30 Ekim 2013

2000'li Yılların En İyi 20 Korku-Gerilim Filmi


90’lı yılların ortasında Scream ile yeni bir döneme giren ve ivme kazanan korku sineması, bu 10 yıllık süreci M. Night Shyamalan’ın Altıncı His’i ile kapatıp, 2000’li yıllara adım atarken janrda yaşanacak ilk eğilimin de sinyallerini veriyordu. Altıncı His, beklenmeyen başarısını büyük oranda sürpriz sonuna borçluydu ve bu başarı da özellikle 2000’li yıllarda sürpriz sonlu korku filmlerinde gözle görülür bir artışı beraberinde getirdi. Hikayeye hizmet eden başarılı sürpriz sonların yanında art niyetli örneklere de şahit olduk. Final Destination, Frailty ve The Others gibi özgün örneklerle bahsettiğimiz döneme hızlı bir giriş yapan janr, çok geçmeden Hollywood’un üretim sancılarıyla tökezlemeye başladı. Hollywood, seri üretim düşüncesiyle hareket edip orijinal hikayeler üretmekte zorlanırken, Uzak Doğu ve Avrupa korku sinemasının yükselişi, türe hakim Amerikan sinemasını yeni arayışlara itti. Bu arayışın adı da ‘remake’ti. Kuşkusuz ‘remake’ler yeni değil ve korku sinemasına has bir durum da değil ancak, korkunun kendini yenileyebilen bir tür olmaması, başka kültürlerden çıkan ve başarılı da olan hikayeleri alıp kendi sinemasına uygun biçimde yeniden çekmenin kolaylığı korku sineması önderliğinde bir furya başlattı. The Ring gibi kalburüstü yeniden yapımlar, yerini aslını aratan filmlere bıraktı. Uzak Doğu ve Avrupa korku sinemasının kısa süreli yükselişi de son bulunca sıra kült ve klasikleşmiş korku filmlerine geldi. Kısacası üretim anlamında bir düşüş gözlenmezken nitelikli ve özgün korku filmlerine hasret kaldığımız bir dönemden geçmekteyiz. 

Bana da bu 'kayıp' dönemin en iyilerini seçmek kaldı. Listeme göz attığınızda geride kalan 13 yıllık sürecin bir özeti niteliğinde olduğunu göreceksiniz. Uzak Doğu korku sinemasından bir kaç örnekten fazlasını göremezken, Avrupa'dan çıkma korkuların yükselişi dikkat çekici boyutta.

Son olarak 2000'li yılların en iyi 20 korku-gerilim filmi listeme giremeyen Orphan, Drag Me To Hell, The Skeletion Key, Rec, Cloverfield ve The Devil's Backbone gibi filmlerin de adını anmak istedim.

20- Insidious
Filmin eleştirisi için bakınız


19 - From Hell
Film için bakınız



18 - Stoker
Filmin eleştirisi için bakınız


17 - 28 Days Later



16- Let the Right One In
Film için bakınız


15 - The Ring


14- Final Destination



13- Shadow of the Vampire
Film için bakınız


12- Thirst
Filmin eleştirisi için bakınız



11- Maniac
Filmin eleştirisi için bakınız


10- Suspiria
Filmin eleştirisi için bakınız


9- The Village
Filmin eleştirisi için bakınız


8- El Cuerpo


7- The Conjuring
Filmin eleştirisi için bakınız


6- Saw
Filmin eleştirisi için bakınız


5- Identity


4- High Tension
Filmin eleştirisi için bakınız


3- The Wailing


2- Julia's Eyes
Filmin eleştirisi için bakınız



1- The Others

26 Ekim 2013

Sen Aydınlatırsın Geceyi


2013 Filmekimi’nin benim için süprizlerinden biri olan Sen Aydınlatırsın Geceyi, Onur Ünlü’nün farklı bir mizah ve fantezi birlikteliği olarak tanımlanabilecek bir film. Niye sürprizdi diye sorarsanız? Çünkü Yönetmen Onur Ünlü filmini vizyona sokmayarak beni şaşırtmış ve sadece kendisinin seçtiği sinemalara ya da festivallere vereceğini açıklamıştı. İstanbul kazan ben kepçe filmin peşindeydim desem abartmış olmam. Özellikle her gördüğüm sinema salonuna bakıyordum tabii ki bu sinemalar Beyoğlu’ndaydı. Onur Ünlü’yü Polis’ten beri takip eden bir hayranı olarak bu filmini sonunda izlemek beni aşırı mutlu etti. Sen Aydınlatırsın Geceyi, iyi film gelmiş izleyelim algısını yaratıyor.


