30 Ağustos 2013

Thirst ve Let the Right One In


Thirst
Güney Kore sinemasının son dönemde yetiştirdiği en yetkin yönetmenlerden Park Chan-wook, intikam üçlemesinin en önemli halkası Oldboy ile tanınıyor. Yönetmene Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü getiren Kan Arzusu, 2000’li yıllarda Twilight serisiyle başlayan vampir alt türündeki değişimin ve romantizm aşısının son örneği oldu. Filmde, kendisini hastanelerdeki ölümcül hastalara adayan ve bu uğurda bir virüs kaparak ölen bir rahibin, farkında olmadan vampir kanı verilmesiyle hayata dönmesi ve yeni yaşamında vampirliğiyle rahipliğinin yarattığı çelişkiler üzerine gider Park Chan-wook. Lafı dolandırmadan söylemeliyiz ki, Kan Arzusu, vampir mitolojisine yeni bir yorum getirmekle kalmayan, onu yeniden yazacak kadar iddialı bir hikayeye sahip. Ancak Chan-wook’un böyle bir iddiası ve niyeti yok. İnsanlığa hizmet eden bir rahibin, gün gelipte vampire dönüşmesiyle içine düştüğü ikilem, korkuya değil dramatik yapıya hizmet ediyor. Usul usul ilerleyip, akıllara kazınan sahneleriyle seyirciyi neye uğradığını şaşırtan ve sona geldiğinde dokunaklı bir aşk öyküsüne dönüşen Kan Arzusu, Park Chan-wook’un usta işi yönetmenliğiyle devleşiyor. Korku sinemasının son dönem ürünlerinde, dramatik bir taban üzerine inşa edilen filmlerin en olgun ve kusursuz olanı Kan Arzusu...


Let the Right One In

John Ajvide Lindqvist’in kendi romanından aynı isimle senaryolaştırdığı ve Tomas Alfredson’un yönettiği İsveç yapımı bir vampir filmi olan Gir Kanıma, gösterildiği festivallerden sayısız ödülle dönmüş ve 7’den 70’e her kesimin beğenisini kazanmasını bilmişti. 1982 yılının Stockholm’ünde 12 yaşındaki Oskar ve bir vampir olan Eli’nin kapı komşusu olduktan sonra başlayan arkadaşlıkları, iki yalnız ruhun birbirini buldukları romantik altyapılı ve korku destekli bir dramaya dönüşüyor. Aslında film, ergenlik çağındaki Oskar’ın okul hayatı, arkadaşları tarafından tartaklanması ve bu durumun üzerine giderken ağırbaşlı tutumu ve anlatım tarzıyla Amerikan gençlik filmlerinin arthouse versiyonunu andırıyor. Alfredson’un vampir hikayesine yaklaşımı da aynı arthouse izlenimini veriyor. Dolayısıyla da korku janrına uzak olan bir yönetmenin vampirliği vahşet yaratmak için değil, hikayesini anlatmayı sağlayan bir araç olarak kullandığının altını çizmek gerekiyor. Film, vampir mitine modern bir bakış atıyor atmasına ama bu alt türün kurallarına da sadık kalıyor. Her ne kadar, bir drama gibi dursa da kan göstermekten çekinmeyen ve Stockholm’ün tekinsiz sokaklarında gerilimli sahneleri eksik etmeyen bir film Gir Kanıma. Amerikan versiyonu Let Me In’den önce görülmeli…

