28 Ocak 2014

"Sadece Aşıklar Hayatta Kalır" 14 Şubat'ta gösterime giriyor


Jim Jarmusch'un ülkemizde ilk olarak Filmekimi kapsamında gösterilen son filmi Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive), Başka Sinema salonlarında 14 Şubat'ta gösterime giriyor.

Eve ve Adam, insanlık tarihine çok uzun zamandır tanıklık eden ve bunun etkisiyle çoğu şeye karşı inancını yitiren iki ölümsüz aşık, iki depresif vampirdir. Adam, iflas etmiş ve büyük ölçüde terk edilmiş hayalet bir şehir görünümünde olan Detroit'te yaşayan; tüm zamanını müziğe ve kimseye dinletmediği şarkılarına ayıran başarılı bir müzisyen, karamsar ve depresif bir vampirdir. Tek aşkı Eve ise uzun bir süredir Fas'ta bambaşka bir kültürün içinde yaşamaktadır. Eve'in Adam'ı ziyarete geldiği zamanlardan birinde kız kardeşi Ava'nın beklenmedik ziyaretiyle karşılaşırlar. Beladan başka bir şey getirmeyen Ava, bir kez daha işleri içinden çıkılmaz bir hale sokar.İnsanlığın bilinçli olarak, kendi elleriyle belirlediği yazgısı Eve ve Adam'ın penceresinden karamsar görünse de her zaman tutunabilecekleri bir umut ışığı bulurlar.

Sadece Aşıklar Hayatta Kalır, bakalım 2000'li yıllarda karşımıza çıkan, değişim geçirmiş vampir filmlerinden biri mi? Hep birlikte göreceğiz.



24 Ocak 2014

2013'ün bilimkurgu filmleri ve sıralamaları


Bilimkurgu sineması açısından parlak olmamakla birlikte verimli bir yıl geçirdiğimizi düşünüyorum. Tür, bu yıl tek başyapıt çıkarabildi. O da Alfonso Cuaron'un Gravity'siydi. Açıkçası hemen hemen hepsine burun kıvrılan 2013 bilimkurgularının çoğunu beğendim ve bir çoğunu da yıl içerisinde değerlendirdim. Man of Steel'in listede olması da kimseyi şaşırtmasın. Fantezi-bilimkurgu alanından listeye dahil olması kaçınılmazdı. Zira The Purge da bilimkurgu-korku sineması örneğidir. Not: Oblivion, Star Trek: Into Darkness ve The Host eleştirilerim Filmloverss'ta yer aldığından linklerini oradan ekledim.

Puanlarına göre filmler ve sıralaması

1- Gravity
Filmin eleştirisi

2- Man of Steel
Filmin eleştirisi

3- Star Trek: Into Darkness
Filmin eleştirisi

4- About Time

5- Oblivion
Filmin eleştirisi

6- Elysium
Filmin Eleştirisi

7- The Host
Filmin Eleştirisi

8- The Hunger Games: Catching Fire

9- The Purge
Filmin Eleştirisi

10- Pasific Rim
Filmin Eleştirisi

11- After Earth
Filmin Eleştirisi

12- Ender's Game

13- Riddick


21 Ocak 2014

American Hustle


Geçtiğimiz hafta gösterime giren “American Hustle” ya da sadece “Düzenbaz”, FBI’ın 70’li yılların sonu 80’li yılların başında gerçekleşen ABSCAM rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu baz alıyor. Abscam ismi Arap-scam (Arab tertipi)’nden geliyor. Operasyon bir senatör ve birçok temsilciler meclisi üyesine ordan da valilere kadar uzanır. Bu operasyonu baz alan Düzenbaz, yine de politik işlevinden çok eğlence işleviyle öne çıkıyor. Hollywood’da zaten aşinası olduğumuz düzenbazlar, kaçakçılar, hırsızlar, mafya üyelerine Martin Scorcese ve Brian De Palma fimlerinden fırlamış gibiler. Çok uzatmadan American Hustle’ın sinema serüvenine bakalım.
Burç Karabulut yazdı

