29 Kasım 2013

Yenilikçi Vampir Filmi: "Byzantium"


Interview with the Vampire (Vampirle Görüşme) gibi bir vampir filmi çekmiş usta yönetmen Neil Jordan’ın uzunca bir aradan sonra korku sinemasının eskimeyen alt türüne dönüş filmi Byzantium (Bir Vampir Hikayesi), 2000’li yıllarda değişim geçiren vampir filmlerine ayak uyduruyor. Jordan, 200 yıldır birbirlerin tutunarak, saklanarak ve sürekli yer değiştirerek varolma savaşı veren anne-kız vampirlerin hikayesiyle alt türe taze kan aşılayan önemli bir eserle çıkageliyor.

Neil Jordon’ın filmi esasen Twillight’ın romantik vampir filmi denemesiyle açtığı yolu takip ediyor. Ancak hikâyeyi romantizm odaklı kurmak gibi bir gayesi olmadığından, yani dozunda kullandığı romantizmle Twillight ile olan ilişkisini minimumda tutarak, yönünü Let the Right One In’e çeviriyor. Bunun anlamı Byzantium'un dramatik yapısıyla da dikkat çeken bir vampir filmi olmaya çalışması diyebiliriz. Hayata farklı pencerelerden bakan anne-kızın ilişkisiyle dramatik altyapısını çok sağlam olmasa da en azından düzgün bir biçimde kurabilen Byzantium'da aşk hikayesi filmin ikinci yarısından itibaren devreye sokuluyor ve vampir anne-kızımızı bir kırılma noktasına doğru götürüyor. Genel olarak ise Jordan’ın zaman zaman Vampirle Görüşme tadı veren bir iş çıkarttığını düşünüyorum. Bu benzetmenin ana sebebi ise iki filmin de günümüzde açılıp, vampir karakterlerimizden birinin hikayesini anlatmaya başlamasıyla geçmişe yürümesi. Byzantium özellikle geçmişle bugün arasında git gelli bir yapı kuruyor. Burada geçmişin işlevi vampirliğin kökenini-kaynağı aydınlatmak olarak karşımıza çıkıyor.

Peki, Byzantium ne yapıyor da türe taze kan aşılıyor ona bakalım. Öncelikle filmin hali hazırdaki vampir mitolojisini kullanmak yerine kendi yarattığı mitolojiyi kullanması en önemli ayrıntı. Bu mitolojiye göre de vampir olabilmenin altın kuralı değiştirilmiş. -Spoiler olmaması için detayına girmeyelim- Filmi izlemeden önce yapmanız gereken şey vampirlere dair bildiklerinizi -ölümsüz olmaları, kanla beslenmeleri ve birkaç küçük ayrıntı dışında- unutmak olacaktır. Gün ışığına çıkamayan, soluk benizli, soğuk tenli, uzun dişli, kazıkla öldürülebilen, kutsal sudan ve sarımsaktan hazzetmeyen ve son olarak kanını emdiği kişiyi de bir vampire dönüştüren vampirlere sırtını dönebilen bir film Byzantium. Vampirliğin kökenine yönelik getirilen yeni yorum ise kuşkusuz ki, vampir külliyatı içinde çığır açabilecek bir çabanın ürünü. Ancak Neil Jordan, tüm yenilikçi fikirlerine rağmen Byzantium'u unutulmaz bir filmle dönüştürmeyi başaramamış. Fantezi ve korku unsurlarının yerini büyük oranda gerçekçi betimlemelere bırakması sorun yaratmasa da filmin düşük temposu Byzantium'un en büyük eksisi olmuş.

Son söz: Yeni bir Vampir tanımıyla karşımıza çıkan Byzantium, kusurlarına rağmen türü sevenleri tatmin edebilecek yetkinlikte bir eser. 7\10

26 Kasım 2013

Romantik Film Önerileri


İlk yıllarından bugüne hangi türde olursa olsun sinemada değişmeyen bir şey varsa o da ‘aşk’ temasıdır. Sinemanın klasik döneminde daha naif aşk öyküleri izlerken bugün aşkın da değişen zamana ayak uydurduğunu görmekteyiz. Temel olarak romantik ve romantik komedi olarak ikiye ayırabileceğimiz duygusal filmler, daha çok kadınlara hitap etse de biz erkekler için de önemi yadsınamaz. romantik başlığında değerlendirdiklerimiz hüzünlü aşk öyküleridir ve çoğunlukla mutsuz sonlara ulaşırlarken, romantik komediler, sevgililerin çeşitli aksiliklere rağmen sonunda kavuştuğu kendini iyi hisset filmleridir. Sinemada aşkın merkezde olduğu hikayeler, ister komedi ister drama olsun belli formülleri kullanır. Bu formülleri harfiyen uygulayan filmlerle, hikaye ve anlatım bakımından belli ölçülerde klişelerin dışına çıkabilen özgün örneklerden bir seçki hazırladım.

Klaket Aktuel Dergisi için hazırladığım dosyadan alıntıdır.

Romeo + Juliet



Willia Shakespeare’in destansı aşk hikayesi Romeo ve Juliet, Baz Lurhman yönetmenliğinde modern bir anlatıyla karşımıza çıkmıştı. Birbirlerine düşman iki ailenin çocukları olan Romeo ve Juliet’in trajik bir sonla biten aşklarını bilmeyen yoktur. Aşk ölümü bile göze alabilmektir söylemiyle imkansız aşk temasının altının çizildiği bu klasik eserin modern bir yorumu olan 1996 tarihli Romeo + Juliet uyarlaması, hikayeyi günümüze taşıyor. Florida’da geçen hikayede kılıçlar yerini silahlara bırakıyor. Lurhman’ın filmi temel olarak aynı hikayeyi anlattığından zamanın değişmesi fark etmiyor. Shakespeare’in metnine sadık kalarak teatral tadı muhafaza eden Lurhman, etkileyici bir aşk filmi çekmeyi başarmış. Başrollerde Leonardo Di Caprio ve Claire Danes var.

(500) Days of Summer


Aynı şirkette çalıştığı Summer’a aşık olan Tom’un 500 günlük aşk hikayesi olarak özetleyebileceğimiz filmde, Tom sevdiği kız Summer’a açılamamaktadır. Bunu başardığında ise başka bir gerçekle yüzleşir: Summer, Tom’la romantik bir ilişki yaşamak istememektedir. (500) Days of Summer, romantik komedilere yenilik getirme düşüncesinin bir ürünü. Yönetmen Marc Webb, Tom ve Summer’ın 500 gün süren ilişkilerini alıyor ve düz hikaye akışı yerine zamanda ileri-geri giderek farklı bir izlek tutturuyor. Filmin başında “bu bir aşk hikayesi değil, bir tanışma hikayesidir” uyarsıyla seyircinin beklentisiyle oynanıyor ve aşka farkı cepheden bakan iki insanın ilişkisi komediye hizmet edecek biçimde aktarılıyor.  İzlerken kendinizden bir şeyler bulacaksınız.