22 Ağustos 2013

High Tension


Korku sineması adına, son 10 yılın en sansasyonel filmi olan Yüksek Tansiyon, Alexandre Aja’nın ilk korku denemesi olmakla birlikte Fransız korku sinemasının yükselişinde lokomotif görevini de üstlenmekte. Alex ve Marie’nin sınavlarına çalışmak için Alex’in ailesinin de yaşadığı kırsaldaki evine gitmeleri, gece geç saatlerde iri kıyım bir psikopatın kapıyı çalıp, evdekileri vahşice öldürmeye başlamasıyla açılan hikaye temelde oldukça basit ve klişe görünüyor. Ancak Aja, görünürdeki basitliği iki şekilde (biçim ve saklı içerik) kırıyor, ikisinin de ucunu akılalmaz bir sürpriz finalle bağlayarak… Bu öyle bir final ki, derin psikolojik tahlilleri elzem bir hale getiriyor ve hikaye akışının da önemini kaybetmesine neden oluyor. Hikaye akışının önemini kaybetmesinin Hollywood anlatısına alışmış seyircide ters tepki yaratmasını, filmin mantıksız ve saçma gibi yakıştırmalara da maruz kalmasını doğal karşılamak gerekiyor.

70’li yıllar korku filmlerinin izini süren, özellikle de The Texas Chainsaw Massacre’dan aldığı referanslarla yola çıkan Yüksek Tansiyon, yarattığı psikopat katil tiplemesiyle Slasher alt türü içinde yapı-bozucu kimliğiyle yükseliyor. Sessiz ve derinden kendi hayran kitlesini bulan filmde; Alexandre Aja, göstermekten çekinmediği ‘Gore’ sahneleriyle olabildiğince sert ve tavizsiz, ani korkutma hilelerine hiç bulaşmayıp hakiki bir gerilimle seyirciyi sarabilmesi ve şok etme düşüncesini gerçek anlamda başarabilmesiyle de takdiri hak ediyor. Yüksek Tansiyon’la Fransız korku sinemasının Hollywood’a kafa tuttuğunu söyleyebiliriz. Nefes kesici ve ülke sineması adına aşılması zor bir eşik!

20 Ağustos 2013

Teatral Noir: 'Killer Joe'


Sinemaseverlerin daha çok The Exorcist'in yönetmeni olarak tanıdığı William Friedkin, 70'li yıllarda altın dönemini yaşamış, sonra yavaş yavaş çaptan düşmüş usta bir yönetmen. 2000'li yıllarda Vur Emri (2000) ve Başkaldırış (2003) gibi vasat filmler ve Böcek (2006) gibi görece iyi bir filmle kariyerini sürdüren Friedkin, son dönem ürettiklerinin üzerinde bir filmle geri döndü. Tracey Letts'in başarılı oyunundan sinemaya uyarlanan Killer Joe; Matthew McConaughey, Emile Hırsch, Gina Gershon, Thomas Haden Church ve Juno Temple gibi isimlerden oluşan ilginç kadrosuyla öncelikle suç filmlerinden hoşlananlara hitap eden kayda değer bir film.

Ek iş olarak uyuşturucu satıcılığı yapan Chris, elinde satmak için bulundurduğu uyuşturucu annesi tarafından çalınınca, kısa süre içinde 6 bin dolar bulmak zorundadır, aksi halde ölecektir. Hiç umudu kalmayan Chris, babası Ansel'in yardımıyla  bir plan yapar; Chris, annesinin hayat sigortasıyla borçlarını kapatmayı düşünmektedir. Tabii bunun için annesinin ölmesi gerekecektir. Burada da devreye aynı zamanda bir kiralık katil olan dedektif Joe Cooper girecektir.

Suç filmleri zaman içinde farklı kollardan beslenen hikayelerle yeni alt türler yarattı. Kanun adamının bakış açısını yansıtan filmler polisiye, olaya suçluların penceresinden bakan örnekler ise kara film olarak etiketlendi. William Friedkin'in 1985 tarihli erotizm soslu gerilim filmi 'Jade' günlerine geri dönme fırsatı bulduğu Killer Joe, tam bir Neo Noir (kara filmlerin yeni yüzü; 70'li yıllarda başlayıp 80'lerde hakim oldu). Filmin en ilginç özelliği, ait olduğu türün diğer örneklerinden teatralliği ile ayrılması. Şahsen ilk kez teatral bir Noir izledim. Polisiyelerin vazgeçilmezi kirlenmiş-yozlaşmış dedektif karakterleri Killer Joe'da kendine geniş bir alan buluyor. Zira dedektif Joe'yu asıl mesleğini icra ederken göremiyoruz. Türün klasik örneklerinin olmazsa olmazı iyi-kötü karakterler dengeli bir biçimde hikayeye yerleştirilmemiş. Bu da filminde seyirci olarak kimin tarafını tutacağımızı bilemememize sebep oluyor. Bakire Dottie dahil tüm karakterlerin suça bulaşmış olması, onlarla empati kurmamızı güçleştiriyor.