David O. Russell’in favori oyuncuları bir arada…

Filmle ilgili ilk göze çarpan, Fighter’ın ikilisi Christian Bale ve Amy Adams, Silver Linings Playbook’un ikilisi Jennifer Lawrence ve Bradley Cooper bu filmde bir ara geliyor. Hepsinin iyi bir kimyası olduğunu söylemek zor olsa da Jennifer Lawrence ve Christian Bale bence bir adım öne çıkıyorlar. Özellikle Jennifer Lawrence’ın arsız eş tiplemesi akıllardan silinecek gibi değil. Bu duruma Bale’in kurnaz düzenbaz karakteri eklenince ikisinin sahneleri gerçekten harika duruyor. Amy Adams ile Bradley Cooper bazı sahneler dışında çok da önemli performanslara imza atamıyorlar. Kendi rollerinin yine de hakkını veriyor her ikisi de.

Bunlardan birkaçı gerçekten yaşandı…

Genellikle anlatı öncesi bize bilgi verilen klişe “bu yaşananlar gerçektir” cümlesiyle dalga geçen, hatta içini boşaltan Russell, gerçekten de kendini ciddiye almadığını gösteriyor. O kadar ciddiye almıyor ki ne soruşturma, ne rüşvet ne de yolsuzluk öne çıkarılıyor. Hatta o kadar kendini ciddiye almıyor ki Düzenbaz, düzenbazların hayatları daha öne çıkarılıyor. Düzenbazlara empati kurmamızı sağlayacak kadar ama yine de onlara gülecek kadar öğreniyoruz. Russell’in bu zekice senaryosunu, bir klişe yıkarak da taçlandırmış olması seyir zevkini artırır cinsten.


Scorcesevari bir deneme…

David O.Russell, Scorceseyi sever mi bilmiyorum ama hikayesi ve karakterlerinden kesinlikle bir Scorcese etkisi var. Anlatıda kullanılan mafya, finans ve karanlık ilişkiler ağı bize çok tanıdık geliyor. Tabii ki burada Russell’in Scorcese’den çaldığını söylemek gibi bir hataya düşmüyorum. Herhangi biri Amerikan filmi de bu üç temayı çok iyi kullanıp iyi bir Amerikan filmi çıkarabilir. Aslında Scorcesevari demek Amerikan mafya filmi gibi bir anlam taşımaya başladı. 70’lerin New York’una eşlik eden o şık kıyafetleri, büyük arabalar, duygu yaratmak için kullanılan pop şarkıları hepsi filmin ruhuna iyice serpilmiş. İçinden bir Scorcese filmi çıkmasa kesinlikle 70’li yıllara uygun bir Amerikan mafya filmi çıkmış. Robert De Niro’nun bile dakikalara sığan performansı, yaratılan mizansen Scorcese’ye bir saygı duruşu niteliğinde tasarlanmış adeta.

Lawrence ve Bale bir adım önde

Silver Linings Playbook’tan farklı ve kendine yakışan bir rolde izlediğimiz Lawrence ile tamamen bir dolandırıcıya dönüştüğüne emin olduğum Christian Bale performansları akılda kalan performanslardan. Amy Adams, geçen seneki ‘Master’dan sonra yine benzersiz bir rolle karşımıza çıkmasına karşın Lawrence kadar etkili olduğunu düşünmüyorum. Bradley Cooper da idare etmeye devam ediyor. David O. Russell’in bu son filmi de hem hayranlarına hem de farklı deneyime açık olanlara çok iyi gelecektir. Hem komedi hem suç az bulunur cinsten bir evlilik olmuş. Oscar şansının yüksek olduğunu düşündüğüm bir film. Gravity ve 12 Yıllık Esaret ile kıyasıya mücadeleye girmiş durumda. 

