, sonsuz yaşamı çağrıştırmasından gelir. Eğer bir hayalet hikayesi sizi korkutuyorsa doğaüstünün varlığını kabul etmelisiniz."

"Geçerli ve hakikatli fikirler öylesine çok yönlüdür ki, kendilerini kolay kolay ele vermezler. Fikirleri seyirci keşfetmelidir. Seyircinin bundan duyacağı heyecan, fikirleri daha güçlü kılacaktır."

"Yazarlar, ressamlar veya sinemacılar bence özellikle bir şeyi söylemek için yapmazlar sanatlarını... Duyumsadıkları bir şeyi iletmek için yaparlar. Ve o sanat biçimini özellikle seçmişlerdir. Hiçbir sanatçının, hatta kendisi öyle sansa bile didaktik bir tavırla yarattığını sanmıyorum."

En İyi 5 Stanley Kubrick Filmi

1- 2001: A Space Odyssey (1968)
2- A Clockwork Orange (1971)
3- The Shining (1980)
4- Eyes Wide Shut (1999)
5- Full Metal Jacket (1987)

20 Temmuz 2013

Vuslata Beş Kala: "Terminatör 5"


Efsane seri Terminatör yoluna devam ediyor.. Serinin yaratıcısı James Cameron'ın ilk iki filmin ardından dönmemek üzere veda etmesi kan kaybına sebep olmuş ama Arnold'un varlığı, iyi senaryosu ve yönetmen Jonathan Mostow'un iyi yönetimiyle Terminatör 3: Makinelerin Yükselişi, ilk iki filmden uzak seyretmesine karşın tatmin etmesini bilmişti. James Cameron'sız Terminatör olabiliyormuş. Peki ya Arnold Schwarzenegger'siz? Bu sorunun cevabını 2009'da başlanan yeni Terminatör üçlemesinin ilk filmi Terminatör: Kurtuluş'da aldık. Tuzsuz bir yemek gibiydi. Yönetmen koltuğunda MGM gibi bir çömez oturmasına rağmen fena bir film izlemedik Ancak, Cameron'ın yarattığı gelecekten eser yoktu 4. filmde. Bu, bir anlamda ihanet anlamına da geliyordu. Cameron'ın mavimtrak geleceği yerini Mad Maxvari bir geleceğe (görsel olarak) bırakmıştı. Filmin ilk yarısında bu bir Terminatör filmi mi sorusunu sormadan edememiştim.

Arni dönecek, taşlar yerine oturacak mı?
Geçtiğimiz günlerde Paramount Pictures'un yaptığı açıklama serinin hayranları için bir müjde hüviyetindeydi. Arnold Schwarzenegger dönüyor.. Bu elbette harika bir haber. Ancak, Arnold'un dönüşü tek başına seriyi ayağa kaldırmaya yetmez.  4. filmindeki hataların da tekrarlanmaması şart. 5. filmle ilgili yapılan açıklamada gözden kaçan bir detay var. Arnold'lu yeni bir üçlemeden bahsediliyor. Terminatör: Kurtuluş'la başlanan üçlemeye ne oldu? Bu, belki de haberde yapılan hatadan başka bir şey değildir. Yeni üçleme, planlandığı gibi yani 4. film Terminatör: Kurtuluş'la atılan temellerin üzerine kurulmalı. Arni yeni bir üçlemeyi kaldırır mı sorusu da düşündürüyor. Oyuncunun yaşlandığı malumumuz. 5. filmde teknolojiden faydalanılarak bir gençleştirme operasyonu yapılacakmış. İsabetli bir karar doğrusu.

Gelelim hikayeye ama henüz ortada bir hikaye yok!
5. filme dair en önemli detay nasıl bir senaryo yazılacağı ve kim(ler)in yazacağı. Yönetmen seçimi ise kilit noktamız ancak oraya daha çok var. Şimdi 4. filmle birlikte hikaye geleceğe taşındı nihayet. Ve böylece ilk üç filmin kaçmalı-kovalamacalı yapısından vazgeçildi. 4. filmde seyirciyi seriden yabancılaştıran bir yan hikaye bile izledik. 5. filmde Arnold'un dönüşü kadar, hangi tarafta yer alacağı sorusu da kafa kurcalıyor. Hikayenin ne yönde akacağını bilemesek de Arnold'un insanlığın yanında olacağını düşünüyorum. Ayrıca Terminatör: Kurtuluş'la geleceğin dünyasına dalarken, o beklediğimiz makine-insan savaşından hiçbir şey göremedik. Bu gibi detayların iyice ölçülüp biçilmeli.

2015 Haziran'ına verilen vizyon tarihi umarız aksamaz ve doğru adımlar atılır.

19 Temmuz 2013

Yeni Sezonun Ağır Topları


Yaz sezonu Hollywood blocbuster'larının keyfiyle sürüp giderken, Eylül'de start alacak yeni sinema sezonunun da heyecanı sarmaya başladı. Bu seçkide 2013 Eylül'den 2014 yaz sezonuna kadar vizyona girmesi planlanan filmlerin adını duyduğumda heyecanlandığım 10 tanesini derledim. Bilimkurgudan korkuya, biyografilerden, dönem filmlerine, epik ve erotik dramaya kadar her telden 10 film... Henüz gözümüze ilişmeyen ve oscar sezonunda fark edebileceğimiz üstün yapımlar ve sürpriz tür filmleri çıkacaktır muhakkak. Yeni sezonda; Coen kardeşlerin Inside Llewyn Davis'inden, Woody Allen'ın Blue Jasmine'ine, Asghar Fahradi'nin Le Passe'sine kadar merakla beklediğimiz daha pek çok film var şüphesiz.. Oscar yarışına dahil olacak filmlere - bir kaçı dışında- girmek istemedim.