Killer Joe, tüm karakterlerinin kötücül taraflarıyla ilgilenen bir hikaye anlatıyor. Bunu da temelde parçalanmış aile olgusuyla ilişkilendirip dramatik çatısını örüyor. Ancak Friedkin'in bu dramatik yapıyla ilgilenmediğini hemen anlıyoruz. Yönetmenimiz bir tür filmi yapmak, o türün gereklerini yerine getirmek ve suya sabuna dokunmadan bir hikaye anlatmak istemiş. Finalde ince bir mesaj da vermeyi ihmal etmemiş tabii. Bu bağlamda, filmlerin mesaj vermesi veya bir 'derdi' olması gerektiğini düşünenler için Killer Joe vakit kaybı olarak değerlendirilebilir.

Filmin bir oyundan uyarlama olması, teatrallikten kurtulamadığı  anlarda -tek mekanda geçen uzun planlarda- gerilimi ve akışı bir nebze aksatıyor ama filmin bütününe zarar vermiyor. Orijinal metnin yani oyunun şiddet dozunu bilmiyoruz ama film son düzlüğe girdiğinde şiddetin dozunu artırıyor. Hatta anlatması bir hayli zor bir 'tavuk butu' sahnesi var ki rahatsız ediciliği ve aşırılığıyla unutulmazlar arasına girdi çoktan. Sonuç olarak olayın çözüme kavuştuğu final bölümü tatmin etmeyi başarıyor.

Son söz: Türü seviyorsanız hiç düşünmeyin 7.2\10

18 Ağustos 2013

The Monuments Men'den İlk Fragman ve Detaylar


George Clooney'in beşinci yönetmenlik çalışması The Monuments Men, önümüzdeki Oscar sezonunda adını sıkça duyacağımız filmlerden olabilir. Malum, Akademi yönetmen Clooney'i seviyor. Ülkemizde Efsane Avcıları adıyla 17 Ocak'ta vizyona gireceği açıklanan The Monuments Men'de tarihin en büyük ve gerçek hazine avı konu ediliyor. 2. Dünya Savaşı'nda Franklin Roosevelt tarafından Almanya'da Nazilerin çaldığı sanat eserlerini kurtarmak ve ait oldukları yere iade etmek için görevlendirilen müze direktörleri ve sanat tarihçilerden oluşan ve haliyle savaş ve silahlar hakkında en ufak fikri bile olmayan 7 kişilik bir ekibin yaşadıkları tehlikeli yolculuk anlatılıyor.

Filmin oyuncu kadrosu da yıldız isimlerden oluşuyor: George Clooney, Matt Damon, Bill Murray, Cate Blanchett, Jean Dulardin ve John Goodman.. 

İlk fragmana baktığımızda, Nazi Almanya'sında geçen ilginç bir savaş filmi izleyeceğimizi söyleyebiliriz. Oscar kokusu alıyoruz..



15 Ağustos 2013

İlk İzlenim: "The Conjuring"

İlk filmi Saw (Testere) ile büyük sükse yapan James Wan, hatırlanacağı üzere serinin devam filmlerini yönetmekten çekinmiş ve kendini özgün korku hikayelerine vermişti. Dead Silence (2007)'in özgün bir tarafı yoktu ancak daha sonra gelen Insidious (2010) oldukça iddialı ve yaratıcı bir korku denemesiydi. Bu üç filmle korku türündeki yetkinliğini ispatlayan James Wan yeni filmi Korku Seansı (The Conjuring) ile sıkı bir dönüş yapmaya hazırlanıyor.