19 Ocak 2014

Pasific Rim


Mimic, The Devil’s Backbone, Blade gibi filmleriyle korku, Hellboy serisi ve Pan’s Labyrinth ile de fantastik sinemada ürün veren Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, son çalışması Pasifik Savaşı (Pasific Rim) ile de bilimkurgu sinemasında şansını deniyor. İlk kez 180 milyon dolar gibi dudak uçuklatan bir bütçeyle çalışma imkanı bulan Del Toro, tam bir gişe filmiyle çıkmış karşımıza. Özgün fikir bulmakta zorlandığımız, klişeleri art arda sıralayan ama netice itibariyle seyircisini eğlendirmesini bilen bir bilimkurgu filmi Pasific Rim.

Uzaylı İstilası mı, kopyala yapıştır o zaman!

Del Toro, istila filmi şablonunu alıp, kendi hikâyesine adapte etmiş. Neredeyse kopyala yapıştır bir işe imza atmış. Eğer Spielberg’in War of the Worlds’ünü izlemediyseniz, yaratıkların okyanusun derinliklerinden gelmesi sizin için yeni bir fikir olabilir. Filmin uzun açılışını izlediğimizde tablo hemen şekilleniyor. Dünyanın farklı bölgelerindeki yaratık istilası görüntüleri, panik, yıkım ve olayı masa başında yöneten bir ekip gibi ezberlenmiş detaylar sıralanıyor. Bize de sadece bu gösterişli eğlenceden keyif almaya çalışmak düşüyor. Bu açıdan aksiyon ve görsel efektler daha fazlasını beklemediğiniz sürece tatmin ediyor.


80'ler ve 90'lar bilimkurgu sinemasının bugünkü yansımaları

80’li yıllarda Blade Runner, The Terminator ve Robocop, makine insan veya insan görünümlü makineleri bilimkurgu sinemasının en popüler alanlarından birine dönüştürmüştü. 90’lı yıllarda da popülaritesini sürdüren insansı robotlar 2000’li yıllarda yerini mekanik görünümlü robotlara bıraktı. I, Robot gibi örneklerden Transformers ve Real Steel gibi dev robotlara geçişle birlikte gelen ticari başarı, Pasific Rim’in doğmasına önayak oldu. Transformers’ın dev robotlarıyla, Real Steel’in insanlar tarafından kontrol edilen robotları, Pasific Rim’in ana ilham kaynağı şüphesiz. Diğer yandan bugünün bilimkurgularını en çok etkiyen iki film Avatar ve Inception, son yıllarda üretilen bilimkurguları ayrı ayrı etkilerken Pasific Rim’de iki filmden de esintiler görüyor oluşumuz oldukça ilginç bir nokta.

Pasific Rim’de pilotların Jaeger adı verilen dev robotlara ve birbirlerine bağlanması, 90’lı yılların bilimkurgularında sanal ortama bağlanma durumunun bir uzantısı. Avatar ve Inception’ın farklı biçimlerde kullandığı bağlanma fikri, günümüze gelip güncelliğini korumayı başardı. Inception’da birbirine bağlanıp, bilinçaltında aynı (sahte) gerçekliği paylaşan bireyler, Pasific Rim’de Jaeger’ların içine girip ortak bilinçle hareket eden -anıları da paylaşan- pilotlarımızla büyük benzerlik taşımakta. Avatar’daki mavi yaratıklarla kurulan somut bağ ise pilotlarımızın Jaeger’la, bilim adamlarının ise Kaiju adı verilen yaratıklarla kurduğu bağla eşdeğer. Real Steel ve Pasific Rim’de insanların makinelerle kurduğu ilişki de iki film arasında göbek bağı kurmamızı zorunlu kılıyor.


Kaiju için uzaylı Godzilla diyebilir miyiz?