Burç Karabulut Yazdı

İlginç bir tür birlikteliği

Neyse filme gelecek olursak; tür sineması için ilginç bir melezden oluşan bu film, yer yer popüler kalıpları da kullanarak kendine özgü bir sinema dili çıkarmayı da başarıyor. Süper kahraman ya da tanrısal karakterlerle Hollywood cephesinde hayat bulan bu tür, Türkiye’de güncel hayata yansıtılmış. Kültür emperyalizmine yenik düştüğümüz şu günlerde bu filmi adeta o yüzden deli gibi izledik. Kosmos’da da healer yani şifacıyla karşımıza çıkan bu popüler kültür ithalatı ya da dezenformasyonu anlaşılan 90’larda başlattığı savaşı kazandı.


Bel üstü absürtlük

Kısaca filmden bahsedecek olursak; filmin geçtiği yer olan Aksihar, Manisa’da Cemal isimli bir berberin hayatının anlamsızlığına bir çare ararken Yasemin adlı bir kıza denk gelmesi ve onunla evlenip hayatına bir amaç katmak isteyen Cemal’in öyküsü üzerine kurgulu. Umutsuz bir vaka olan Cemal, niye yaşadığından habersiz bir şekilde dolaşırken kendini sorgulamaktan geri kalmaz. Bunu mizahi hatta absürde varan bir dille yapar. Akhisar’da ayrıca bir sürü tanrısal güçlerle donatılmış insanlar da vardır. Onlar da bu güçleri hayatlarında sanki sırmış gibi saklamaktadırlar. Burada bel üstü absürtlük diz boyudur ve güldürür. Bir örnek verecek olursam, mesela Cemal bir anda tüm ilaç kutusunu içer ve ölmez. Hatta rahatlamışçasına kuş gibi de uçar. Ölüler dirilir. Silah kullanmadan parmaklarla ateş edilir. Elleri birbirine çarparak zaman durdurulur. Lamekan ve zamansız bir Akhisar’dan bahsedilir. Bu kahramanlar maalesef hayatlarında zavallı kalmışlardır. Geçen senelerde izlediğim Misfits diye bir diziyle de bağdaşır. O dizide de bir takım süper güçlere sahip ama o güçleri kendilerini bile kurtaramayan işçilerin absürtlükle kurulu hayatları anlatılır. Öyle ki o güçler onların başını bile belaya sokuyordu adeta lanetti.


Snyder’e ve Tarsem’e yaklaşan bir grafik tarz

Siyah beyaz çekimin filmdeki hikayenin atmosferine ve fanteziyle karışık absürtlüğe çok iyi bir arka fon oluşturduğunu söylemeliyim. Yer yer bu çekim, Zack Synder’ın filmlerinde de gördüğümüz grafik tarzı yansıtır. Tarsem’in filmlerine de sanki bir selam çakmış gibidir. Renkler olsa belki tamamen Tarsem’in sinemasına ve tarzına da yaklaşacak film, filmin sinesine girmiş. 

Filmi çok uzun tutmuyorum çünkü seyretmek için beklenmesi ideal filmlerden olduğunu düşünüyorum. Günümüzün Türk sinemasının takındığı sinema dilinden bariz bir şekilde sıyrılan Sen Aydınlatırsın Geceyi, mizah ve fantezi, dramı öyle bir şekilde birbirine bağlıyor ki filme gülmemek yerinde üzülmemek ve her sahnesine şaşırmamak için hazırlıklı olmak gerekiyor. Ki sinema izleyicisi için hazır olma gibi bir durum olmamalıdır. Yine de izleyici bu filme hazırlıklı geldi çünkü tv’de de başarılı bir işe imza atmış olan Onur Ünlü, kendi seyircisini de böylelikle yaratmış oldu. Ayrıca bir saatte oluşan kuyruk da cabası. Sıradaki yalnız tek erkek olmak var bir de. Seyirciyi tam tatmin etti mi bilemiyorum tabii sonuçta Leyla ile Mecnun’da absürt, sulu bir aşk varken burada tam tersi ve daha vurucu hatta ciddiyetinden sakınmayan bir film vardı. Sen Aydınlatırsın Geceyi dört dörtlük olmasa da oh be Türk filminde de hayat varmış. Hatta iyi film gelmiş izleyelim algısını seyirciye tekrar yaşatacaktır. 

24 Ekim 2013

"Tamam mıyız?" Çok Yakında...


Yeni kuşak Türk yönetmenlerimiz içinde mütevazi hikayelerden gişe canavarı çıkarabilmesiyle dikkatleri üzerine çekmeyi başaran ve çıtasını pek düşürmeyen Çağan Irmak, dokuzuncu filmi Tamam mıyız? ile dönüyor. Film, 29 Kasım'da gösterime girecek.