1- Interstellar: Christopher Nolan'ın yeni bilimkurgu harikası olmaya aday filmi.. Tartışmasız yeni sezonun büyük yankı uyandıracak filmlerinin başında geliyor. En geç 2014 yazına yetişecektir. Filmle ilgili detayları daha önce kaleme almıştım. Bakınız


2- Noah: Darren Aronofsky'nin dini-epik filmlere yeni bir yorum getirmesini beklediğim Noah'ı yeri göğü inletecek gibi. 28 Mart 2014'e kilitlendik desek yeridir. Detaylı değerlendirmem burada


3- Nymphomaniac: Lars Von Trier, Antichrist ve Melancholia ile öyle bir salladı ki.. Bu iki filmin ardından ne çekse yerimizde duramazdık. Nymphomaniac'ın koparacağı fırtınaya kapılmak için gün sayıyoruz. Detaylar burada


4- Twelve Years A Slave :Hunger ve Shame'den sonra bir dönem filmi olan Twelve Years A Slave ile yönetmen Steve McQueen, gümbür gümbür geliyor. Filmin ilk fragmanı öyle iddialı ki.. Ya cast? Michael Fassbender ve Brad Pitt adları yeter ama çok daha fazlası var. Oscar sezonuna yetiştirilecek olan film bir ödül avcısın dönüşebilir.


5- The Wolf of Wall Street: Yeni bir Martin Scorsese-Leonardo Di Caprio işbirliği daha.. Scorsese'nin adı yetiyor kısacası. Filmle ilgili detayları burada bulabilirsiniz.


6- Gravity: Children of Men ile bilimkurgu sinemasında son dönemin çarpıcı işlerinden birini ortaya koyan Alfonso Cuaron'un yeni bilimkurgusu minimal bir uzay macerası sunuyor. Kabul etmek gerekir ki, yılın sürpriz filmlerinden biri olacağı gibi büyük bir hayal kırıklığına da dönüşebilir. Oldukça riskli bir film ama Cuaron'a güveniyoruz. Detaylı incelemem burada


7- The Conselor: Ridley Scott'ın yönetmenliği ve yıldız oyuncu kadrosuyla merak uyandıran The Conselor, ilk teaser'ını da hesaba katarsak beklentileri boşa çıkarmayacağını söyleyebiliriz. Daha fazlası için bakınız


8- The Conjuring: Tesetere'nin yaratıcısı James Wan'dan iddialı bir korku filmi daha geliyor. Karanlık kullanımı, atmosferi ve merak uyandıran hikayesiyle yılın ıskalanmaması gereken filmlerinden The Conjuring. Detaylar için bakınız


9- The Grandmasters: En son My Blubery Nights ile izlediğimiz Çinli yönetmen Wong Kar Wai'nin yaklaşık 5 yıldır üzerinde çalıştığı, 2 yıldır da çekimleriyle meşgul olduğu filmi The Grandmasters'ı nihayet tamamladı ve çeşitli festivallerde açılışını da yaptı. Bruce Lee'nin hocası Ip-Man'in hikayesi diyebileceğimiz yapım, uzak doğu dövüş sanatlarının estetik bir sunumu olacak gibi.


10- American Hustle: Son iki filmi The Fighter ve Silver Linings Playbook'la büyük bir çıkış yakalayan David O. Russell'ın çıtayı biraz daha yukarı çektiği yeni çalışması American Hustle, iddiasını gizlemeyen filmlerden. Kadroda kimler yok ki; Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Christian Bale, Robert De Niro, Amy Adams ve daha fazlası..



17 Temmuz 2013

Son 10 Yılda En İyi Film Oscar'ını Kazananların Sıralaması


Akademi'nin kararlarını hep tartışıyoruz, tartışmaya da devam edeceğiz. Bu kez farklı bir şey yapıp, son 10 yılın Akademi ödüllerinde en iyi film Oscar'ına layık görülen filmlere topluca bir bakma ihtiyacı hissettim. Ve bu filmleri kendi içinde sıraladım. 2004-2013 yılları arasında çoğunlukla yanlış kararlar verilmiş olduğunu düşünmekteyim. 

10- The Hurt Locker: Son 10 yılın en iyi film Oscar'ını kazanan en vasat film şüphesiz ki, The Hurt Locker'dı. 11 Eylül sendromu Hollywood'a yaramadığı gibi ödül törenlerini de katletti. Bigelow, girdiği yoldan ve yaptığı işten çok memnun olacak ki, Zero Dark Thirty ile ikinci bir girişimde bulundu. Neyse ki.. ile başlayan bir cümle kuramayacağım ne yazık ki! Bakınız listenin 9. sırası:


9- Argo: Bigelow bu uğurda (Heykelcik) aksiyon sinemasını ve asıl kimliğini geride bırakmış, Ben Affleck, eline böyle bir fırsat geçmişken teper mi hiç? Orta halli bir politik gerilimden Beyaz Saray'a uzanan bir yol.. Affleck'in de Oscar alabilmek için patika yolu kullandığını söyleyebiliriz.


8- Crash: Klasik bir kesişen hayatlar hikayesi, usta kalem Paul Haggis'in ellerinde yer yer çarpıcı olabilen bir filme dönüşüyor. Haggis, ilk yönetmenlik denemesinde sağlam dramatik yapısıyla ayakta duran bir filme imza atıyor. Ancak, çok fazla hikaye anlatmaya girişmesiyle de hedefinden biraz olsun sapıyor.