Kesinlikle diyebiliriz. Zaten devasa Kaijuların şehirlerde yarattığı yıkım Godzilla filmlerinden farksız. Ama keskin bir ayrım yapmak gerekirse, Godzilla vb. dinozorlar içgüdüleriyle amaçsızca hareket eden yaratıklardan öte bir şey değildi. Kaijular ise bilinçli hareket eden bir ırk olarak çiziliyor. Saldırıları planlı programlı ve stratejik. Jaegarlar ile Kaijuların karşılaşmaları Pasific Rim’in izlemek için en önemli sebep sanırım. King Kong’un dinozorlarla giriştiği unutulmaz savaştan çok daha fazlasını görüyoruz.

2000’ler blockbuster bilimkurgu sinemasının özeti niteliğinde

Pasific Rim’i incelediğimizde bilimkurgu sinemasının son 10 yılda öne çıkan temaları ve filmleriyle şekillenen bir film olduğunu görürüz. 2000’li yılların bilimkurgularına baktığımızda aksiyonla yoğrulan örneklerin fazlalığı dikkatimizi çekiyor. Özellikle de bilimkurguda yükselen mekanik aksiyon dalgasının son ürünü Pasific Rim oldu. Birbirine ve makinelere bağlanan insanlar, uzaylı istilasının yaratık istilası biçimindeki tezahürü ve dünyanın sonu-insanlığın kurtuluşu gibi pek çok alt başlığı Pasific Rim’de görebiliyoruz. Ama Pasific Rim, 2000’ler bilimkurgu sinemasının özeti niteliğinde derken, son dönemin blockbuster bilimkurgu anlayışının dört dörtlük bir uygulaması olmasını da hesaba katıyorum. 

Son söz: Pasific Rim, heybetinin altında ezilmeyen bir bilimkurgu olmayı başarmış. 6.3\10

16 Ocak 2014

Yakında: "The Wolf of Wall Street"


Martin Scorsese'nin merakla beklenen son filmi The Wolf of Wall Street'in sürekli değişen vizyon tarihi sonunda netleşti. Film, 7 Şubat'ta vizyona giriyor. 12 Ocak gecesi sahiplerini bulan 71. Altın Küre Ödüllerinde komedi\müzikal dalında en iyi film ve en iyi erkek oyuncu olmak üzere 2 dalda yarışan film, Leonardo Di Caprio'nun en iyi erkek oyuncu (komedi\müzikal) ödülü ile yetinmek durumunda kaldı. Martin Scorsese'nin adaylık alamaması da filmin aldığı olumsuz eleştirilerle ne kadar alakalıdır yakın bir zamanda öğreneceğiz. The Wolf of Wall Street, 16 Ocak'ta açıklanan 86. Oscar Ödülü adaylarında ise en iyi film ve en iyi yönetmen dahil 5 dalda adaylık elde etti.

Leonardo Di Caprio'nun başrolü Jonah Hill ve Matthew McConaughey gibi isimlerin de yardımcı rollerde karşımıza çıkacağı The Wolf of Wall Street, bilindiği gibi Amerikan borsasında komisyoncu olan Jordan Belfort'un biyografisinden sinemaya uyarlandı. Amerika'ya dair hikayeler anlatmayı seven Scorsese için çok uygun bir proje. Hikayeden de biraz bahsetmek gerekirse; genç ve hırslı bir adam olan Jordan Belfort, yatırımcılarını aldatarak, kısa bir zaman içinde paraya para demez. Kazandığını da çok hızlı bir şekilde tüketebilen Belfort; uyuşturucu kullanan, fahişelerle birlikte olan kısacası hızlı yaşayan bir adama dönüşür. Bu kirli hayat onu nereye götürecektir?

Filmin ilk fragmanına baktığımızda Wall Street ve borsada geçen oyunlar üzerine bir hikaye için fazlasıyla eğlenceli olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Di Caprio'nun hayat verdiği Jordan Belfort karakterinin parayla bir oyuncak gibi oynadığı bölümler dikkat çekerken, kazanma hırsı ve doyumsuzluğu gözlerden kaçacak gibi değil. Di Caprio yeni bir Oscar adaylığı elde eder mi bilmiyoruz ancak Martin Scorsese'nin ve filmin ana dallar başta olmak üzere pek çok adaylık alacağını söylersek abartmış olmayız. Sözün özü; The Wolf of Wall Street bu yılın en çok konuşulan filmlerinde olacaktır. Bunu net bir şekilde söyleyebiliyoruz.