Filmin konusu: Hayatındaki seçimleri Temmuz’u babası ile karşı karşıya getirir, maddi hiçbir destek beklemeksizin kendi hayatını yaşamak isteyen ve evinden ayrılan Temmuz, ruhunu meslek olarak seçtiği heykeltraşlıkla arındırır. Hayatını devam ettirmek için çocuk romanları için çizerlik yapan Temmuz’un hayatı, sevgilisinden aldığı bir e-mail ile allak bullak olur. Sevgilisi tarafından terk edildiğini öğrenen Temmuz aynı zamanda da işini kaybetmiştir .Hayatı ile yüzleşen Temmuz, dibe vurmuş, yaşama küsmüştür. İhsan ise, bedensel dezavantajı sebebiyle, hayatını annesine bağlı yaşamak zorunda genç bir adamdır. Gerçekleştiremeyeceği hayallerinin yanı sıra annesinin sırtında bir yük olmaktan da mutsuz olan İhsan’ın kurtuluşu ile ilgili tek bir fikri vardır. Ta ki Temmuz’la karşılaşana dek… Temmuz ve İhsan hayatlarının çöküşünde, dibe vurdukları bir anda karşılaşır ve bu karşılaşma Temmuz’u hayatı, sanatı, umudu yeniden tanıyacağı, İhsan’ı ise hayata yeniden tutunacağı bir dostluğa, başlangıca sürükler. Farklı iki yaşamın birleşmesine sebep olan bu tesadüfî buluşma Temmuz’u İstanbul’un hiç bilmediği bir köşesine ve hiç tanımadığı bir ailenin içine sokacaktır.

              

22 Ekim 2013

Korkunun yeni efendisi James Wan'dan The Conjuring


Shannon Young’la birlikte çektikleri korku filmi Stygian’ı saymazsak,  kendi ayakları üzerinde durduğu ilk uzun metrajı (solo) çalışması Saw ile kısa sürede kendi efsanesi yaratan bir filme imza atan James Wan, bu başarının tesadüf olmadığını Insidious’la kanıtlamıştı. Wan’ın yeni filmi The Conjuring (Korku Seansı) ise yönetmeni son 10 yılın korku sineması adına en önemli ismi haline getiriyor. Ve James Wan korku krallığını ilan ederken, şok edecek bir sürpriz final, özgün bir hikâye veya anlatım olmadan da başyapıt çıkarılabileceğini kanıtlıyor.

The Conjuring’e dair her şey tanıdık. Ana karakterlerimizi iş üstünde gösteren klasik bir açılıştan, daha klasik başka bir sahneye geçiyoruz filmin başında. Amerikan kırsalında, tekinsiz bir atmosferi olan yeni evlerine taşınan sevimli ailemizle tanışıyoruz. Kısa zamanda baş gösteren tuhaflıklar aileyi paranormal olayları araştıran Warren çiftine götürüyor. Her şey öngörülebilir bir biçimde ilerliyor fakat söz konusu olan korku ve gerilim yaratmaksa, James Wan işini kusursuz yaparak seyirciye istediğini veriyor.

Hikâyeyi 70’li yıllara taşıyan James Wan, filmi de 70’li ve 80’li yılların popüler alt türleri etrafında kurgulamış. Poltergeist’in lanetli ev furyası içinde açtığı paranomal olayları araştıran ekibin olayı çözüme kavuşturması formülünü, yine 70’lerde The Exorcist’in öncülüğünde bugüne dek gelen şeytan çıkarma ayini etrafında dönen hikâyeleri The Conjuring’de buluşturmuş. Bu buluşmayı mümkün kılan en önemli detay, hikâyelerin insanın kendisini en güvende hissettiği yer olan evi mesken tutması ve musallat olma durumu diyebiliriz. Lanetli ev ve şeytan çıkarma filmlerindeki kötülüğün kaynağı birbirinden oldukça farklı aslında. Biri tamamen din eksenli ve inançla ilgiliyken, diğeri çoğunlukla pozitivist düşünce ve o düşüncenin yıkılmasıyla -karakterin dönüşümüyle- alakalıdır. Wan’ın asıl yaptığı iş; perili, lanetli veya hayaletli ev filmlerinde bizi doğaüstüne ulaştıran olayın -kötülüğün- kaynağı olarak Şeytan’ı göstermesi ve filmi bu düzleme çekmesi. Küçük ama önemli bir detay. Türler ve temalarla oynayıp bu kadar iyi sonuç alabilmek kolay iş değil zira. Eklemeden geçmeyeyim, aşırı dozda The Exorcist referansı barındıran The Conjuring, anlatısı ve olaya yaklaşımıyla ondan tamamen ayrılmasını da biliyor.

Filmin gerçekten yaşandığı varsayılan olaylara dayanmasını es geçip, Wan’in incelikle ördüğü hikâyeye bakmak gerekiyor. Farklı kalıplar ve anlatımlar eşliğinde pek çok kez uygulanmış ve artık birer klişeye dönüşmüş fikirlerin ve korku hilelerinin ustaca kullanılması, tümünün önemsiz birer detaydan öteye gitmemesini sağlıyor. Matematiği iyi kurulan senaryo, yetkin bir işçilikle has korku severler için The Conjuring’i doyumsuz bir seyre dönüştürüyor.