7- Slumdog Millionaire: Pek bir sevdiğimiz Danny Boyle'un Oscar'la imtihanı.. Bir 'Kim Beş Yüz Milyon İster' güzellemesi ama bana kalırsa tatmin edici bir iş. En iyi film Oscar'ı iddialı oldu biraz evet.

6- The Departed: Akademi'nin günah çıkarttığı film, The Departed.. Bir yeniden yapım ama ne olursa olsun, bir Martin Scorsese filmi bu..Çift yönlü bir köstebek hikayesi, görkemli bir suç filmi.. Oscar'ın da helali hoş olsun!

5- The King's Speech: O yıl, "ben olsam" şeklinde başlayan bir cümle kurduğumda en iyi film Oscar'ı Black Swan'a gidiyor olsa da Tom Hooper'ın filmini epeyce alkışladığımı hatırlıyorum. Filmin son bölümünde kekeme Kral'ın halka seslenişi, değme gerilim filmlerine taş çıkartacak cinstendi. Şaka bir yana neresinden baksam bir başarı öyküsü görüyorum The Kind's Speech'te.

4- Million Dollar Baby: Clint Eastwood'un "Ben daha ölmedim beyler!" dediği günlerdi (yönetmenlik anlamında). Trajik bir hayat hikayesini, olgun bir yönetmenlik ve göz dolduran performanslarla süsleyen Eastwood'un, Scorsese'i nakavt etmesi pek zor olmamıştı.

3- The Artist: Önce sessiz sinemanın, peşinden de sesin büyüsünü yaşatan The Artist, aldığı onca övgüye rağmen "sessiz film olmasından başka numarası yok" gibi eleştirilere maruz kalmıştı. Oscar'ı elinden aldığı Hugo'nun bir tık altında olsa da bu ve benzeri eleştirileri hak etmediğini düşünmekteyim.

2- No Country For Old Men: En iyi 5 Coen filmi arasına almadığım için adım çıksa da, filmi savunmaya ve övgüler düzmeye devam ediyorum. Ve hala There Will Be Blood'u Oscar'da nasıl alt edebildiğini düşünüyorum. No Country For Old Men'in en iyi film Oscar'ına uzanması yanlış karardı. Ama bu, filmin değerini düşürecek bir ayrıntı değil.

1- The Lord of the Rings: The Return of the King: Ve son 10 yılın en doğru kararı.. Sadece en iyi film kategorisi değil, aldığı 11 ödülün de hakkını veren bir sinema şaheseri Kral'ın Dönüşü. Epik sinemaya ve fantastiğe yeni alanlar açan, fantastik sinemanın altın çağını müjdeleyen serinin final bölümü kusursuzdu. Ama buna da kusur bulanlar oldu. O da filmin tadına doyamadığımız çoklu finaliydi.

15 Temmuz 2013

The Canyons


Bu yıl ilk Filmekimi kapsamında gösterilen ve bu hafta vizyona giren Şöhret Tepesi (The Canyons); birbirinden başarılı Martin Scorsese filmleri Taxi Driver, Raging Bull (ortak yazarlardan biri) ve Bringing out the Dead’in senaristi ve American Gigolo, Cat People gibi bir dönem iyi filmler çekmiş bir yönetmenin Paul Schrader’ın son eseri. Ama ne eser…! Schrader’ın önceki işlerini göz önüne aldığımızda, inişli-çıkışlı da olsa iyi bir kariyeri olan yetenekli bir yazar-yönetmenin nasıl olup da belki de son yılların en ‘ucuz’ filmine imza atabildiğini görünce “insan gerçekten hayret ediyor”.

Peki, neresinden tutsak elimizde kalan Şöhret Tepesi’ni anlatmaya neresinden başlamalı? En iyisi ilk olarak Schrader’ın ne anlatmaya çalıştığına bakalım. Filmi Los Angeles’taki kimisi tamamen harap olmuş sinemaları göstererek açan yönetmenimiz ne demeye çalışıyor? Bu, sinema sektörü veya o sektörün çürümüşlüğü üzerine bir film olabilir mi? Filmin geneline baktığımızda hayır, diyemeyiz. Şöhret Tepesi, Los Angeles’ta yaşayan Christian adlı genç bir fon yöneticisinin aslında ilgisiz olduğu bir korku filminin yapımcılığını üstlenmesini ve bu filmin dolaylı da olsa ortaya çıkaracağı ihanetten bir intikam hikayesi çıkarmaya çalışılıyor. Ama nafile… Film analizleri üzerine kitap yazan, Robert Bresson, Yosujiro Ozu ve Carl Dreyer gibi ustaların sinemasını hatmetmiş Schrader’dan seyirci olarak bizler, en azından elindeki hikayeyi anlatabilmesini bekliyoruz. Sanırsınız ki, ilk filmini çekmeye çalışan vasat bir sinema öğrencisi var kamera arkasında.

Hemen hemen her karakterin birbirinin eski sevgilisi ya da partneri olduğu tuhaf bir karakter kombinasyonu var filminizde. Olabilir elbette ama hikayenin ivme kazanması veya sırlar açığa çıktıkça artması gereken gerilimden eser yok. Sahne geçişleri ve kurgudaki acemilikler, tutarsızlıklar, karton karakterler ve daha neler neler… Filmi izlerken aklınıza sık sık “ iyi bir senaryodan kötü bir film çıkabilir ancak kötü bir senaryodan asla iyi bir film çıkmaz” sözü geliyor.