15 Ocak 2014

Captain Phillips


Maersk Alabama isimli bir kargo gemisi Somalili korsanlar tarafından kaçırılıyor. Mürettebatını bu durumdan kurtarmak isteyen deneyimli kaptan Richard Phillips de kendini rehine olarak korsanlara teslim edince soluğu bir filikada alıyor. Bu filikada erzak, su ve havanın yetersizliğinden dolayı zor anlar yaşayan Phillips ve korsanların lideri olan Muse arasındaki bazen mizah dolu, bazen de psikolojik çatışma anları yaşatan gerilimli anlara tanık oluyoruz.
Furkan Erkan yazdı

Amerika propagandası özellikle evrensel boyutlarda güç kazanıyor her seferinde. Ki Amerika'nın bu propagandasının tutmasında ''Hollywood'' fazlasıyla etkili. Özellikle de Oscar'da genelde ''En İyi Film''in ''Tanrı Amerika'yı Korusun'' sloganlı filmlere verilmesi de cabası. İşte Captain Phillips de bu formülden yola çıkılarak yapılmış bir uyarlama. Tabi bu sloganı atan  yüzlerce türevinden daha farklı bir yaklaşımı var. Filme, yüzeysel bakıldığında Amerika'nın evrensel boyutlarda gözdağı verdiği söylenebilir. Ama Richard Phillips'in korsanlarla olan diyaloglarında, güçlü ve sarsıcı bir şekilde faşizmi kınayan, hümanizme dayanan mesajları da es geçmemek lazım. Yani film iki taraflı oynuyor bir anlamda. İnsan sevgisini göstermeye çalışırken, bu konuda da Amerika kendi devletinin ilk akla gelmesi gerektiğini unutmuyor.

Bunun yanında film başka bir toplumsal meseleyi de gözler önüne seriyor: Büyük terör baronlarının altında çalışan, aç ve sefalet içinde zor koşullarda yaşayan Afrika kökenli insanların trajedisini… Gemiyi istila eden korsanlar da bu gruba ait. Mecbur kaldıkları için senelerdir yük gemilerini istila ediyorlar. Muse liderliğinde bu korsanların içinde 17 yaşlarında bir çocuk da var. Phillips'i kaçırdıklarında o bile ne yapacağını bilmiyor. Ve nasıl bir belaya bulaştıklarının farkında olan yine kendisi diğer grup üyelerinden farklı olarak.


Bir başka nokta da önemli. Filmde Somali'deki bu çete grupları arasında da belli bir hiyerarşi var. Az önce bahsettiğim grubun lideri Muse da bu hiyerarşide ezilenlerden biri başlarda. Tabi sonradan lider otoritesini göstermek için sözünü geçirmeye başlıyor ve acımasızlığı da orada başlıyor. Bu lider pozisyonunu da Phillips'e bile kabul ettirmeyi başarıyor.

Muse'u oynayan Barkhad Abdi ve belki de kariyerinin en ciddi ve vurucu performanslarından biri olan Richard Phillips'e hayat veren Tom Hanks filmin en önemlileri. Çünkü filmde ikisi arasında çatışma da var alt metinde gizli mesajlar da. Bu çatışmada da işkence, küfür, tartaklama olmadığını, hatta aralarda Muse'un Phillips'le yaptığı nükteli sohbetleri, Phillips'in sürekli içini rahatlatıp, ona destek olmasını örnek verebiliriz. Bu bakımdan Rush (Zafere Hücum)'a benziyor. Ama o filmde ortak bir amaç için yapılmış bir çatışma söz konusuydu. Buradaki çatışmaya ise tam anlamıyla ikisi arasındaki psikolojik savaş diyebiliriz.