Son söz: The Conjuring, korku filmlerinde illa ki yaratıcı fikirler görmek istiyorum diyenler için sıradan bir film olabilir, kulak asmayın! Benim gibi korku filmlerinden kolay kolay korkmayanların korkunun kokusunu alabileceği ender filmlerden biri bu. 9.5\10

20 Ekim 2013

Bir Zamanlar Sinema 2 Yaşında


Eleştirilerimi, düşüncelerimi, listelerimi ve sinema aşkımı paylaşabilmek için açtığım mütevazi blogum "Bir Zamanlar Sinema" 2. yaşına bastı. Sürekli devam edecek öğrenme sürecimi hızlandıran, sinemaya daha geniş bir pencereden bakmamı sağlayan, bana yeni kapılar açan ve 'diri' kalmamı sağlayan bu bloga çok şey borçluyum. 

Düşüncelerimi özgürce yazmamın -e hadi yazdım diyelim- kendi otosansürüm dışında herhangi bir sansür mekanizmasından geçirmeden 'olduğu gibi' paylaşabilmek oldukça önemli benim için. Kişisel bloglar, lüks olarak kabul edebileceğimiz bu özgürlüğü sonuna kadar yaşama imkanı vermesi açısından vazgeçilmezliğini sürdürüyor, hep de sürdürecek sanırım.

Geride kalan 2 yılın yayın akışına baktığımda, yazmayı hiç aksatmadığımı gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum. İlk dönemlerde sadece kendi blogumda yazdığımdan ayda 20-25 arası yayın oluşturabiliyordum. Klaket Aktuel dergisi ve sonrasında Filmloverss'ta yazarlığın yanına editörlüğü de ekleyince ister istemez yeteri kadar ilgilenemedim. İlk yıldan bu yana yazılarını eksik etmeyen Burç Karabulut ve aramıza yeni katılan Sena Gönendik'in desteğiyle yolumuza devam ediyoruz.

Zaman ne gösterir bilinmez ama nerede yazarsam yazayım Bir Zamanlar Sinema'nın yayın hayatına devam etmesini umuyorum. Destek olan dostlara, okumaya-takip etmeye değer gören ve yorumlarını eksik etmeyen arkadaşlara teşekkür ediyorum.



16 Ekim 2013

Onur Savaşı

Onur Savaşı'nın 11. Filmekimi'nin en güzel filmlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Hem senaryosu, hem olayların içinde bölünerek daha da güçlenmesi filmi kalburüstü bir seviyede götürmeye yetiyor. Ayrıca güçlü oyunculuklar ve iyi bir sinematografi de seyircinin olay örgüsü içerisinde rahatça kaybolmasına çanak tutuyor. Thomas Vinterberg'in de Lars Von Trier gibi dogma 95'e imza koyanlardan biri olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum. Ne kadar Vinterberg için dogma günleri geride kaldıysa da Lars ile temas etmiş bir yönetmen olması nasıl bir filmle karşı karşıya kalacağımızın da habercisi oluyor haliyle. Neyse filme geçiyorum.
Burç Karabulut Yazdı


Lucas bir anaokulu çalışanı olarak hayatı okuldan eve geçiren, kasaba halkı tarafından el üstünde tutulan bir insandır. Karısından ayrılmış Lucas, tek oğlu Marcus'un velayetini de karısına kaptırınca çaresiz uzakta bir kasabada yaşıyor. Oğlu Marcus, tüfek lisansının derdinde ve hemen erkek olmak istiyor, ara ara babasını görmeye geliyor. Zor doğa şartları, orman, av, tüfek ve tabii ki hayat. Ne var ki, film sert ada hikayesinden yargısız adam hikayesine kayıyor. Mobbing denebilecek bir toplumsal dışlanma süreci domine ediyor filmi.

Yazının kalanı spoiler içermektedir
Anaokulu çocukları tarafında  aşırı sevilen, onla birlikte oyun oynayan ve pusu kuran çocukların Lucas'a olan sevgisi çok aleni veriliyor. Bu çocukların arasında bir kız çocuğu Klara, yaşından büyük işler yapmaya kalkışıyor ve Lucas'a 'aşk' ilişkisi duyuyor. Lucas'a dudaktan bir öpücük bile veriyor. Lucas, tabii tetikte davranarak böyle şeyleri yapmamasını öğütlüyor Klara'ya. Klara'nın aleni bir şekilde Lucas tarafından cinsel tacize uğradığını söylemesiyle işler karışıyor.


Doğal olarak Lucas'ın hayatı alt üst oluyor ve Onur Savaşı başlıyor. Gretchen burada dramatik bir rol oynayarak onu okuldan uzaklaştırıyor ve Lucas'ı yanıtsız bırakıyor belli bir süre. Lucas, oğlunun bir gece ansızın aramasıyla olayın farkına varabiliyor ancal. Lucas, polis tarafından alıkonuluyor. Mahkeme elinde hayalgücü (olmayan bodrum gibi) bulunca tabii Lucas özgür kalıyor. Asıl zindan hayatı bundan sonra başlıyor. Kasaba halkı bir türlü ikna olmuyor. Lucas'a alışverişi yasaklıyor, köpeğini öldürüyor, oğlunu bir güzel pataklıyor.