Jeux D’enfants


Julian ve Sophie, okul yıllarından tanışan iki arkadaştır. Sophie kökeni nedeniyle sınıfta ırkçı tacizlere maruz kalırken, Julian’ın kanser olan annesi ve sorunlu babasıyla yaşadığı sıkıntılar onları yakın arkadaş yapar. Çocukların cesaret üzerine kurulu oyunları, zamanla birbirlerine cesaret aşılamalarını sağlayan bir yaşam biçimine dönüşür. Büyüyüp serpildiklerinde aşık olan çiftin, aşkın da etkisiyle cesaret oyunları tehlikeli bir hal alacaktır. Biçimsel olarak Amelie’ye benzeyen Cesaretin Var mı Aşka?, dijital efektleriyle ve rengarenk hayal alemiyle kafamızdaki romantik film imajının dışına çıkabilen ve şöhretinin hakkını verebilen bir film. Kimi zaman gülecek kimi zaman hüzünlenecek ama mutlaka romantizmi hissedeceksiniz.

The Wedding Singer


Robbie Hart, şarkı sözü yazarı olma hayaliyle yaşayan ve küçük bir yerde düğün şarkıcısı olarak çalışmaktadır. Düğün günü terk edilen Robbie, bunalıma girer. Bir gün düğünlerde garsonluk yapan Julia ile tanışır ve arkadaş olurlar. Evlenmek üzere olan Julia’nın Robbie’den yardım istemesiyle bu arkadaşlık aşka dönüşecektir. 80’li yılları fon alan The Wedding Singer, “How Soon is Now”, “You Spin Me Round” gibi dönemin hit olmuş şarkılarıyla nostaljik bir tat bırakırken, özellikle düğün şarkıcısı rolüyle Adam Sandler’ın performansı filmin eğlence kat sayısını artırıyor. Basit bir hikayesi olan film, sevimli ve bir hayli romantik finaliyle türü sevenleri tatmin edecektir. The Wedding Singer, bir kendini iyi hisset filmi.

Blue Valentine


Dean, aşık olduğu Cindy ile evlenir ve kısa süre sonra kızları olur. Başlangıçta her şey güzel gitse de zaman bu ilişkiyi bir hayli yıpratacaktır. Çiftimiz de evliliklerini kurtarma umuduyla bir otelde tek gecelik bir kaçamak yapacaktır. Blue Valentine’de Dean ve Cindy’nin sorunlarla boğuştuğu bugününü ve tanıştıkları ilk andan evliliklerine kadar olan süreci birbirine paralel olarak izliyoruz. Film kısaca, sınıfsal farklılıkları olan kadın ve erkeği bir araya getiriyor, aşık ediyor fakat hayatın gerçek yüzünü göstermekten de geri durmuyor. Genel hatlarıyla bir ilişkinin tüm safhaları gerçekçi bir betimlemeyle ve usta işi bir sinema diliyle anlatılıyor. Ryan Gosling ve Michelle Williams, karakterlerinin dünü ve bugünü arasındaki ruhsal ve fiziksel değişimi inandırıcı performanslarla süslediği Blue Valentine hüzünlü bir romantik film.

Addicted to Love


Sam ve Maggie, eski sevgililerinin romantik bir ilişkiye başlaması üzerine intikam almak için birlik olur. Sam, kız arkadaşını geri istemektedir, Maggie’nin dileği de aynıdır. Ve bu birlikteliği bozmak için ellerinden geleni yapacaklar ama hayat onlara başka bir sürpriz hazırlayacaktır. Sam ve Maggie’nin eski sevgililerinin evlerine girip, onların kıyafetlerini giymeleriyle kendilerini aşkın sıcaklığına bırakırlar. Biz de filmin en unutulmaz sahnelerini izleriz böylece. Yönetmen Griffin Dune, bu dörtlü aşk öyküsüne mizahı öne çıkararak yaklaşmış ancak hünerli ellerden çıkma senaryo, Meg Ryan ve Matthew Broderick’in inanılmaz uyumuyla birleşip, aşkı, aşık olmanın büyüsünü seyirciye geçiriyor. 90’lı yılların en keyifli romantik komedilerinden olan Addicted to Love’ı  tüm romantiklere öneriyorum.

Love Story


Köklü ve zengin bir aileden gelen Oliver, bir gün işçi sınıfından Jennifer’a aşık olur. Gençler evlenmeye karar verir ancak Oliver’ın babası bu evliliği onaylamaz. Baba, oğlunu mirasından mahrum bırakmakla tehdit eder. Her şeyi göze alan çift evlenir ama Oliver’ın okulu Harvard’a devam edebilmesi için farklı işlerde çalışması gerekmektedir. Bu aşkın önündeki engeller bitmeyecektir. “Aşk, sonradan üzgün ve pişman olduğunu asla söylememektir” sloganıyla gösterime giren bu klasik, romantik filmlerin en bilinen örneklerinden. Aşkı en yalın haliyle anlatmak gibi bir çabası olan Love Story, bugün hala aynı etkiyi bırakıyor. Günümüzün hızlı tüketilen aşklarına inatla tüm zorluklara göğüs geren Oliver’la Jennifer’ın tutkulu aşkı filmin tamamında yoğun biçimde hissedilmekte. 


22 Kasım 2013

Castello Cavalcanti

Wes Anderson'ın Grand Budapest Hotel’ini beklerken seyretmekten zevk aldığım bu kısa film, Prada'nın reklam filmi gibi gözükse de aslında Wes Anderson'ın filmlerinde izlediğim o atmosferi ve rengi yansıtmakta geç kalmıyor. Prada geçen sene Roman Polanski ile başlattıkları "Terapi"den sonra yeni kısa filmlerine de Wes Anderson ile devam ediyorlar. Wes Anderson'ın Prada ile bir reklam filmi daha var. İlgilenenler araştırabilir. O kısanın tadı da ayrı. Tabii ben ilginizi "Castello Cavalcanti"ye çekmek istiyorum.