“Yeni kuşağın Sharon Stone'u olma yolunda çaba gösterdiğini söyleyebileceğimiz Lindsay Lohan..” şeklinde bir cümle kurmuştum vakti zamanında. Şimdi sözümü geri alıyorum. Karakterinin içine giremeyen ve hissettiremeyen Lohan, filmi izlemek için tek sebebi olan bir grup izleyiciyi de hayal kırıklığına uğratıyor. Ama başa dönersek eleştirilerimize yönetmen Schrader üzerinden devam edelim. Şöhret Tepesi’nde seks önemli bir yer tutuyor. Eş paylaşımı, grup seks vb. atraksiyona itirazımız yok şüphesiz ancak fütursuzca gösterilen erkeklik uzuvları oldukça bayağı kaçmış. Schrader için çok cesur demek isterdim ama bunun adı cesaret değil. O işler uzuv göstermekle olmuyor. Blue is the Warmest Color’un estetiğinden eser yok kısacası.

Son söz: “Yok yahu abartıyorsun, bir filmin her şeyi mi kötü olur?” diyenlere de hemen Rotten Tomatoes ve Metacritic’e bakmalarını tavsiye ederim. Bunlar kesmez ise genel kitlenin kalesi IMDB’ye de bakabilirsiniz. 2\10

Bakış açımızdaki 'Maniac'


Kim derdi ki, 1980 yapımı korku filmi Maniac'ın remake'i yapılacak ve biz de yılın en iyi korku filmi olarak selamlayacağız. Bir bakıma yılın sürpriz filmi de diyebileceğimiz Maniac, prömiyerini 2012 Cannes Film Festivali'nde yapmış, bir çok ülkede vizyona girmiş, biz de ise gösterime girip girmeyeceği hala belirsiz olan filmlerden. Yönetmen koltuğunda adını ilk kez duyduğum bir isim: Franck Khalfoun oturuyor. Ancak, bu başarıda en büyük pay, yakından tanıdığımız bir isme ait: filmin senaristlerinden biri olan ve yapımcılığını da üstlenen Alexandre Aja'ya.. Haute Tension ile son 10 yılın en iyi korku filmine imza atan Aja'nın varlığı Maniac'ın her anında hissediliyor. Öyle ki, filmi izlerken Aja'nın varlığından bihaberdim ve izleme sırasından aklıma sık sık Haute Tension ve Aja'nın tarzı geldi.

Bakış Açısı tekniği filmin en büyük kozu

Ailesinden kalma cansız manken dükkanında onarım işleriyle uğraşan Frank (Elijah Wood) adlı bir seri katilin hikayesi diyebileceğimiz filmin en dikkat çekici özelliği, tamamen katilin bakış açısını yansıtıyor oluşu. Korku filmlerinde sıkça rastladığımız ama genellikle bir sahne veya sekansta kullanılan bu tekniğin Maniac'da filmin bütününe yayılması pek alışık olmadığımız bir kullanım. The Bliar Witch Project sonrasında türeyen el kamerasıyla çekilmiş korku filmlerinin verdiği rahatsızlığın bir benzerini bakış açısı tekniğiyle çekilen Maniac'ın da verdiğini ve kameranın varlığını hatırlatmasıyla daha zor bir seyir vaat ettiğini söyleyelim. Seri katilimiz Frank'i aynalardaki yansımasından görebiliyoruz sadece. Buna ek olarak Frank hayal kurduğunda bakış açısından çıkıyoruz. Hikayeyle örtüşen bu teknik, Frank aracılığıyla bizi röntgenci konumuna düşürüyor. Şöyle de diyebiliriz: Frank'in gözleri seyirciye veriliyor, yarattığı vahşeti tüm çıplaklığıyla görebiliyor ve onun sapkın zihnine girebiliyoruz.

Referanslar.
.
Frank'in seri katilliğe ve saplantılarına giden yolun Michael Myers gibi çocukluk travmasıyla bağlantılı oluşu atlanmamalı. Orijinal Maniac'ın 1978 yapımı ilk Halloween'dan etkilendiğini ve dolayısıyla 2012 model Maniac'ın da bu etkileşimden nasibini aldığını söylemek lazım. Zaten Halloween'ın 80'li yıllarda hakim olan slasher korku filmlerinin tümünü etkilediğini ve sadece 2 yıl sonra çıkagelen Maniac'ın, Halloween'ın ticari ve eleştirel başarısını örnek alarak üretildiğini belirtelim. Bakış açısının kullanılmasıyla katilin yüzünü çok az görüyoruz. Böylece bu teknik, Maniac'da başka bir işlev daha kazanıyor. Michael Myers'in, Leatherface'in ve Jason'ın maskesi, filmdeki kurbanlar için olmasa bile biz seyirciler için benzer bir etki yaratıyor.

Manyaklığın altında basit ve öngörülebilir nedenler yatıyor

Frank'i diğer psikopat seri katillerden ayrın net bir çizgi olmadığı gibi dışavurduğu, dizginleyemediği vahşetin temelinde çocukluğu yatıyor. Peki, ne yapıyor bu adam? Frank, genç, güzel ve alımlı kadınlardan seçtiği kurbanlarının saçlarıyla birlikte kafa derilerini yüzüyor. Ve aynı zamanda yaşadığı yer olan cansız manken dükkanında yüzdüğü kafa derilerini, mankenlerin kafasına zımbalamak suretiyle kurbanlarını yaşatma eğilimi daha doğrusu yaşatma düşüncesi var. Kadınlara cinsel bir istek duymaması da bir hayat kadını olan annesinin tüm kötü alışkanlıklarına daha bir çocukken tanık olmasında yatıyor. -Spoiler- Frank'i bu yola iten belli ki bu şekilde annesinden intikam alabileceğini düşünmesi. Keza, kurbanlarından görece yaşlı olanını öldürürken bunu net biçimde anlıyoruz. -Spoiler sonu-

Şok edici açılıştan unutulmaz finale..