Paranormal olayları araştıran Ed ve Lorraine çifti Amerikan kırsalında yaşayan Perron ailesinden bir telefon alırlar. Ailenin ıssız bir bölgedeki çiftlik evi bilinmeyen bir düşman tarafından sarılmıştır. Olayı çözüme kavuşturabileceğine inanan çiftimiz, nasıl büyük bir belaya bulaştıklarını çok geç fark edeceklerdir.

Filmin ilk fragmanından anladığımız kadarıyla bizi, lanetli ev veya hayaletli ev görünümlü bir korku filmi bekliyor. 'Görünümlü' diyorum çünkü yönetmenin bir önceki filmi Insidious da hayaletli ev gibi başlayıp ikinci yarısında özgünlüğünü ortaya koyuyordu. Insidious'da da evde yaşanan garip olayları araştırmaya gelen bir ekip mevcuttu. The Conjuring'e baktığımızda benzer bir olay örgüsü dikkatimizi çekiyor. Ancak bu sefer hikayedeki gizemin altından başka bir kötülük çıkacak şüphesiz ki. İlk fragmanda Paranormal olayı araştırmak için hikayeye dahil olan Ed ve Lorraine çiftini göremiyoruz. Dolayısıyla bu ilk fragmanın filmin giriş kısmının kısa bir özeti olduğunu söyleyebiliriz. Afişine de yansıyan atmosferiyle merak uyandıran The Conjuring'in gerçek bir olaydan uyarlandığı gibi bir iddiası da var. Vera Farmiga ve Patrick Wilson'ı başrollerde izleyeceğimiz film Amerika'da 19 Haziran'da, Türkiye'de ise 30 Ağustos'ta vizyona girecek.

Son söz: Karanlık kullanımı, tedirgin edici atmosferi ve yönetmen James Wan'ın varlığıyla, 2013'ün ıskalanmaması gereken korku filmlerinden biri The Conjuring. Heyecanla bekliyoruz...

Filmin eleştirisi için bakınız




12 Ağustos 2013

En İyi 10 Korku Filmi Serisi


Korku sinemasında seriler genellikle pek hayra alamet değildir. Bunun en önemli sebebi zaten birbirleriyle akraba olan ve çok da orijinal olmayan korku hikayelerinden seri üretim mantığı güdülerek yapılan her yeni filmin, ilk filmin üzerine koymak şöyle dursun, orijinal filmde atılan temel üzerine malzemeden çalınarak bir inşa sürecine giriliyor oluşudur. Seri filmlerin önemi de yadsınamaz. Hikayeyi ve karakterleri derinleştirme işlevlerinin yanında çok sevilen figürleri ikonlaştırmayı da sağlarlar. Korku özelinde baktığımızda özellikle John Carpenter'ın 1978 tarihli korku klasiği Halloween'ın bügünkü seri üretim anlayışına giden yolun kapısını açan film olduğunu söyleyebiliriz. Daha öncesinde seriler vardı ancak, 80'li yıllarla beraber teen-slasher alt türünün patlaması sonu gelmez seriler dönemini başlattı.

Seçimlerime gelirsek, 2 filmde kalan serileri dışarda tuttum. En az 3 film olmalıydı. Ve sıralamayı da ele aldığım serilerin en iyi örneklerine göre değil, o serinin tamamı düşünerek yaptım. The Omen, Friday the 13th, The Texas Chainsaw Massacre, Hellraiser ve Final Destination gibi ilk filmi parlayıp, ikinci filmleriyle "eh işte"nin ötesine geçemeyen ve sonrasında da çuvallayan seriler ilk 10'a giremedi. Korku sinemasının başlangıcından bu yana üretilen Frankenstein ve Dracula filmleri de devam filmi değil. Sürekli bir yeniden yapım mantığıyla varlığını sürdürdüğünden baştan elendiler.

Not: Alien bilimkurgu serisi olduğu kadar korku filmi serisi olarak da değerlendirilmelidir.