Burç Karabulut yazdı

1955 yılında Castello Cavalcanti adlı bir kasabadayız. Yarış arabaları kasaban geçiyor. Kasabalılar bu duruma alışkın olduklarını verdikleri destekle gösteriyorlar. Onlar için kesinlikle rutin bir durum. Bir kısa filmin olmazsa olmazı rutini kendine has üslubuyla tek bir kareyle vermeyi başarıyor Wes. Jed Cavalcanti yani kaza yapan yarışçı, kafede oturan ahali tarafından hemen bağırlarına basılıyor. Telefon edip haber vermek durumunda olan Jed, aslında kendi ailesinin ve atalarının olduğu bir kasabada buluyor kendini.

Fellini hayranı olduğunu bildiğimiz Wes, Fellini'nin "Dolce Vita"sında kullandığı İsa heykelinden, Amarcord'da kullandığı yarış arabasına referans veriyor. Bir saygı duruşunda bulunuyor. Wes Anderson, Fellini'yi onurlandırıyor. Steve Zissou'nun hayatını Felli'nin ülkesinin Cinecitta’sında çeken bir yönetmenden daha azı beklenemezdi.

Filmde, İtalyanlılık kimliğini vurgulamak için spaghetti, İtalyan misafirperverliği, aile değerlerine vurgu yapmak için ata ve İsa heykeli, örgü ören teyze gibi birçok öğeye yer veren Wes, zaten artık tanıdığımız Jason Schwartzman'ın komik performansıyla birleşiyor.

Jed'in (Jason Schwartzmann) kaza yaptıktan sonra girdiği kafede bulduğu İtalyan olma bilinci de gülmenin dozunu artırıyor. Ayrıca kasada oturan dilber ünlü italyan film aktrisi Sofia Loren imajını da seyirciyle paylaşıyor. Homage yani Fellini'ye saygı, Wes'in auteurliğini açık eden renkli karakterleri ve kamera arkasındaki Darius Khondji'nin yaptığı işle müthiş kotarılmış bir kısa film.

Renkli mizansene de ayrı bir bakış atmadan yazıyı sonlandırmadan olmaz. Sarının ağır bastığı bir tonla özellikle Jed'in telefonu kullandığı sahnede kırmızı ve sarının bolca kullanıldığı adeta Formula 1 arabalarının dizaynına benzeyen bir dizayn yapıldığı görünüyor. Sarı perdelere eşlik eden yeşil mobilyalar da cabası.

Prada mı Wes'i seçti, yoksa Wes mi Prada'yı seçti bilinmez ama günümüzün rüya işçilerini kamera arkasında klas bir markayla görmek sinema sanatının takdir görmesi demektir. Tabii ki artı olarak Wes Anderson'ın hayran kitlesini ve onun sanatını öne taşıdığı da bir gerçek. Yine de elimizde eli yüzü düzgün bir auteur Wes filmi niteliğinde bir kısa film var. Benim gibi hayranları için yazmadan geçemezdim.



20 Kasım 2013

Elysium


İlk uzun metrajı District 9 ile 2000’ler bilimkurgu sinemasına iz bırakacak bir eser bırakan Neill Blomkamp, yoluna bilimkurguyla devam ediyor. Blomkamp, District 9’un beklenmedik başarısı sonrasında ister istemez ana akım bilimkurguya kaymış ve daha büyük bir bütçe ve Matt Daman, Jodie Foster gibi iki yıldızla yapımcılarını memnun edecek bir işe imza atmış Elysium’da. Tabi yalnız yapımcıları değil.. Genel kitleyi ve benim gibi has bilimkurgu tutkunlarını da arkasına alabilecek bir film çıkarmayı başarmış.

Elysium; 70’li yıllardan Zardoz, 80’lerden Robocop, 90’lardan ise The Matrix’ten aldığı temalar ve fikirlerle bir alt tür melezi yaratıyor.

Zardoz’dan Elysium’a uzanan tematik bir yolculuk 

70’li yılların pek kıymeti bilinmemiş bilimkurgularından Zardoz’a bugün geri dönüp baktığımızda bilimkurgu sinemasına yeni temalar açması bakımından kritik bir noktada durduğunu görürüz. Refah içinde yaşayan üst sınıfın alt sınıfı izole ettiği, sömürdüğü ve kendi sahte cennetlerinde mutlu bir hayat sürdükleri sınıflara ayrılmış dünya tasvirinin bilimkurgu sinemasındaki ilk örneklerinden Zardoz, bu tema etrafında şekillenecek bilimkurguların da atası konumundadır. 2000’li yıllarda In Time ve Upside Down gibi filmlerle bahsettiğimiz sınıfsal farklılıkları işleyen bilimkurgular ilginç ve orijinal fikirlerle tazelenme sürecine girmişken, Elysium uzaya açılma ve dünyanın baskıcı bir rejimle dışardan yönetilen bir tür hapishaneye dönüşmesi gibi fikirler üretip daha klasik bir hikâyeyle karşımıza çıkıyor. Zardoz-Elysium benzetmesi filmler arasındaki uçurum nedeniyle belki garip gelebilir ama bir zorunluluk. Elysium’da ana karakterimiz Max’in yaşanmaz bir hal alan kendi dünyasından kopup, zenginlik dışında başka bir ayrıcalığı olmayan insanların yarattığı sahte cennete gidip yerleşik düzeni yıkması, Zardoz’da Zed’in yaptığından pek de farklı değil.


Robocop ve The Matrix etkileşimi 

Max’in içine düştüğü durum, Robocop’ın Alex Murphy’sinden hiç farklı değil. Alex, öldürüldükten sonra vücuduna eklenen makinelerle yarı insan yarı makine bir bedende yeniden doğuyor ve görevine devam ediyordu. Max’in ise hedefine ulaşabilmesi, görevini başarabilmesi için daha basit bir makineyle bütünleşmesi gerekiyor. Burada devreye The Matrix’in yeniden doğum sonrasında kablolarla sanal dünyada yaşam alanı bulabilen karakterleri giriyor. Max ve Neo’nun insanlığın kurtuluşu için verdikleri mücadele de eşleştirilebilir.

Hikâye tanıdık, şablon da…

Küresel ısınma, ozon tabakasında açılan delik, ekolojik dengenin bozulması gibi güncel olaylar 2000’li yılların bilimkurgularını derinden etkiledi. Dünyamızın yaşanmaz bir hale geldiği ve insanların başka dünyalar bularak yurtlarını terk ettiği Wall-e ve After Earth gibi post apokaliptik bilimkurgularla akrabalık kuran Elysium’da, nüfus artışı ve kirlilik sebebiyle harabeye dönen dünyadan ancak zenginler kaçabiliyor. Elysium’un asıl tanıdık kısmı ise Max’in daha çocukken bir kurtarıcıya dönüşeceğinin belli olması ve filmin tahmin edilebilir bir sona yürümesi.