Ve finalde ise; Lucas Klara'nın babası ve eski yakın arkadaşı\şimdiki düşmanı Theo'yla noel gecesi kasabanın kilisesinde karşılaşıyorlar. Lucas dayak yemiş, hırpalanmış ve psikolojik olarak da çökmüş bir şekilde bir kaç kere dönüp Theo'ya bakıyor. Her seferinde gözleri bir öncekinden daha yaşlı oluyor. Lucas'ın yıkıldığı o sahne, artık son sözlerin de söylendiği an onur savaşının son hamlesini de yapıyor ve Theo'yu hırsla çok fena yumrukluyor. Kasabalılar hemen duruma el koyup Lucas'ı dışarı atıyorlar. Sonunda ise; durum daha kötüye gitmiyor aksine Theo geri adım atıyor. Bir sene sonraya gidiyoruz. Marcus artık tüfeğini almış ve bir erkeklik sınavı olan ilk geyiğini avlamaya çıkıyor. Kasabalılar barışmış, eski günlere dönülmüş. Lucas bir ara avda tek başına kalıyor ve anonim bir mermi onun kafasını pas geçip ağaca saplanıyor.
                                                                                                            

11 Ekim 2013

Gümüş Çağa Altın Film: “Gravity”


Fragmanını izlediğim ilk günden bugüne dek devam eden heyecanlı, arzulu ve umut dolu Gravity bekleyişi nihayete erdi. Bu heyecanlı bekleyişin birçok sebebi vardı. Alfonso Cuaron’un ilk bilimkurgu çalışması Children of Men bunlardan sadece biri ve aslında en önemsiz olanıydı. Bilimkurgu hayranlığımın yanına uzay boşluğunda veya uzayın sonsuzluğunda yapayalnız kalan insanoğlu fikri beni baştan çıkarmaya yetiyor.

Filmin ön incelemesinde masaya yatırdığım konu Gravity’nin hangi yolu seçeceği üzerineydi: Bilim mi mistisizm mi? Children of Men aslında Cuaron’un bilimkurgusal hikayeleri gerçekçi bir zeminde işlemekten yana olduğunu açıkça gösteriyordu. Hemen söyleyelim Cuaron, Gravity’de de o yolda yürümeye devam etmiş. ‘Bilim’i seçmiş.

Uzay boşluğu böyle gerilim görmedi
Mekikleri parçalanınca uzayda asılı kalan deneyimli astronot Matt Kowalski ile ilk kez uzaya açılan tıp mühendisi Ryan Stone’un hayatta kalma savaşı, zamana da endekslenince Cuaron’un eline gerilim yaratmak için inanılmaz bir fırsat geçmiş. Senaryoyu bizzat oğluyla birlikte yazdığını da düşünürsek Gravity’i muadilleri arasından sıyrılmasını umduğu bir film olarak tasarladığını söyleyebiliriz. Bu ne demek peki? Yani Cuaron, uzayı -çok büyük oranda- gerilim yaratmak için kullandığı uçsuz bucaksız bir alan olarak düşünmüş. Mekiğin parçalanmasıyla birlikte başlayan gerilim son ana kadar devam ediyor. Öyle ki, tam derin nefes alıp rahatlayacağımız bir anda “daha bitmedi” diyebiliyor Cuaron.

Gravity = Anti-2001: A Space Odyssey

Gravity, insanoğlunun keşif tutkusuyla çıktığı uzayda bir hayatta kalma mücadelesini konu edindiğinden uzayın sonsuzluğuyla ilgilenmiyor. Bu da minimal bir kullanım demek oluyor. 2001: A Space Odyssey’in uzay boşluğunda salınan ve yalnız kalan karakterlerinden ilham alan ve etkilendiği açıkça gözlenen Cuaron, gerçekçilikten yana olduğu için yola 2001: A Space Odyssey ile çıkıp hemen yön değiştiriyor. Felsefeyle, inançla, tanrı veya onun yerine koyabileceğimiz bir varlık hatta farklı bir türle hiç ilgilenmiyor. Sözün özü 2001’de ne varsa tam tersini yapıyor ama Dr. Ryan’a cenin pozisyonu aldırarak 2001’in yıldız çocuğuna dolayısıyla da filme saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmiyor. 

Esasen Cuaron’un seçtiği yol, onu ana akım bir bilimkurguya, bir Hollywood prodüksiyonu ulaştırmış. Büyük bir fırsatı tepmiş, yeni bir 2001: A Space Odyssey yaratmak varken -en azından denemek- yeni bir Apollo 13 yapmayı tercih etmiş Cuaron. Ama gelin görün ki, bu kaçırılan fırsat dahi Gravity’nin bir başyapıt olmasına mani olamamış. Gravity, kendi alanının uzayda hayat mücadelesi, kurtarma operasyonu gibi filmlerin en iyi örneği olmayı başarmış.