1- Alien serisi
2- A Nightmare on Elm Street serisi
3- Romero'nun Yaşayan Ölüler serisi
4- Halloween serisi
5- Hannibal Lector serisi
6- Evil Dead üçlemesi
7- Scream serisi
8- The Exorcist serisi
9- Saw serisi
10- Child's Play (Chucky) serisi

10 Ağustos 2013

The Dark Knight Rises (Parodi)

Bruce Wayne, batmancilik oynamaktan sıkılmış ve bu işlerden elini eteğini çekmiştir. Münzevi bir hayatı tercih eden Bruce, malikanesinde verdiği bir partide ultra çekici bir kadınla kesişir. Tanışırlar ve sohbet koyulaşır.
-Selina: ..Bunun üzerine babam şöyle dedi " Ben sana Kedi Kadın olamazsın demedim, kedi-"
-Bruce: (Selina'nın lafını keserek) Ya onu boşver de kendimi "Bir kedi gördüm sanki" esprisini yapmamak için zor tutuyorum biliyor musun? Hahaha
-Selina: Sen hala çizgi film mi izliyorsun?
-Bruce: Ee emeklilik ne yapacaksın?
1 Hafta sonra
Bane denilen yüzü maskeli bir terörist şehri ele geçirmiştir. Bruce ve Alfred olayı televizyondan takip etmektedir.
-Alfred: Sanırım yemininizi bozma vaktiniz geldi
-Bruce: Hangisini?
-Alfred: 8 yıl oldu ve artık halkın Batman'e ihtiyacı var görmüyor musunuz?
-Bruce: Ya ama cübbeli hoca yemin bozmak günah dediydi. Yok kabul edemem.
-Alfred: Çok fena trip atarım bak!
-Bruce: Of senin tribin de hiç çekilmiyor be Alfred! Peki peki nasıl olacak bu iş?
Alfred mutfağa kadar gider ve elinde bir bütün ekmekle döner
-Bruce: Kendine hiç bakmıyorsun Alfred, kuru ekmek filan nedir ya! 
Alfred, ekmeği Bruce'un kafasının üzerinde ikiye böler
-Bruce: N'apıyorsun Alfred hey!
-Alfred: Yemini bozma işlemi tamamdır efendi Bruce, Kara Şovalye yükselebilir artık
-Bruce: He! Yemin bozma mıydı bu? Pekala
-Alfred: (ekmekten bir ısırık alır) Ekmek de fena değilmiş denemek ister misiniz?
-Bruce: (odadan çıkarken) Ya bırak allahını seversen!
-Alfred: Ta Trabzon'dan getirttiydim ama
Kedi Kadın, Batman'i Bane'e götürür.
-Bane: Bakın kim gelmiş! Gözüm yollarda kaldı
-Bruce: Şükür kavuşturana. Ortalığı boş buldun şehrin anasını.... neyse yeminimi bozmıcam Bane efendi. Küfürü bıraktım da..
-Bane: Yeniden başlamak için doğru adrestesin. (Batman'e yaklaşır) Bu biraz canını yakacak
Kapışırlar. Bane, Batman'i havaya kaldırır ve belini kırar.
Batman önce çığlığı basar ardından da küfürü
-Batman: Hay ben senin ananı avradını yedi sülaleni................................ gelmişini geçmişini...........
-Bane: Ahaha heh şöyle!
Bruce, gözünü Bane'in ölüm çukurunda açar
-Bruce: Nerdeyim ben?
-Bane'in hapishanesi burası, bizler de mahkumlarıyız
-Bruce: En azından havadarmış
Bruce nasıl bir yerde olduğunu anlamaya çalışır
-Bruce:Vaay! Televizyonumuz da varmış. Hem de LDC. Çok takdir ettim Bane'i. Ah bir de belimi kırmayaydı iyiydi. Digitürk de var mı bunda? 
Bir kaç gün sonra
-Bruce: Beyler kırıkçı çıkıkçı var mı aranızda? Bi onu deyin hele
-Şurdaki bunak bir şeyler yapar belki
Bruce, adamdan yardım ister. Yaşlı adam, Bruce'un kırık belini iki dakikada halleder.
-Bruce: Bu bir mucize.. Ver elini ayağını öpeyim. Dur hatta heryerlerinden öpeyim!
-Yaşlı adam: Çüşş deyyus!
-Bruce: Şimdi sıra geldi burdan çıkmaya
-Yaşlı adam: Sadece bir kişi kurtulabildi bu çukurdan. 
-Bruce: Beyler pardon da ben Batman'im yani. 
Bruce ilk iki denemesinde başarısız olur. Üçüncü denemesinde mahkumlardan inanılmaz bir tezahürat yükselir. 
-Bruce: Valla bu tezahüratla Himayalara bile tırmanırım ben. Acayip gaza geldim.
Bruce, ölüm çukurundan kurtulur ve Gotham'ı kurtarmak için harekete geçer
Bruce, şehri kurtarmak ve rövanşı almak için Bane'in karşısına çıkar. 
-Bane: Nasıl buldun çukurumu? Bir dakka ya! Hayır, olamaz.. Belini kırdıydım senin
-Bruce: Hahah içerde bi amca var 2 dakkada hallediverdi. Nefesi de pek kuvvetli hani
-Bane: Bende de fıtık var biliyon mu? Bıçak altına yatmak istemiyorum şöyle 3-5 dakkada halledecek birini arıyodum
-Bruce: Gökte ararken yerde buldun birader. Önce bi hesaplaşalım sağ çıkarsan görünürsün amcaya
-Bane: Sen adamı fıtık edersin
-Bruce: E olmuşsun zaten
Tekrar kapışırlar. Bu kez Batman galip çıkar.
-Bruce: Son bir sözün var mı Bane efendi?
-Bane: Tayyip yine ulusa sesleniyor. TRT'yi aç da dinleyek
-Bruce: Te allam ya!