Neill Blomkamp District 9'dan kopamamış

Elysium, hem biçim hem de içerik olarak District 9’u andırıyor. District 9’da uzaylıları göçmen konumuna düşüren Blomkamp, burada da herhangi bir dünya vatandaşını uzaydaki yeni cennete girmeye çalışırken aynı duruma sokuyor. İki film görsel olarak da birbirine oldukça yakın duruyor. Distrixt 9’un Afrika’sıyla Elysium’un dünyası görsel olarak birbirinden pek farklı değil. Ayrıca District 9’un uzaylılarıyla Elysium’un robotları tasarım anlamında bir benzerli taşıyor. Ana karakterlerimizin geçirdiği fiziksel değişimi de unutmamak gerekiyor. District 9’un belgeselci üslubu ve taze fikirleriyle Elysium’un Hollywood bilimkurgusunun dışına çıkamaması iki film arasında keskin bir ayrım yapmamızı da sağlıyor.

Son söz: Düşünsel anlamdaki kimi yanlışlarına rağmen, Neill Blomkamp’ın iyi yönetmenliği ve yükselen temposuyla seyirciyi yakalamayı başarabilen bir bilimkurgu olmuş Elysium. 7.3\10


17 Kasım 2013

Neighbours

80’li yıllarda yapılan araştırmalara göre en çok izlenen bu kısa animasyon, Norman Mclaren’a ait olup kısaca iki adamın bir çiçek uğruna birbirleriyle kavga etmesine dayanır. Aslında görünenden çok daha fazlası vardır filmde. Norman’ın hayatına kısa bir bakış atarak bu filmin kökenine inmek doğru olacaktır.

Burç Karabulut yazdı

Aslen Kanadalı olan Norman, filmi yapmadan önce kısa bir süre Çin’de kalmış. O zamanda ise Çin Mao tarafından yönetilmektedir. Devrimin henüz başlarına tanık olmasına karşın Norman, bu durumdan çok etkilenir ve savaş üstüne bu kısa filmi yapmaya kendini teşvik eder. Bunun üzerine Montreal’deki Ulusal Kanada Film Daire’sinde çalışmaya başlar. Bu filmi yaptıktan sonra filmdeki sahnelerden birini çıkarması istenir. Bu sahne ise; iki adamdan da birinin ailelerini öldürmesidir. Bu yüzden film, Avrupalı ve Amerikan seyircilerine gösterilebilmesi için değiştirilmiştir. Tabii bu durum Vietnam Savaşı’nın başlamasıyla tamamen değişecektir. Çıkartılan sahneler yerine konulacaktır.

Hem kısa film hem animasyon

Norman, animasyon filmi için pixilation yöntemini kullanmıştır. Bu yöntem; gerçek hayatta var olan insanların bir animasyon malzemesi gibi kullanılmasıdır. İlk kez Grant Munro adlı bir animasyon kısası Pixilation ile popürleştirilmiştir. Film genelinde hızlı fotoğraflama tekniği ile stop frame uygulamalarının birleşmesiyle oluşturulmuştur. Mesela bir sahnede gerçek aktörlerin havada kalmış gibi görünmesi; oyuncuların öne zıplayıp aynı anda bel yukarılarının fotoğranlanması şeklinde yaratılmıştır. Bu öncülüğüne rağmen Neighbours bugün herhangi bir animasyon filmine kıyasla animasyon değil sadece kısa film adını alır.

Çiçek bir ganimet adeta!

Filmin çıkış yerinin ve motivasyonun bir savaş karşıtı film yapmak olduğunu yukarda söylemiştim. İlk sahneden itibaren özellikle okunan gazeteler yoluyla savaş ve barış kelimeleri gözümüze ilk sahnede görünüyor. Film, sert bir söylem yerine sembolizasyon seçiyor. Bir çiçeğin paylaşılamaması üzerine odaklanıyor. İki komşunun da dikkatini çeken, hatta arzu nesnesi haline gelip filmdeki kargaşanın da nedeni olan sadece bir çiçek… O çiçek üzerinde anlaşamayan iki komşu birbirlerine giriyor. Çiçeğin sembol olarak iktidarı temsil ettiği iki komşunun da eğer iki taraf olarak belirlesek topraklarına katmak istediği bir ganimet halini alıyor.

Karakterlerimiz komşuluklarını, arkadaşlarını ve insanlıklarını yitirip birer yok etme makinesi haline dönüşünce ortada ne çiçek, ne toprak ve ne yaşam kalıyor. Yüzlerindeki mimiklerden insanlıklarını yitirdiklerini rahatlıkla anlıyoruz. Belki de burada bir hiç uğruna ne savaşlar çıkıyor mesajıyla da finali getirmek mümkün. Keza iki karakterde birbirlerine ölesiye zarar verip arzu nesnesine ya da ganimete sahip olma derdine düşüyor. 

Genel olarak çiçeğin sembolize ettiği arzu nesnesini petrole, altına ya da herhangi bir değerli metaryele çevirebiliriz. Filmin evrensel dili söz kullanmadan çok şeyler söylüyor. Basit sembolizm, gerçekçi savaş temsili ve savaş karşıtı mesajı serpilmiş bir film olarak Komşular ya da Neighbours, vermek istediği mesajı başarıyla veriyor. Bunca süredir bir klasik olarak kalması da bu savaş karşıtı mesajın ne kadar güçlü verildiğinin kanıtı oluyor. 1980’lerde de yapılan bir araştırmaya göre en fazla izlenen kısa film olması da mesajın geçerliliğini gösteren ayrı bir kanıt olarak karşımızda duruyor. 