Karakter derinliği üzerine... 

Karakter yaratma konusunda Cuaron elinden geleni yapmış. Sandra Bullock’un hayat verdiği Dr. Ryan Stone karakteri klasik bir bilim insanı. Tanrıya inanmayan inançsız biri olarak çiziliyor. Bilimkurgularda eğer inançsız bir ana karakter varsa filmin sonunda bir din-bilim çatışması kaçınılmaz hale gelir. Bir klişe de diyebiliriz bu durum için ama Cuaron, o yola hiç girmeyerek doğru yapmış. Matt Kowalski’nin tecrübesi ve uzay boşluğundaki rahatlığıyla Dr. Ryan’ın çaresizce çırpınışı iki karakterin birbirlerini tamamlamaları açısından iyi düşünülmüş bir detay. Karakterler daha derinlemesine ele alınabilirdi muhakkak ama gerilim bu kadar ön plana çekilmişken daha fazlasını beklememek gerekiyor. Dramatik yapıyı zedeleyen bir durum olduğunu düşünmüyorum açıkçası.

Gümüş Çağa Altın Film: “Gravity”

Bilimkurgu sinemasının altın çağını geride bırakalı çok oldu. Son dönemdeki üretim bolluğunu ve nitelik olarak yakalanan ivmeyi ancak bir gümüş çağ olarak değerlendirebiliriz. Gravity’nin bu noktada bilimkurgu sinemasının gümüş çağındaki altın filmlerden biri olduğunu söylememiz gerek. İnception’ın yaratıcılığı, Avatar’ın görkemi varsa Gravity’nin de nefes kesen gerilimi var. Cuaron’un filmi 2000’li yıllar bilimkurgu sinemasında pek çok taşı yerinden oynatacak yetkinlikte. 3D teknolojisindeki kusursuzluğu, görselliği ve müzikleriyle unutulmayacak bir yolculuk Gravity…

Son söz: Bilimkurgu sinemasının ikinci altın çağına bir adım daha yaklaştık diyebiliriz 9.5\10

8 Ekim 2013

Sinemasal Serzenişler


Gerçekçilik takıntısı üzerine

Bir tiyatro oyuncusuyla yaptığımız sinema sohbetinde konu Reha Erdem’e geldiğinde Kosmos’u en iyi işi olarak bulduğumu söylediğimde, arkadaş mistik olmasını öne sürerek burun kıvırmıştı. Öncelikle sinemayı gerçekçi filmlerden ibaret sananları hiçbir zaman anlayamadığımı söyleyerek başlayayım. Nedir bu takıntı? Kosmos’a gelirsek, Türk sinemasının en önemli eksiği zaten gerçek dışı olanı gerçekçi gözlemlerle aktaramamak ya da fantastik ve mistik oluşlardan inandırıcı filmler çıkaramak değil mi? Kosmos, bu anlamda Türk sinemasına eşik atlatmış birkaç filmden biri. Elbette sinemanın gerçeği yakalayabilmesi, yansıtabilmesi ve bizim kendimizden – yaşadıklarımızdan kesitler görebilmemiz oldukça mühim. Ancak, hayal gücünden beslenen ve yeni ufuklar açan sinemaya dar bir pencereden bakmak hiç doğru değil.

Sinemanın ‘Güneş’i Oscar mı?

Gelelim Oscarlara… Bir benzetme ile nokta atışı yapmayı deneyeceğim. Astronomi biliminin emeklediği çağlarda Güneş’in Dünya etrafında döndüğü yanılgısını hepimiz biliriz. Gördüğüm kadarıyla yeni nesil sinemaseverlerde benzer bir algı Oscarlar için mevcut. Sinema, Oscar etrafında dönmüyor ve Oscarlardan ibaret değil. O heyecanı yaşamak güzel ama gerektiği kadar değer vermeli. Sadece Oscar sezonu ortaya çıkıp, sohbetlere iştirak eden arkadaşlar ya da her sohbeti Oscar’a bağlayan arkadaşlar sinemanın güneşi Oscar değil!

Entelektüel ya da marjinal görünme çabası ne demek arkadaşım!

Özellikle film listelerinde karşılaştığımız vahim bir durum. “Sinema Tarihinin En İyi 10 Filmi” listeme bakıp entelektüel kaygı taşımakla ya da En İyi 5 Coen filmi listemde The Man Who Wasn’t There’i ilk sıraya koyduğum için marjinal görünmeye çalışmakla suçlanıyoruz. Öyle bir şey olabilir mi?  Kendileri abuk sabuk filmlere başyapıt derken bir şey yok, biz yapınca marjinal oluyoruz. Çok matah bir şey mi sanki marjinal olmak! Ucuz yorumlar bunlar arkadaşım.

"Türkiye Sineması" mı, o da ne?