Frank'in kurbanı tespit et, takip et, adresini öğren ve vakti geldiğinde öldür biçiminde işleyen yöntemiyle açılışta tanışıyoruz. Filmin sertliğini, kan oranını ve bunların ne kadarını gösterebileceğini daha ne olduğunu anlamadan açılışta öğreniyoruz. Ve kendimizi sonrasında göreceklerimize hazırlıyoruz. İlk kurbanın katledilişiyle birlikte devreye giren müziğin de desteğiyle filmin adının bir anda ekranda belirmesi, insanın kanını donduruyor. Çarpıcı bir giriş. Seri katil ve kurbanları arasında gidip gelen basit bir örgüye sahip olan Maniac, bir yeniden yapımın nasıl ele alınması gerektiği konusunda ders verir cinsten bir çalışma. Senaryonun yetenekli ellerde, yeni bir biçimle modernize edilmesi önemli bir husus. Korkutmaktan çok eksilmeyen bir merak duygusu ve gerilimle süren Maniac, bakmakta zorlanacağınız sahnelerle bezeli bir korku filmi. Finalde George A. Romero'nun zombi üçlemesine yapılan saygı duruşu da unutulacak gibi değil.

Son söz: Fransa-ABD ortak yapımı olan Maniac, iki ülkeye ait son dönem korku örneklerinin bir melezi gibi duruyor. IMDB puanının 6.2 olması, Haute Tension gibi genel kitleye hitap etmemesinden kaynaklanıyor. 9/10

13 Temmuz 2013

İlk İzlenim: "Carrie"


1976'da Brian De Palma'nın 'Carrie' adıyla sinemaya uyarladığı ilk Stephen King romanı olan 'Göz', aynı zamanda King romanlarından yapılmış ilk uyarlamadır. De Palma'nın özellikle korku ve gerilim filmlerinde alametifarikası haline gelen biçimci üslubuyla harikalar yarattığı Carrie'yi, bugün korku sinemasının en iyi örneklerinden biri olarak kabul ediyoruz. Ve dönüp dolaşıp kültleşmiş bir filmin yeniden önümüze sürülmesinin ne gereği vardı demeden de kendimizi alamıyoruz.

Carrie White adlı utangaç bir genç kızın, genç kızlığa adım atarken annesinden gördüğü psikolojik baskı ve bunun yanında arkadaşlarınca dışlanmasının da etkisiyle telekinetik güçlerinin açığa çıkışı ve yaşadığı küçük kasabayı cehenneme dönüştürmesi etrafında dönen hikaye, yeni bir yorumla karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. 2013 model Carrie'nin yönetmen koltuğunda Kimberly Peirce otururken, Carrie rolünde son dönemin genç yeteneklerinden Chloe Moretz'i, onun annesini olarak da Julianne Moore'u göreceğiz.

Fragman Ne Söylüyor?

Son dönem Amerikan korkularının bir çoğu yeniden yapımlardan oluşuyor. Genellikle bu filmlerde yaratıcılığın yerini görselliğin ve efektlerin aldığını görüyoruz. Carrie'nin fragmanına baktığımızda hikayenin bugüne taşınması dışında büyük bir değişiklik görünmüyor. Bununla birlikte daha uzun ve kısmen farklı bir final göz kırpıyor. En önemli nokta ise De Palma'nın Carrie'si yerine King'in romanının baz alınması. Bu doğrultuda yorum farkı, bir remake olarak yeni Carrie'nin avantajı olacaktır. Ancak, fragmanı izlediğimizde hikayeye modern bir yorum getirmekten başka bir iddiası olmadığını ve King'in de De Palma'nın getirdiği yorumu kendisininkinden daha başarılı bularak, yönetmen faktörünün altını çizdiğini hatırlatalım. Yeni filmin yönetmeni Kimberly Peirce, Boys Don't Cry'la tanınan yetenekli kadın yönetmenlerden. O filmde olduğu gibi hikayenin duygusal yönünü açığa çıkarma anlamında başarılı olacağını düşünüyorum. Genç yetenek Chloe Moretz'e de büyük bir rol düşüyor. Sissy Spacek'in yerini ne derece doldurur bilemiyorum ama başarılı olacağına inanıyorum.

Son söz: 8 Kasım 2013'de vizyona girmesi planlanan Carrie, orijinal filmi izlememiş olanları tatmin edecek gibi görünüyor. De Palma'nın Carrie'sine tutkuyla bağlananları ise asla..!


11 Temmuz 2013

V For Vendetta


Burç Karabulut Yazdı
“Vendetta” kelime anlamıyla “intikam”a denk gelir. İntikam ise bir özgürlük savaşçısının en son ihtiyaç duyduğu duygudur. V asıl olarak nedir, kimdir, niye ortaya çıkmıştır. V aslen bir sembol, bir serzeniş ve bir ihtiyaç olarak bugün Gezi direnişinin simgesi haline gelmiştir. Amacım, politik gerilimlere girmek olmasa da filmin kendisi izlendiğinde Gezi direnişi, Tahrir direnişi ya Brezilya’daki direnişin çok da farkı olmadığı göze çarpmaktadır. Wachowski’lerin zeitgeisti (zamanın ruhunu) iyi okuyarak senaryolaştırdığı, James McTuige’nin filmleştirdiği V, nelere gebe bir görelim. V for Vendetta’nın yaratılış öyküsü ve filmi başarılı kılan özellikle çok önemli.