15 Kasım 2013

Yakında: "Byzantium - Bir Vampir Hikayesi"


Vampirle Görüşme’yi yaratan ekiple, Oscar ödüllü yönetmen Neil Jordan’ı tekrar bir araya getiren Bir Vampir Hikayesi/Byzantium, son dönemin gözde genç yeteneklerinden Gemma Arterton ve Saoirse Ronan’ı başrollere taşıyor. 200 yıldır insan kanıyla beslenen gizemli bir kadın olan Clara işlediği bir cinayetin ardından kızı Eleanor'la beraber bir kıyı kasabasına sığınır. Ancak onlar için artık hiçbir yer güvenli değildir çünkü ölen kişi Clara’ya daha önce ölüm fermanı veren ve senelerdir hesaplaşmayı bekleyen “Kardeşlik” adında bir vampir topluluğunun üyesidir. Striptizcilik yapan Clara, Noel ile tanışır ve onun Byzantium adlı pansiyonunda kalmaya başlarlar. Eleanor ise, yeni arkadaş edindiği Frank’ten etkilenerek ona ölümcül sırlarını anlatır. Bu bilginin kasabada yayılmasıyla Clara ve Eleanor, kaçmaya çalıştıkları karanlık geçmişleriyle bir kez daha yüzleşmek zorunda kalacaklardır. Sıra dışı atmosferiyle dikkat çeken filmin görüntü yönetmenliğinde Bafta ödüllü Sean Bobbitt imzası bulunuyor. 

Filmdeki iki kadın kahraman, aralarında pek fazla yaş farkı bulunmayan anne-kız’ı canlandıran Clara (Gemma Arterton) ve Eleanor (Saoirse Ronan)… İkisi de hayatının farklı evrelerinde ‘dönüşerek’ ölümsüzlük elde etmiş. 20’li yaşlarda bir anne ve ergenlik çağındaki kızı… Yaşları birbirine çok yakın vampir anne-kızın ilişkisinin merkezinde yer alan kibir ve şımarıklık unsurları, yapımcılardan Elizabeth Karlsen’i heyecanlandırmış. “16 yaşındaki bir kızın 24 yaşında, çok güzel bir annesi var. Gerçek hayatın doğal silsilesi tersyüz olmuş durumda. Karmaşık, şaşırtıcı, müthiş bir hikaye…” diyor Karlsen.

Byzantium 29 Kasım'da gösterime giriyor.


14 Kasım 2013

12 Kasım 2013

Only God Forgives


Birçok sinemaseverin Drive ile tanıdığı Danimarkalı yönetmen Nicholas Winding Refn'in Drive'ın izinden gittiği ancak yeni bir üslup denemesine giriştiği son filmi Only God Forgives (Sadece Tanrı Affeder), Cannes Film Festivali'nde yuhalandı. Bu, film vizyona girdiğinde karşılaşacağı eleştiri bombardımanının ilk turuydu sadece. Geçtiğimiz Temmuz ülkemizde de gösterime giren Only God Forgives benzer eleştirileri bizde de aldı. 

Peki, neden sevilmedi bu film? Sebep basit gibi görünse de irdelemeye çalışalım. Aslında Only God Forgives'in beğenilmeme sebeplerini araştırırken Drive'a bakmak gerekiyor. Drive'ın çok başarılı bir film olması sonrasında, Refn'in benzer bir filmle dönecek olması yeni bir Drive beklentisi yarattı. Ancak temel sorun bu değil. Drive, Renf'in anlatı olarak tarzının dışına çıktığı, genel kitlenin daha kolay hazmedebileceği bir işti. Nicholas Winding Refn, her ne kadar Only God Forgives'te deneysel bir işe soyunsa da özüne döndüğünü söylemek lazım. Yönetmenin Valhalla Rising'ini izleyenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Karakterlerini varoluşsal sorunlarla baş başa bırakan, az diyalog kullanıp, mizansenlere daha fazla anlam yükleyen-yüklemeye çalışan Refn, Only God Forgives'te Drive'ın dünyasını Valhalla Rising'in biçimci numaraları ve derinliğiyle buluşturuyor diyebiliriz.

Refn, filmde renklerle oynuyor, ağırlaştırılmış çekimler ve ilginç kamera açılarının üzerine döşediği müzikle seyircisini hipnotize edeceği bir dünyanın içine sürüklüyor. Elbette hikaye akışı ikinci planda tutulduğu için pek çok seyirciyle arasına mesafe koymuş oluyor Refn. İşin özü seyirci hiçbir karakterle özdeşlik kuramıyor. Hikayeye de yabancılaşınca bu stilize suç filminin amacı ve ne yapmaya çalıştığı sorgulanmaya başlıyor. Ve elbette beklenen final de gelmeyince seyirci filmden iyice kopuyor. Only God Forgives'te esasen 'iyi' diyebileceğimiz bir karakter yok. Ana karakterimiz ve etrafındakiler uyuşturucu ticaretine bulaşmış, yer altı dünyasında sözü geçen, nüfuzlu kişiler. Kanun adamları ise özellikle de Chang 'kötü polis'in de önüne geçip şeytani bir figür olarak çiziliyor. Refn'in karakterlerine tanrısal bir bakış açısıyla yaklaşması, intikam filmi veya suç filmi trüklerinden uzak durmaya çalışması gibi kritik detaylar, yönetmenin bir tür deneye dönüştürdüğü biçimci üslubuyla topluca değerlendirildiğinde filmin önemini artırıyor. Şiddet kullanımı ise abartılacak kadar yüksek dozda olmadığından ayrıca üzerinde durmanın lüzumu yok.

Son söz: Only God Forgives, yönetmenimiz Nicholas Winding Refn'in senaryo yazım aşamasında içine girdiği varoluşsal sorgulamanın nimetlerini toplayıp, suç filmlerine yeni bir soluk getiriyor. 8.5\10

9 Kasım 2013

Gözümün Nuru: Sinemaya Övgü


Bir sinefil ya da öz türkçesiyle sinema sevdalısı olarak hepimizin rüyası bir gün bir film çekmektir. Bunun rüyasıyla yaşar, hatta bununla yatıp kalkarız. Hepimizin kendimize göre bir film çekememe ya da rüyayı gerçekleştirememe hikayesi hatta daha ileri gidersek; filmi nasıl çekeceğimizi bile dramatize ettiğimizi söyleyebiliriz. Bunlar kimi zaman kişisel kimi zaman hayranlık uyandırıcı hikayelerdir. Gözümün Nuru gibi hem kişisel hem de hayranlık uyandırıcı olanı nadide bulunan hikayelerdendir. Bu kişisel hikayede evrensel olan belki de filme çekilebilmiş olmasından değil de o sancılı ve umutsuz süreci eğlenceli bir şekilde aktarabiliyor olmasından kaynaklanıyor.
Burç Karabulut Yazdı

Fransa’da sinema okumak üzere yola çıkan Melik’in sinema sevdası onu küçüklüğünden beri takip etmektedir. Öyle ki çocukluk fotoğrafları ve yer yer kadraja giren kısa videolar vizörü kaplıyorlar. Nerdeyse sinemayla kaderlerinin bir olduğuna inanan Melik, ailesinde oluşan kronik göz hastalığıyla baş etmeye çabalamasıyla sinema rüyasını gerçekleştirme arasında gidip gelen ruh halini bize yansıtır. Sağ gözü tamamen kör olan, sol gözü ise medikal olarak net görmeyen Melik, yine sinema sevdasının peşinden Lyon’a kadar gider.