8 Ağustos 2013

Her'den İlk Fragman Yayınlandı


Tek filmle (Being John Malkovich) efsaneleşen yazar-yönetmen Spike Jonze, Adaptation ve Where the Wild Things Are sonrasında yepyeni bir filmle dönüyor. İcat ettiği işletim sistemine aşık olan bir adamın komik ve romantik hikayesinin anlatıldığı 'Her' adlı film, özgün senaryosuyla dikkat çekiyor. Eternal sunshine of the Spotless Mind'ı anımsatan bir bilimkurgu olduğunu söyleyebileceğimiz filmin ilk fragmanı yayınlandı. Kadrosuyla da dikkat çeken filmde; Joaquin Phoenix, Rooney Mara, Amy Adams, Olivia Wilde ve Scarlett Johansson gibi yıldız isimler var. Afişte yer alan "A Spike Jonze Love Story" söylemi de nasıl bir aşk öyküsüyle karşılaşacağımızın sinyallerini veriyor.


7 Ağustos 2013

Elm Sokağında Kabus Serisinden Göz Alıcı Afişler

1984'te Wes Craven'in yarattığı Freddy Krueger, Halloween'ın Michael Myers'ı ve Friday The 13th'ün Jason'ıyla birlikte 80'li ve 90'lı yılların Slasher korku filmlerinin en gözde karakteriydi. Seri katilleri sürreal bir boyuta taşımalarıyla önemi kat be kat artan filmler uzun serilere dönüştü. Krueger, bir anlamda diğer ikisinin önüne geçmeyi başardı. Myers ve Jason'ın sessizliğinin aksine konuşan hatta mizahı pek elden bırakmayan Freddy Krueger ayrıksı bir figürdü. Yanık yüzü, şapkası, eldiveni ve kırmızı-yeşil kazağıyla hafızalarımıza kazındı. Şimdi gelin bu unutulmaz serinin birbirinden başarılı afişlerine bir bakalım.














6 Ağustos 2013

Nymphomaniac'tan İki Video Yayınlandı


Heyecanla beklediğimiz son Lars Von Trier filmi Nymphomaniac'tan ilk iki video yayınlandı. Gösterim tarihi netlik kazanmayan filmin ilk görselleri fazla bir şey vaat etmese de merak uyandırıcı. Filme ilişkin detayları burada bulabilirsiniz.