5 Kasım’ı hatırla ya da yarat!

V, siyah beyaz bir jenerikle açılıyor ardından ise militer (askeri) marş onu izliyor. Bu jenerik ve ardından giren askeri marş bize ister istemez Nazi dönemini hatırlatıyor. Hatırlatmasa bile Nazi döneminde olduğumuz mesajını rahatlıkla alıyoruz. Çok yoruma meydan vermeyen bu girişten sonra, filmin anlatısı bizi 17. yüzyıla götürüyor. Beyaz elbiseli bir adamın (kısaca masum denebilir) idamına tanık oluyoruz. Arkadan Evie’nin sesiyle olaylar hızlıca anlatılıyor. İdama giden adamın adı Guy Fawkes. İdam edilme sebebi İngiliz Parlamentosunu patlatma girişiminden kaynaklanıyor. İşin ilginç tarafı idam edileceği vakit, kızgın kalabalığın ardında bir kadına takılıyor kamera. Gözünden yaş gelen kadın belli ki Guy’ın sevgilisi. Gözlerinden düşen iki damla bizi ikna ediyor. Kamera aşağı doğru inerken, siyah ekran belirirken biz de Evie ile beraber o sloganı içten içe tekrarlıyoruz. 5 Kasım’ı hatırla ya da unutma. Ama 5 Kasım yaratılmış olmadı mı!?


V ve Zorro

Bu sahnenin sonunda ise V logosu ekranı kaplıyor. Zorro’ya benzettiğim bu logonun meydana geliş biçimi, V’yi de Zorro gibi algılamamızı sağlıyor. Zorro’nun halktan, zülm görenden yana olduğunu bilen biz seyirci için V’ye alışmak pek de zor olmuyor. V’nin sevilmesi için bir sebep daha ortaya çıkıyor. Algımızda ve bilinçaltımızda bu karakteri hemen kabul ediyoruz. V’nin de kötü adamlara karşı duracağını bir naiflikle tahmin ediyoruz. Sonrasında hemen günümüze geliyoruz.

V üçüncü kez burda sevdiriyor kendini. V, baskıcı yönetim tarafından gönderilen S.S benzeri polisler tarafından engelleniyor. V, burada da karşımıza çıkıyor ve zulm gören kadını kurtarıyor. Daha önce acıdığımız, sonra Zorro’ya benzettiğimiz bu karakteri masum bir genç kadını (kurbanı) kurtarınca da ister istemez takdirimizi kazanıyor ve özleşiyoruz onunla.

V ve Chancellor tarihsel olarak gerçek karakterlere dayanıyorlar.

V’nin daha önce anarşist Guy Fawkes olan ilişkisini belirtmiştim. İlk sahnede kurulan drama ile film de bunu gizlemeden seyircisiyle paylaşmış. Normalde bir anarşist olan Guy, filmde V adı altında bir özgürlük savaşçısına çevrilmeye çalışılıyor. Bunda pek başarılı olamadığını söylemek lazım. Sesini duyurmak için tv kanalı ele geçirmek veya bir binayı patlatmak için romantik müzikal bir devrimcilik anlayışı yaratmak bence iflas ediyor. Sonuçta binayı terörist yöntemleriyle yıkıyor. Bu terörist eylemler, insanları etkilemiyor çünkü kötünün de kötüsü vardır dercesine Chancellor ile Hitler analojisi kuruluyor. Nazi partisini baz alan bu kötülük formu, Hitlerin yaratılmasıyla da taçlanıyor. V’nin de sempatik hareketleri sayesinde bu iki karakter hızlıca farklılaşıyor. Chancellor’ın sürekli ekrana yansıyan kirli sakallı ve kızgın görüntüsü soğuk, sevimsiz ve kötü bir karakteri başarıyla yaratıyor. Adeta büyük kardeş göndermesi de inceden inceye yapılabilir. V, tv kanalını ele geçirirken Chancellor’ın araması buna en iyi örnek.


Evie yeniden doğuyor.

Evie ile V’nin ilişkisi kesinlikle bir öğrenci, öğretmen ilişkisini anımsatıyor. Televizyonda fon olarak görülen Monte Kristo Kontu filmi, V’nin masumiyetine yapılan ayrı bir vurgu. Hatırlanacağı gibi, Monte Kristo Kontu da rakibi tarafından haksızca aldatılıp, hapishaneye atılıyordu. Sonra şansın da yardımıyla zengin olan Monte Kristo Kontu, adalet için geri dönüyordu. V for Vendetta ne kadar intikam demekse de aslında korkutucu bir şekilde adaletle de özdeştirilmiş. Adalet ve intikam yer yer karışıyor, hatta bir oluyor. Neyse Evie, ilk tanıştığı andan beri V’nin kusursuzluğudan etkileniyor. Evie sadece Evie değil aynı zamanda dışardaki olaylara da kapalı olan bir karakter. OHAL’in olduğu bir gecede dışarı çıkmak bu naifliği ve bilinçsizliği bize gösteriyor. V, Evie’yi bir hapishaneye kapatıyor. Bu hapishane, adeta yeniden doğuş yeri. Bu hapishane hem zihnini açması için, hem de özgürlüğün ne demek olduğunu öğrenmesi için V tarafından tasarlanıyor. Saçları kesilen Evie, kadınlıktan da uzaklaşıyor, insanlıktan çıkarılıyor. Vahşi bir saldırı, psikolojik yıldırma ve daha nicesi Evie’yi değiştiriyor. Bir çocuk hatta bir öğrenci zaten kılık kıyafeti de kendini ele veriyor. Hapishaneden kurtulduktan sonraki yağan yağmur bir baptizm işareti. Yeniden doğuşu simgeliyor.  Evie’nin doğuşu sembolik olarak halkın da doğuşu olarak görülebilir.