Lyon seferinin belki de en önemli noktası; Lumiere kardeşlerin sinematograf’ı icat ederek, bilinen ilk filmi çektiği yeri görmek için Lumiere müzesine gider. Sinematograf icatının hafifliği, Edison kinestoskopunun tek kişilik sinemasının aksine Lumiereler görüntüyü bir salon dolusu insana gösterecek bir hale getirerek öncü rol oynamışlardır.  Filme dönersek, film aşkı sınır tanımayan Melik, kendi deyişiyle ‘ışık abileri’nin ”Fabrikadan Çıkan İşçiler”ini görür. İşçilerin fabrikayı terk ettiği an tekrar gözümüzde vuku bulurken, gözlerini yitirecek biri için haliyle en değerli hazine oluyor.

İstanbul’a döndüğünde göz ameliyatı sırasında Melik’in elveda sinema demesi hem rüyalarını hem de sine gözünü kaybetmesi anlamına geliyor. Bir sürü muayeneden sonra trajik bir şekilde evinin yatak odasına hapsoluyor, birçok ilaç almak, pomat sürmek durumunda kalıyor. Sine gözünü (kuramdan farklı olarak mecazi anlamda kullanıyorum) çoktan kaybetmiş olan Melik, normal gözlerinden birini kurtarmaya çalışırken sinema rüyalarını da ele geçiriyor. Surreal ve bir nevi distopik denebilecek bu rüya görür. Başrol oyuncusu, yapımcıyla ve hatta bir eleştirmenle karşılaşıp gözü olmadığı için hor görüldüğü sahne biraz da sinema sektörümüze atılan bir taş gibi. Bağımsız film temelinde ele alırsak, yapımcı, eleştirmen ve başrol oyuncularının acımasızlığını gerçek hayattakiyle birebir tutmamak elde değildir. Risk almayan yapımcılar, televizyon ya da festival merkezli çalışan başrol oyuncuları ve bunun sonucunda çıkan bağımsız film sayısına karşın her filmi kıyasıya eleştirmek gibi bir görevi olan sektörün acımasızlığına da gönderme yaptığını söyleyebiliriz.


Teknik olarak bakarsak; Yeşilçam’daki sahnelerin filme olumlu etkisi yoktur ama bu filmde öyle bir etki yaratıyor ister istemez, trajedi ve komediyle yüzleşmeniz ve o hissiyatı yaşamanız gerekiyor. Normalde artık sinema seyircisinin yer yer gülümseyerek baktığı bu sahnelerde bir nevi nostaljiye sürünmemek elde değildir. Kaç kişi Cüneyt Arkın’ı, Filiz Akın’ı ya da daha benzeri onlarca jön ve jöndamın klasik trajedi repliği olan “göremiyorum”una hafif bir tebessümle bakmamıştır. Melik’in durumuna gelince; kendisinin bu olaya traji-komik hatta ironik yaklaşması sebebiyle filme önemli anlamda katkı yapıyor. Kendi yaşadığı deneyimin hissiyatını paylaşırken de kendi talihsiz macerasına espriyle bakıyor yönetmen Melik. Melik’in ailesini oynatması gerçekçilik havası katmış. Komşuların ziyarete geldikleri sahnede Melik’in içerden duyduğu sesler, gülüşmeler ve kendini birçok kere tekrara veren konuşmalar Melik’in iç sesiyle de birleşince film daha da güçlenmiş. Gerçekçilik payı hedeflenerek oluşturulduğunu düşündüğüm bu sahneler, iyi bir montajla da seyirciyi de o kasvetli atmosfere sokuyor. Gözümün Nuru, göz sahneleriyle izlenmesi zaman zaman zorlasa da her zaman göremeyeceğimiz evrensel yönü de bulunan kişisel bir hikayedir. Gözünü kaybeden bir yönetmenin filmi çekme ya da daha doğru bir deyişle sinemayla kurduğu ilişki tanıdık, sıcacık, yer yer zorlayıcı bir temelde seyretse de Gözümün Nuru kendine bir dil bulabilmiştir. Adana Koza’da ödül almasına hiç şaşırmadığım film, amatör yanlarına karşın derdini sonuna kadar anlatabilmiş ve iyi bir seyirlik olarak iyi filmler kategorisinde yerini almıştır.

8 Kasım 2013

Herkül: Efsane Başlıyor Vizyonda!


Tarihin en önemli mitolojik efsanelerinden biri olan "Herkül"; uzun bir aranın ardından beyazperdeye geri dönüyor. Üstelik 3D olarak. Filmde Calvin Klein mankenliğinden oyunculuğa geçiş yapan genç yetenek Kellan Lutz Herkül olarak karşımıza çıkıyor. Merakla beklenen Herkül’ün yönetmen koltuğunda ise Dağcı, Zor Ölüm 2, İyi Geceler Öpücüğü gibi aksiyon filmleriyle tanınan Ranny Harlin var. 3D formatında beyaz perdeye ilk kez taşınan film, 7 Şubat'ta vizyona girdi.

Filmde; Yarı Tanrı Herkül, gerçek kimliğini ve asıl amacını öğrenince bir seçim yapmak zorunda kalır: Ya gerçek aşkı Girit Prensesi Hebe’yi de alıp kaçacaktır ya da kaderinin gereğini yaşayıp, gerçek bir kahraman olacaktır. 

Yunan mitolojisinin tanrıları ve tanrıçaları, bu kez beyazperdeye Herkül’le geliyor. Bir kahramanın epik hikayesi tekrar tasarlanıyor ve köklerinden bir kez daha doğuyor. Film, Herkül’ün uhrevi ve efsanelerle dolu dünyasını genç bir erkeğin gözünden anlatıyor ve kaderini değiştirmek için verdiği mücadeleyi hikayeye konu oluyor.

Kraliçe Alcmene, halkını kral kocasının zulmünden koruyup, ülkesini barış içinde yaşatmayı hayal etmektedir. Alcmene’in Zeus’tan olan savaş tanrısı oğlu Herkül, gerçek kimliğini gizlemektedir. Herkül’ün gayrimeşruluğunu bilen kral kendi oğlu Iphicles’i ön plana çıkarmak için elinden geleni yapmaktadır.