4 Ağustos 2013

Gattaca


Tanrı’nın el işini düşünün, onun çarpık yarattığını kim düzeltebilir?" 
                                                                                   Ecclesiastes 7:13 

                                                                                           Sena Gönendik Yazdı
Yıl 1997. Yönetmen koltuğunda Andrew Niccol (aynı zamanda senaryoyu da o yazmıştır), yapımcı koltuğunda ise Danny Devito vardır. Filmimiz ise Gattaca’dır.  Bilim-kurgu türünün en iyi örneklerinden biri olan filmde baş rol olarak Uma Thurman (Kill Bill), Ethan Hawke (Before Midnight) ve Jude Law (Alfie, Sherlock Holmes) var.  Gattaca, film atmosferi boyunca ağır bir havada ilerlese de Vincent’ın anlatıcılığının yardımıyla olaya daha güzel vakıf oluyoruz.

Konusal olarak ele alırsak, bilimin ilerlemekle kalmayıp dünya üzerindeki her şeye müdahale ettiği bir dönemden geçiyor dünya. Bu dönemde her şey genler üzerinde sürüyor. Genetik mühendisleri kusursuz insanlar üretiyor bilimsel anlamda ve normal doğum-Tanrı’nın yarattığı- insanlar gereksiz, dejenere olarak nitelendiriliyor ve konumsal olarak arka planda bırakılıyorlar. Vincent (normal doğan) astronot olmak istiyor, ama sağlık koşulları ve “süper insan” geni buna müsaade etmiyor.  Ama bir gün, süper insan geni taşıyan, Jerome ona kimliğini ve gen özelliklerini veriyor. Vincent artık Jerome’dur ve kurulan bir tezgâhla orada astronot adayı olarak üst mevkide işe giriyor ve hayatı bir anda değişiyor. Ama bir gün bir cinayet işleniyor ve bu düzenli hayatı bir anda riske giriyor.



Güzel bir başarı öyküsü Gattaca. Kimse Vincent’tan bunu beklemiyordu, hatta 30 yaşını bile göremeyecekti. Ama ondan beklenmeyeni yaptı.  “Azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz”ı bize çok güzel vermiş. Ciddi fedakârlıkla hayatta istediği tek şeyi yine hayattan çekti koparttı Vincent. Ve son yarışta ağabeyine dediği gibi hiçbir şeyi geride bırakmadı. Genetik özelliklerin asla bir başarı alameti olmayacağı ve ne kadar mükemmel olursanız olun, başarınız sizin azminizle, çalışmanızla ve hayatın size getireceği ile ölçüleceğini anlatmış bizlere.

Başka bir durum daha var Gattaca ile ilgili. Ayrımcılık, ırkçılık hiçbir zaman dünyayı terk etmedi; sınıflar arası ayrımcılıktan tutun da derinin rengini ayrıldığı hatta işin cinsiyetlere vardığı bir dünyamız var. Filmde ise alelade genler üzerinden uygulanan bir ırkçılık var. Böylesine ilerlemiş bir teknolojiyi insan ırkı sırf para uğruna mahvediyor.




Günümüzdeki teknoloji çağının ne kadar ilerlediğini düşünürsek çok da uzak olmayan bir öngörüyü sunmuş bize Gattaca. Gen üstünlüğünü bize sunarken kader gibi bazı temel kavramları es geçmemiş. “There is no gene for faith.” (Kader için bir gen yoktur.) diyor Vincent. Her şey olacağına varır.

Farklı bedenlerde, farklı hayalleri gerçekleştiren iki birey Jerome ve Vincent. Biri alevlerle geleceğine uçarken, diğeri ise alevlerle kendi deyişiyle seyahate çıkıyor. Adeta gelecekler el değiştiriyor.

Bilim kurgunun dram ayağı olan Gattaca, pek çok yönüyle seyirciyi kendine hayran bırakıyor.