Yeniden doğuş ve devrim

V’nin herkese maskesinden gönderdiği o an, devrimin artık kaçınılmaz bir hale geldiğini söylüyor. Tabii buradaki polis gücü veya S.S benzeri görevlilerin olmaması biraz düşündürücü. Evlere kargoyla dağıtılan V maskeleri halkı devrime zorluyor. Zorluyor diyorum çünkü evlere dağıtılan kargo devrimle uyuşmayan bir nokta olarak göze çarpıyor. Neyse ki V’nin epik sahneleri olayı kurtarıyor. Fikirler ölümsüzdür sahnesi yıllar sonra klasik bir film sözü olarak herkesin dilinde olacak.

Dediğim gibi terörist ile devrimci arasında oturmayan film ve yarattığı çelişki, beni biraz sıkıyor. Sonuçta devrimci bir ideale doğru yürürken, terörist korkutmak için amaçsızca saldırır. Teröristlerin de tabii ki bir ideali olabilir ama bir devrim istemeyeceğini anlamak lazım. Sistemin yıkılması değil de amaç ya da halktan yana olmak. İstenen tamamen korku yaratmaktır. V de sistem anlamında bir açıklama yapmıyor. Sadece Parlamentoyu patlamak istiyorum diyor.

V ya da Zamanın Ruhu!

Filmin tutarsızlıklarına rağmen V, çıktığı dönem itibariyle occupy hareketinin en büyük çıkış noktası olmuştur. Daha önce Arap Baharı’nda yaşanan değişikliklerde V’nin sembol olarak kullanılması aslında özgürlük savaşçısı olarak görülmesine yol açmıştır. V, an itibariyle Gezi’de direnişimizin içinde, Mısır’da Tahrir’de özgürlükçülerle ve dünyanın genelinde özgürlük talep eden insanların yüzünde duruyor. V’yi aslında ne kadar özgürlük olarak görsek de zamanın ruhunun bu çıkışta bir rol oynadığını görmek gerekir. Bir filmin herhalde başarısını ölçeceksek bu toplumu ne kadar etkilediğiyle alakalı olurdu. V bir klasik olma yolunda hızla ilerliyor.


10 Temmuz 2013

Kara Kule'ye Ulaşmak!


Stephen King'in tamamlaması 33 yıl süren epik fantezisi Kara Kule, 7 kitaptan oluşan (Silahşör, Üç'ün Çekilişi, Çorak Topraklar, Büyücü ve Cam Küre, Calla'nın Kurtları, Susannah'ın Şarkısı ve Kule) 4200 sayfalık devasa bir seri. Kara Kule'yi yaratırken Yüzüklerin Efendisi'nden esinlendiğini ve etkilendiğini sıkça dile getiren King için özel bir anlamı olan seri, benim gibi yazarın hayranları için de vazgeçilmez. 2004'te başladığım seriyi tamamlamak, King'in uzun yazım süreci ve ana karakterimiz Roland Deschain'in Kule'yi aramakla geçirdiği çetrefilli macerası gibi benim için de kolay olmadı. Kitaplar arasında istemeden de olsa mesafe koyunca, Kule'ye ulaşıp hikayenin sırrına vakıf olabilmem 9 yılımı aldı. Ama buna değdi.

Kara Kule'yi bir çırpıda özetlemek imkansız. Yine de deneyelim. İlk kitap Silahşör'de hayatını Kule yoluna adayan, Eld soyundan kalan son Silahşör Roland Deschain'le tanışıyor ve Yüzüklerin Efendisi'nde olduğu gibi -ama tamamen farklı- bir Orta Dünya'da buluyoruz kendimizi. İlk kitapta King'in yarattığı evrenin küçük bir kısmıyla tanışıyoruz. İkinci kitap Üç'ün Çekilişi'nde, Kara Kule serisinin epik fanteziden bir paralel evren bilimkurgusuna kaydığını görüyoruz. Hikayenin özüne.. Silahşör Roland, kendisine vakıf olması üzerine, bu kutsal amaç doğrultusunda kendi dünyasından 20. yüzyıl Amerika'nın üç farklı zaman dilimine uzanarak, üç yoldaş çekiyor. Jake, Odetta (sonra Susannah oluyor) ve Edie'yi.. Ve bu noktadan sonra 'bir' oluyorlar. 'Ka' (yani kader) böyle istediği için.. Bu noktadan sonra her yeni kitapla Kara Kule'nin ne olduğuna dair yeni bilgilerle donatılıyor ve sürekli genişleyen bir evrenin içine çekiliyoruz. Ne zaman ve nasıl biteceğini kestiremediğimiz bir yolculuğa çıkıyoruz.