Genç bir erkek olan Herkül, güzeller güzeli Hebe’ye aşık olur. Ancak, kral güzel prensesin oğlu Iphicles’le evlenmesi gerektiğini ortaya atar. Herkül buna izin vermemekte kararlıdır ve Hebe’yi kaçırıp mutlu bir hayat hayalleri kurarken, planı kralın askerlerinin onu yakalayıp, ölmesi için savaşa yollanmasıyla son bulur. Bir şekilde kaçmayı başaran Herkül, savaşçı diğer dostlarıyla ittifak kurar ve krallığı ve sevdiği kadını kurtarıp Yunan Tanrılarının arasına adını yazdırmak için geri döner.


6 Kasım 2013

Gözetleme Kulesi


Adını ilk kez “Oyun” adlı belgeseliyle duyduğum Pelin Esmer, çok geçmede belgesellerden kurmaca hikayelere geçiş yaptı ama yolumuz kesişmedi kendisiyle. İlk uzun metrajı  11’e 10 Kala’yı izleme fırsatı bulamadan, festivallerden ödüllerle dönen ikinci filmi Gözetleme Kulesi’ni yeni bir yönetmenle tanışmanın heyecanıyla izledim. Minimal Türk sinemasına mesafeli duruşum başta soru işaretleri yaratsa da, Pelin Esmer’in tarzı ve minimal sinema anlayışı beni fazlasıyla memnun etti. 

Gözetleme Kulesi için klasik bir kesişen yollar hikayesi diyebiliriz. Filmin garip açılışında ana karakterlerimiz Seher ve Nihat ile tanışıyoruz ama yolları kesişene dek önce kendi hikayelerine ortak oluyoruz. Pelin Esmer’in paralel olarak anlattığı dramatik hikayelerin matematiği sanki birbirinin tamamlayıcısı gibi kurulmuş. Ancak, yönetmenimiz görünüşe aldanmayın diyor.

Yönetmen Esmer, Seher’in dramıyla aslında ülkemizde genç kızların, kadınların kemikleşmiş sorunlarından birini merceğine alıyor. Film, 2013 Türkiye’sinde ebeveynlerin hala değişmeyen “kız çocuğu” algısının nasıl sonuçlar doğurabildiğini gerçekçi gözlemlerle perdeye taşımış. Üniversite eğitimi için anne-babasının yanından ayrılması gereken Seher, kız çocuğu okumaz - okusa da başıboş bırakılmaz düşüncesinin bir sonucu olarak dayısının yanına (yine üniversite eğitimi için) gönderiliyor. Ailenin kızlarını koruma içgüdüsünün yanında ekonomik şartların da mecbur kıldığı bu durum, dışardan gelmesinden korkulan tehlikenin içerden vurmasıyla onarılmaz yaralar açıyor. Öte yandan karısı ve çocuğunu trafik kazasında kaybeden Nihat, kendisini toplumdan soyutlayacak bir iş buluyor. Gözetleme Kulesi’nde acıları ve yalnızlığıyla baş başa kalıyor. Seher’le Nihat arasındaki müşteri ilişkisi, bir noktada kesişiyor, değişiyor ve Gözetleme Kulesi’ne taşınıyor. Seher’in suçluluğunun, Nihat için bir şansa, ikinci bir fırsata dönüşmesi ve Nihat’ın Seher’le bebeğini, kaybettiği eşi ve çocuğunun yerine koyması, beklenen sona doğru mu gidiyoruz sorusunu gündeme getiriyor. Ancak, Seher’in tutumu pek de öyle olmayacağının işareti gibi. 

Pelin Esmer’in minimal tarzına dönersek, Gözetleme Kulesi’nin ayrıksı durmasındaki ana etkenin farklı damardan beslenen iki hikaye anlatması olduğunu düşünüyorum. Açarsak, Nihat’ın Gözetleme Kulesi’ndeki yalnızlığı, yaşadıklarının onu bu noktaya sürüklemesi klasik minimal film şablonuna cuk oturuyor. Seher’in durumu ise çok başka… Sessiz başlayıp bir isyanın sesine dönüşüyor. Ani çıkışlarıyla, duygusallıkla sarılmış olmasıyla minimal anlayıştan sapmadan ona lezzet katabilmiş. Pelin Esmer, bana kalırsa tercihleriyle -seçtiği anlatım tarzıyla- fazlasıyla “bizden” olan hikayeyi seyircisini yabancılaştırmadan aktarmayı başarmış. Olgun Şimşek’in duru oyunculuğu, Nilay Erdönmez’in ise cesur yorumu filme çok şey katmış.

Son söz: Gözetleme Kulesi gibi Türk filmleriyle sık karşılaşmadığımızı düşünürsek mutlaka görülmeli. 8/10

2 Kasım 2013

"Insidious: Bölüm 2" 29 Kasım'da Vizyona Giriyor

Yönetmen James Wan ve senarist Leigh Whannell (“Saw”, “Insidious”) imzalı sarsıcı korku gerilim “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”de, hayaletlerin musallat olduğu bir aile, kendilerini tehlikeli bir şekilde ruhlar dünyasına bağlayan, dehşet verici bir sırrı açığa çıkarma mücadelesi veriyor. Yönetmen James Wan, senarist  Leigh Whannell ve yapımcı Jason Blum kimi zaman bireysel kimi zaman bir arada çalışarak son on yılın en iz bırakan, ticari açıdan başarılı ve tam anlamıyla dehşet verici bazı korku-gerilim filmlerini hayata geçirdiler.

Wan ve Whannell, 2004 yılında, çığır açan ve büyük popülarite yakalayan “Saw”u yarattılar. Film gişe rekorları kıran bir serinin başlangıcını oluşturdu. Whannell seride yazar (“Saw II” ve “III”) ve yönetici yapımcı olarak yer almaya devam etti. Wan kısa süre önce başarılı perili ev öyküsü “The Conjuring”i yönetirken, Blum ise “Paranormal Activity” ve “Sinister” gibi izleyicinin kanını donduran filmlere imza attı. Üçlünün 2011 yılında birlikte hayata geçirdiği psikolojik korku gerilim türündeki sarsıcı ve orijinal “Insidious/Ruhlar Bölgesi” ise gösterime girdiği yıl gişede en çok kâr getiren film oldu.

Şimdi üç sinemacı da -“Insidious/Ruhlar Bölgesi”nin tüm oyuncu kadrosuyla birlikte- “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”yle geri dönüyor. Film, Lambert ailesinin, hayatlarını mahvetme eğilimindeki kötü ruhlarla ölüm kalım mücadelesini anlatmayı sürdürüyor.