Efendim, ülke sinemaları iki şekilde ifade edilir. Bunlardan biri ülke adını başa koyarak, diğeri ise o ülkede yaşayan ulusun adıyla... Biz, Türk sineması diyoruz. İspanyol sineması, Fransız sineması, Amerikan Sineması gibi pek çok örnek var. Bununla birlikte Danimarka sineması, Arjantin sineması, İran sineması gibi ülke adıyla ifade edilen ülkeler de hiç az değil. Önemli nokta o ayrımın neden ve nasıl yapıldığı. Kendi dilimiz açısından değerlendirdiğimde Türkiye sineması şeklinde söylediğimizde kulağa bir garip geliyor. Madalyonun öteki yüzüne bakarsak "Türkiye sineması"nı kullanan arkadaşlara da hak veririz. Türk sineması dendiğinde etnik bir ayrımcılık yapıldığını düşünüyor olabilirler. O sebeple de ülkenin tamamını içine alan Türkiye'nin Türk'e tercih edildiğini düşünüyorum. Elbette kullanan arkadaşlar azınlıkta, hep de öyle kalacak. Ben de asla "Türkiye sineması"nı kullanmayacağım. Hiç bir art niyet taşımadan...


6 Ekim 2013

Suçlu Zevkler - #2 Jason X


1980'de Sean Cunningham tarafından Friday the 13th adıyla çekilen ilk filmi 30 yıl içerisinde Jason'ın Freddy Krueger'la karşı karşıya geldiği macerayı ve ilk filmin yeniden çevrimini de sayarsak 15 gibi uçuk bir rakama ulaşıyoruz. Jason Voorhoos'un en tuhaf macerası hiç şüphe yok ki Jason X'tir. 2001 yapımı film türsel anlamda önemini yadsıyamayacağız bir iş. Korku ve bilimkurgu birbiriyle uyum sağlayan ve iki türe de zaman zaman taze soluk getiren bir birliktelik meydana getiriyor. Elbette bu cümleyi Jason X için kullanamıyoruz.

Hikaye

Jason X'in kağıt üzerinde oldukça iyi duran hikayesini özetlemek gerekirse; Jason, yakın bir gelecekte sonunda yakayı ele verir. 200 kişinin katili olması onu idama götürür. Ne var ki, Jason ne kadar idam edilirse edilsin öldürülemez. Onu yok edemeyince dondurmaya karar verirler. 400 yıl sonra insanoğlunun dünyayı terk ettiği bir zamanda, bir grup bilimadamı keşif göreviyle gezegenimize gelir ve onu bulup uzay gemilerine alır. Olaylar gelişir.. Bundan sonrasını tahmin etmek hiç zor değil ancak nasıl bir sona ulaşacağız sorusu merakımızı ayakta tutmayı sağlıyor.

Yorum

"Jason X öyle bir film ki.. " böyle bir cümle yüksek ihtimal yığınla övgü düzeceğimiz bir şekilde devam ederdi. Ama bu kez değil. Vasat olan film, tuhaflığı ve absürtlüğüyle akıllara kazınan bir çalışma. Friday the 13th serisi zaten ilk filmden sonra yokuş aşağı gitti. Jason X, hikayeyi geleceğe taşıyarak bir farklılık yakalamaya çalışsa da kısır döngüyü kıramıyor. Yine de kült bir korku figürünün bilimkurgu sinemasına transfer edilmesi eğlenceli bir seyir vaadini yerine getiriyor. En azından benim için öyle oldu. Bu sebeple suçlu zevklerim arasına alıyorum Jason X'i.

Korku sinemasının en önemli figürlerinden birini başka bir türe, özellikle de bilimkurguya adapte etme girişimi anlaşılabilir bir durum. Ancak, söz konusu kıyamet sonrasını fon alıp uzaya açılan bir bilimkurgu olunca, sinema tarihinin en absürt işlerinden birine dönüşüyor Jason X. Hemen hemen tamamı uzay gemisinde geçen film, bir bakıma 13. Cuma filmlerinden pek farklı değil. Jason, öldürmeye başladığında ardı arkası gelmiyor. Farklı olan durum Jason'ın öldürülmeye çalışılması. Jason'ın dişi bir robotla girdiği mücadele mi dersiniz, Jason'ın bir tür terminatöre dönüşmesi mi dersiniz filme aklınıza gelmeyecek birçok garip fikir boca edilmiş. Sonuç elbette ki hüsran, fakat ilk film sonrasında yapılan onca devam filmi arasında en iyisi diyebiliriz. 5.5/10

4 Ekim 2013

Under the Skin Fragman


Under the Skin (Derinin Altında), Türkiye'deki ilk gösterimini 13 Şubat'ta başlayacak !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali'nde gerçekleştirecek

2000 tarihli bir bilimkurgu romanından aynı adla uyarlanan Under the Skin'de insan formuna girmiş bir uzaylının otostop çekerek erkekleri bir bir avlaması konu ediliyor. Scarlett Johansson'un tüm seksapalitesini kullanarak avlanan uzaylı kompozisyonu filmin merak katsayısını da yukarı çekiyor. Çeşitli festivallerde gösterilen film iyi eleştiriler aldı. Bizde ne zaman gösterime girecek bilmiyoruz.