Kara Kule fantastik bir roman dizisi fakat, kurduğu fantastik dünyayı merkezine bir kulenin yerleştirildiği olası binlerce alternatif dünya ile en has paralel evren bilimkurgusunun yaratıldığı ve bunun da -Orta Dünya'da geçen bölümlerinde- bir Western atmosferinde kurgulandığı, yer yer korkuya göz kırpan, geçmişe ve geleceğe uzanan çok katmanlı bir hikaye olduğunu belirtmek gerekir. Sabır isteyen hikaye boyunca "Roland, Kara Kule!ye ulaştığında ne olacak?" sorusu okurun ilgisini ve heyecanını ayakta tutmaya yetiyor. King'in 1999'da geçirdiği büyük kaza sonrasında son üç kitabı da yazarak güçlükle bitirebildiği seri, 5. kitap Calla'nın Kurtları ile şahlanıyor adeta. Ardından Susannah'ın Şarkısı ve 7. kitap 'Kule' ile destansı bir final yapıyor. Ve Kara Kule'ye ulaştığımızda anlıyoruz ki, bu mitsel hikaye Kule'ye ulaşmaktan ziyade, daha çok o meşakkatli yolculukla ilgili. Okumayı düşünen ya da hala okumakta olanları düşünerek fazla detaya girmek istemiyorum. Daha fazla detay hikayenin büyüsünü bozabilir çünkü.

Kara Kule'nin uzun zamandır konuşulan sinemaya uyarlanma meselesi, son aldığımız haberlere göre yeniden rafa kaldırılmış. Bu eseri sinemaya aktarmak hiç de kolay bir iş değil. Büyük bir cesaret, yaratıcılık ve yüklü meblağlar istiyor. Hikaye sıkıntısı çeken Hollywood, er ya da geç Kara Kule'yi de uyarlayacaktır ama nasıl yapmalı etmeli de hakkını veren bir uyarlamaya imza atılabilsin. Belki iddialı bir diziyle adım adım yürüyebilirler.

Son söz: Ve Kara Kule'ye ulaştım. Ne mi oldu? Gördüm ki, Stephen King kendini aşmış. Kule, tam bir hayal kırıklığıyla noktalanıyor derken, öyle acımasız ve öyle kusursuz bir sona erişiyoruz ki... Bu hikaye ancak böyle bitebilirdi dedirtiyor. Hikayenin bir ayağı mutlu sona ulaşırken, diğer ayağı.... Unutulmaz, akıl almaz, şok edici bir sonla bağlanıyor.

9 Temmuz 2013

Fight Club Poster Collection

Fight Club'ın birbirinden güzel alternatif posterlerini paylaşmak istedim. Ve ayrıca daha önce kaleme aldığım Fight Club parodisine de buradan ulaşabilirsiniz.










7 Temmuz 2013

Before Midnight'a Güvenin!


Trende tanıştığınız ve birlikte sadece bir gün geçirebileceğiniz kişi hayatınızın aşkı olabilir mi? 1995 tarihli ilk film 'Before Sunrise' bu sorunun peşine takılıp romantik film kalıplarının ve klişelerinin dışına çıkarak kısa zamanda kendi efsanesini yaratmasını bilmişti. Devam filmi Before Sunset ise Jesse ve Celine'i, 9 yıl sonra yine tek günlük bir buluşmada bir araya getirerek benzer bir tat bırakmıştı. Ve Artık bitti derken, yönetmen Richard Linklater seriyi üçlemeye dönüştürme kararı aldı. Büyük bir riski de göze alarak..

Before Midnight'ın hikayesi: 
Jesse ve Celine evlenmiş ve iki kızlarıyla birlikte Paris'te yaşamaktadır. İkili bu süreçte bir yığın değişim yaşamış, çeşitli sürprizlerin yaşanacağı bir hayata doğru yelken açmıştır. Tüm sorunlara ve değişikliklere rağmen, değişmeyen tek şey ise birbirlerine duydukları naif aşktır. Yunanistan'da geçirdikleri bir tatil günü, geçmişlerini muhakeme edip ilişkilerini masaya yatırdıkları, beklenmedik gelişmelerle dolu bir güne dönüşecektir.

İlk tepkiler inanılmaz!
Çeşitli yayın organlarında çıkan kısa ve övgü dolu yorumları paylaşıyorum.

Time
"Bu yıl sadece bir film izleme şansım olsaydı, bu filmi seçerdim. Bu yıl yalnızca iki defa sinemaya gidebilecek olsaydım, bu filme iki kez giderdim! 5/5" (Biraz abartmışsın be oğlum)

USA Today
"Hawke ve Delpy, şakayla karışık bu seriyi Amour'daki çift gibi 80'lerine kadar devam ettirmek istediklerini söylüyorlar. Umarız Öyle Olur! 5/5"  (Aman Amour'daki gibi olmasın, gözünü seveyim)

New York Times
"Before Midnight, harika bir paradoks! 5/5

Entertaınment Weekly
"Mutlu, hüzünlü trajik ve özgürleştirici. Ama asla tahmin edilemeyen bir film. Büyüleyici bir eğlence ve aynı zamanda son yılların en dürüst, en dokunaklı aşk filmi (Amour'a laf mı sokuyorsun abicim?)

New York Post
"Aşkı bulmak kolaydır. Ama birlikte kalmak zordur. Birlikte kalmak için çabalayan iki aşık üzerine bu kadar sıcak, eğlenceli ve gerçekçi bir film yapmak ise daha zor!" 5/5 (Helal)

Rolling Stone
"Modern Aşk hikayesi her ne ise, Before Midnight onu bir seviye daha yukarı taşıyor. Kesinlikle kusursuza yakın! 5/5

Slate
Gençlik ve orta yaş üzerine şiirsel bir meditasyon... Umarım bu ikiliyi son defa izlemiş olmayız! 5/5 ( Yok yok son olsun, tadında bırakmak lazım bazen)

IMDB puanı: 8.5, Rotten Tomatoes ortalaması ise 98%

19 Temmuz diyorum.. E hadi sinemaya diyorum.. Gidin diyorum..