“İlk filmde başladığımız hikayeyi anlatmaya devam etme fırsatı bulduğumuz için müthiş heyecanlıyız. Birinci filmde yarattığımız karakterleri seviyorum; aynı oyuncu kadrosu ve yapım ekibiyle yeniden birlikte çalışmak da harika. Eve döndüğünüzde ailenizin sizi karşılaması gibi. Ama korkutucu bir yanı da var çünkü ilk filmin başarısı hepimizi hazırlıksız yakalamıştı” diyor ilk kez bir devam filmi yöneten Wan.

“Insidious/Ruhlar Bölgesi”nin merkezinde, hayaletli evlerini terk ederek başka bir eve taşınan ama hayaletlerin eve değil büyük oğullarına musallat olduğunu öğrenen orta hâlli Lambert ailesi yer alıyordu. “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”, bir kez daha, son yaşadıkları olayları arkalarında bırakmaya çalışan, ancak onlara işkence eden ruhların, işlerini bitirmekten çok uzak olduğunu fark eden Lambert ailesine odaklanıyor.


Wan ve Whannell alışılmadık bir adım atarak filme “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2” adını verdiler çünkü film tam da ilkinin bittiği yerden başlıyor. “Pek fazla devam filmi bunu yapmaz; ama biz baştan sona bir hikaye anlatma fikrini sevdik” diyen Whannell, şöyle devam ediyor: “İkisini neredeyse tek bir film ya da aynı hikayenin bölümleri gibi izleyebilirsiniz. Josh’ın Elise’i öldürdüğünü gördük, fakat Renai bunu görmedi ve neler olup bittiğinden pek emin değil. Bu yüzden, ikinci filmin başlangıcında, her şey normale dönmüş gibi görünüyor. Ancak, bazı şeylerin feci şekilde yanlış olduğunu yavaş yavaş fark ediyorsunuz.” Blum, “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”nin bütçesi biraz daha fazla olsa da, yapımcı olarak başlıca amacının, Wan ile Whannell’in ilk yapıma getirdiği bağımsız film ruhunun kaybolmamasını sağlamak olduğunu belirtiyor:

Lambert ailesinin öyküsünü orijinal filmin bıraktığı yerden devralan “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”nin karakterler için daha geniş bir mitoloji ve arka hikaye işlediğini söylüyor Wan: “Bu gerçekten daha büyük bir film. İlk filmi yaparken, devamı için plan ve fikirlerimiz vardı ama bunları sonuna kadar götürmedik. ‘Bakalım. Bununla oynayıp nereye gittiğini görelim. İkinci bir hikaye konusu için potansiyel olabilir’ diye düşündük. Ve tabi böylece, ilk film başarılı olduğunda bunlardan ikinci hikayeyi çıkarıp devam edebilirdik.”

“Insidious/Ruhlar Bölgesi” fiziksel bedeninden ayrılarak seyahat etme becerisine -babası Josh’tan kendisine geçen bir yetenek- sahip Dalton Lambert’ın etrafında dönüyordu. Bu becerinin bir sonucu olarak, gizemli yaşlı bir kadının ve fiziksel bedenini ele geçirmek isteyen kırmızı suratlı bir iblisin hedefi hâline gelmişti. Filmde, ayrıca, çocukken Josh’ın da geceleri kendisini ziyaret eden yaşlı bir kadın yüzünden çok korktuğu açıklanıyordu. Fakat o olayın anıları kasıtlı olarak bastırılmıştı. “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2” Josh’ın aslında hiçbir zaman iyileşmemiş olduğu, yaşlı kadının asla onu bırakmamış olduğu ihtimalini ortaya atıyor.

Wan bu konuda şunları söylüyor: “Biz metafizik dünyanın büyük birer hayranıyız. Bir filmde astral seyahati kullanmanın harika olacağını düşündük. Bu, yani geceleri uyurken ruhunuzun fiziksel bedeninizi terk edip havada süzülerek gezmesi fikri, çok hoş bir konsept. Bir hayaletli ev filmi yapmak istedik ama aynı zamanda biraz farklı bir şey yapmayı da arzu ettik. Bu yüzden, ikisini harmanladık.”


Whannell ise şunları ekliyor: “Bir korku filmi için mükemmel bir fikir. ‘Niye kimse astral seyahati kullanmadı?’ diye sorup durduk. Bu bizi gerçekten heyecanlandıran bir şeydi -yani, daha önce kullanılmadığını düşündüğümüz bir fikir ya da konsept olması. Astral seyahati başka hiçbir filmde görmemiştik.” Wan ve Whannell daha aşina bir diğer konsepti, zamanda yolculuğu da kullandılar ki, bu, korku türünde ender görülen bir temaydı. Film Lambert ailesinin peşindeki kötülüğün kökeninde yatan sinsi olayları açığa çıkarmak için 25 yıl geriye gidiyor ve hem ilk filmin çözümlenmemiş gizemlerini aydınlatıyor, hem de Öte olarak bilinen karanlık ölüler diyarının içine giriyor. “İlk film böylesine stilize ve fantastik bir dünya olduğu için, zamanda yolculuk yaklaşımı ikinci film için gerçekten de biçilmiş kaftandı” diyor Wan.

Sinemacı ikili “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”yi bir korku filminden ziyade bir psikolojik gerilim olarak görüyor. “Insidious/Ruhlar Bölgesi/Ruhlar Bölgesi” hayaletli ev filmi arketipiyle yoğrulmuşken, Wan’a göre, “Bölüm 2” izleyicilerin en temel çocukluk korkularına parmak basan kanlı görüntülere ve BYG efektlerine daha az başvuruyor. 

“Bunu doğaüstü bir yanı olan ev içi bir gerilim olarak tanımlayabilirim” diyen Wan, şöyle devam ediyor: “Hayaletler geri geliyor ama bu film o konuya pek fazla odaklanmıyor. Karakterleri oturtmuş olduğumu hissediyorum, dolayısıyla bir yandan fazla dolambaca gerek kalmadan onları işleyebilir bir yandan da insanların sevdiği öğeleri filmde tutmayı başarabilirim. İlk film çok daha düzdü ki bir ilk film için bu harika bir şey. Ama devam filminde mitolojiyi derinleştirmek istiyorsunuz. İnsanlara, yarattığınız dünyanın daha fazlasını göstermeyi arzu ediyorsunuz, ki bizim de ‘Bölüm 2’de yaptığımız şey buydu.”