                   

2 Ekim 2013

Avatar'ın İzinde: "After Earth"


Hint asıllı genç yönetmen M. Night Shyamalan, kariyeri sallantıda olan ama kendisinden henüz tamamıyla umudumuzu kesmediğimiz yetenekli bir yönetmen. The Sixth Sens'le yaptığı çıkışın tesadüf olmadığını Unbreakable, Sings ve The Village ile gösterdi. Bu filmlerinden ardından Lady ın the Water, The Happening ve son olarak da tür değiştirip fantastik bir çocuk filmine yöneldiği The Last Airbender, Shyamalan'ın deyim yerindeyse kariyerinde dibe vurduğu film oldu. Yaratıcılığını sorgulamaya başladığımız Shyamalan, yepyeni bir filmle geri döndü.

Günümüzden 1000 yıl sonrasına taşınan hikaye bir baba ve oğlunun terk edilmiş dünyamızdaki yaşam savaşı etrafında dönüyor. İnsanoğlunun yaşanmaz hale getirdiği dünya tasviri bugün küresel ısınma, çevre kirliliği, artan nüfus ve yerleşme ihtiyacı sebebiyle doğal yaşam alanlarının yok edilmesi ve teknolojinin yol açtığı-açabileceği felaketler gibi güncel olaylar ışığında bir kıyamet senaryosunu beyazperdeye taşıyor. Bilimkurgu sinemasının son dönemde en çok ürün verdiği alanlardan post apokaliptik bilimkurguların ilginç bir örneğine dönüşen After Earth, filmin kendisinden çok yönetmen Shyamalan’ın kariyeri açısından büyük önem arz ediyordu.


Avatar sonrasında tam da beklediğimiz bir film aslında After Earth. Avatar’daki insanın yabancısı olduğu gezegeni keşfetme, oraya ayak uydurma ve hayatta kalma savaşını, kendi dünyamıza çevirerek uygulamış. Ayrıca ekolojik dengenin bozulması ve insanoğlunun kendi gezegeni de dahil olmak üzere nerde yaşarsa yaşasın ordaki doğal hayata uyum sağlamak şöyle dursun, dünyasını bir yok etme sürecine götüreceği özeleştirisi iki filmin ortak paydası diyebiliriz. Vahşi hayvanlarla girişilen mücadele de iki filmi birbirine bağlıyor. Avatar'da insanların Navi bedenine bağlanıp, "Avatar"ı ile hareket etme düşüncesi de After Earth'ü etkilemiş. Baba Jack, oğlunun gözü kulağı, bir nevi Avatar'ı oluyor.  Çıkış noktaları oldukça farklı olmasına ve alt tür olarak uzak olmalarına rağmen After Earth’ün atası olarak daima Avatar’ı göstereceğiz. Post apokaliptik bilimkurgular içerisinde ise After Earth ile animasyon şaheseri Wall-e arasında bir göbek bağı var.

Filme dönersek, ilk 20 dakikalık bölüm baba-oğul arasındaki ilişkiyi gözlemlememiz, karakterlerimizi ve insanlığın yeni dünyası Nova Prime’ı tanımamız açısından gerekli ama filmin de en tatsız bölümü olmuş. Vahşi doğada ergenliğe yeni adım atmış bir çocuğun adam olma hikayesi ve tehlikelerle dolu yolculuğu düzgün sayılabilecek bir anlatımla filmi sürüklüyor. Shyamalan yaklaşık 10 yıl sonra derli toplu bir film çekmeyi başarmış ancak oyuncu seçiminin kurbanı olmuş. Hikayenin de sahibi olan Will Smith ve oğlu, iyi oynamadıkları gibi oldukça iticiler. Bu durum filmi aşağıya çekmiş. Gişe başarısızlığı, seyirci ve eleştirmen yorumları da bunu kanıtlıyor.

Özellikle dünyamızın insanın yaratılışından önceki -hayvanlara ait olduğu- döneme geri dönmesi ve insanın kendi dünyasına yabancılaşması durumu düşünce olarak gayet iyi ama derinlemesine işlenmediği ve üzerine gidilen noktalar olmadığından filmin hanesine bir artı olarak yansımamış. 

Son söz: M. Night Shyamalan,  beni tekrar iyi film yapabileceğine inandırdı. 6.2

1 Ekim 2013

86. Akademi Ödüllerinin Muhtemel Favorilerinden " The Butler"


Beyaz Saray'daki uzun görev süresi boyunca 8 Amerikan başkanı gören bir kahyanın hikayesi...

Neden favorilerden derseniz; Akademinin sevdiği tarzda bir biyografi olması, Amerika'nın yakın tarihine ışık tutup bir başkanlar geçidi olması ve son olarak da gişede elde ettiği başarı bolca adaylık alacağının işareti derim. Aksi sürpriz olur.