Ek bilgi: Gattaca adı dna'ya atıfta bulunuyor. Adı adenin, timin, guanin ve stozin bazlarından oluşuyor. Bkz: IMDB

1 Ağustos 2013

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #1 Dante Denklemi

Haham Ahoron Handalman'ın Tevrat'ın şifreleri üzerindeki uzmanlığı - Kutsal kitaplarda kelime ve harflerin yeniden düzenlenme çalışması- bir adamın ismini ortaya çıkardı. Yosef Kobinski kimdir ve Tanrı neden onun adını Kutsal kitaba koymuştur? Cevapları bulmak için, Ahoron bir araştırma başlatır ve bir Polonez haham olan Konbinski'nin sadece Kabala üstadı bir bilge değil,  aynı zamanda insanlık tarihinin belki de en önemli çalışmasını yazmış olan  muhteşem bir fizikçi olduğunu öğrenir.

Seattle'da Jill Talcott'un enerji dalgaları denklemleri ile ilgili çalışması, yaklaşık 50 yıl önce iyilik ve kötülük kanununu keşfettiğini iddia etmiş ve uzun zaman önce ölmüş olan Yosef Kobinski ile ilişkilidir. Ama Jill'in laboratuvarı havaya uçtuğunda, uç noktada bilimle uğraşmanın sandığından çok daha tehlikeli olduğunu anlar ve hayatını kurtarmak için kaçmak zorunda kalır. Üstelik bazı gizli kuvvetler, Talcott'un bulduğu şeyi ele geçirmeye çalışmaktadır.

Jill, iş ortağı ve Kobinski'den çok etkilenen bir yazar Polonya'da Handalman ile buluşmak üzeredirler; hepsi de bu muhteşem buluşun sırlarını çözmek için yanıp tutuşmaktadır. Geçmişi araştırırken, Kobinski'yi Auschwitz yakınlarındaki ormanın ortasında bir açıklığa kadar izler. Ve o açıklık inanılmaz bir olayla yüzleşirler: Kendi bilim simyasına ve Kabala ilmine sahip olan Kobinski, bir ışık patlaması içinde ölüm kampından sonsuza dek kaçmıştır. Şimdi, istihbarat ajanları peşlerine takılmışken, araştırmacıların başka bir seçeneği kalmamıştır: Kobinski'yi izlemeye devam edecekleridir; hangi cehenneme girmiş olursa olsun...

Bilim ve mistisizm, iyilik ve kötülük, uzay ve zaman arasındaki ilişkiyi irdeleyen bu soluk kesici gerilim romanında yazar Jane Jansen, bizi bildiğimiz dünyadan alıp ancak sınırlı bir şekilde hayal edebileceğimiz bir gerçekliğin ortasına atıyor.

Nedir, neden uyarlanmalıdır?

Yeni ve orijinal hikaye üretmekte zorlanan Hollywood'u besleyen en önemli kaynak belki de edebiyattır. Ama nedense bazı eserler sinema için yaratılmış dursa da gözden kaçabiliyor. Dante Denklemi de onlardan biri.. Özellikle bilimkurgu sinemasının atılım yaptığı son bir kaç yıl içinde, devam filmleri ve yeniden yapımların fazlalaştığı dönemde Dante Denklemi ilaç gibi gelecektir. Roman için bir paralel evren bilimkurgusu diyebiliriz. Ancak, paralel evrene açılan hikaye daha çok fantastiğe hizmet ediyor. Bilimkurgunun vazgeçilmez bileşimi ve aynı zamanda ayrışımı da olan bilim ve din temaları bilim-din çatışması olarak değil de, hikayede birbirinin tamamlayıcı iki unsur olarak karşımıza çıkıyor. Kurgusu ve anlatımı kusursuz olan Dante Denklemi, sinemaya uyarlanması şart olan bir eser. Ve hakkıyla uyarlandığı takdirde türü sevenleri mest edeceğine hiç şüphem yok. Bilimkurgu, fantezi ve gerilimin dört dörtlük bir harmanı olan roman, sinema için bulunmaz bir hazine.. Hollywood, elini çabuk tutsan iyi olur!