Sonuç olarak, Kaptan Phillips bu sene Oscar adaylarında sık göreceğimiz filmlerden. Ve bana kalırsa ''En İyi Film'' ve ''En İyi Erkek Oyuncu'' konusunda şansı yüksek bir film. Toplumsal meseleleri Amerikan propagandası üzerinden anlatması yönüyle de yeni bir ''Tanrı Amerika'yı Korusun'' filmi. Barkhad Abdi'nin etkileyici performansı filmde pek ön plana çıkarılmadığından Oscar'da şansı pek yaver gitmeyebilir. 

Ama yine de filmi, verdiği gözdağından dolayı, salt olarak görenler ve izlemeyecek olanlar için Tom Hanks ve Barkhad Abdi'nin göz dolduran ve yaşartan performanslarının hatrına izlemelerini öneririm. 

Filmin Notu: 3\5

9 Ocak 2014

Formula'yı değil, sinemayı sevmeniz kâfi: "Rush"


Bazen memur yönetmenlik yapsa da kariyerinde Apollo 13, Edtv, Cinderella Man, Frost/Nixon ve kendisine en iyi yönetmen Oscar'ını kazandıran A Beautiful Mind gibi nitelikli filmler çıkarmasını bilen Ron Howard, sonunda ilk başyapıtını verdi. Yüksek gerilimli Dan Brown romanlarından yaptığı vasat uyarlamalar bir yana Frost\Nixon, A Beautiful Mind ve son olarak Rush, yönetmenin aslında kurgusal uyarlamaların değil de gerçek hikaye uyarlamalarının adamı olduğunu ispatladı. Howard, Formula 1 yarışlarının altın dönemi olan 70'li yılları odağına aldığı Rush'ta; Ferrari'nin Avusturalyalı pilotu Niki Lauda ile McLaren'in İngiliz pilotu James Hunt'ın 1976 sezonunda şampiyonluk için giriştikleri ezeli rekabeti beyazperdeye aktarıyor.

Rush için klasik bir başarı öyküsü denebilir mi? Belki ama filmin ilk 5 dakikası çok daha fazlası olduğunun ilk işaretlerini veriyor. Niki Lauda'nın bakış açısıyla açılan ve karakterin iç sesiyle anlatılmaya başlanan ezeli rekabet, Howard, flashback yapıp da diğer ana karakterimiz James Hunt'ın kendi bakış açısı ve iç sesini devreye soktuğunda, yönetmenin iki karaktere de eşit mesafede durduğunu anlıyoruz. Evet bu bir başarı öyküsü ama yönetmen Howard, kazanmak için her şeyi yapıp hayatlarını ortaya koyan iki yarışçıya odaklanmayı tercih ediyor. Filmde ana karakterlerimizin geçirdikleri değişim, aralarındaki rekabetten ve yarışların kendisinden önde tutuluyor. Zaten Howard da anlatısı ve yaklaşımıyla bunu doğruluyor.

Sıfırdan başlayan ve başarı basamaklarını aralarındaki rekabetle birlikte çıkan Lauda ve Hunt, başlarda birbirleri 'pislik' olarak görüyorlar. Özellikle zıt karakterlere sahip olmaları, toyluklarıyla birleştiğinde zafere ve başarıya giden yolda onur, spor ahlakı ve insani değerleri gözlerinin görmemesine sebep oluyor. Lauda'nın disiplini ile Hunt'ın başına buyruk tavırları, kadınlara ve alkole düşkünlüğü bir yana aralarındaki temel fark yarışlara ve hayata bakışlarının farklı olması.. Ortak noktaları ise davalarına olan adanmışlıkları diyebiliriz. Bu adanmışlık uzun Formula sezonunda zamanla birbirlerine saygı duymalarını sağlayacaktır. 

Yarışların yarattığı heyecan, merak duygusu ve yükselen temposuyla seyirciyi saran Rush; karakterlerimizin inişleri, çıkışları ve çatışmalarıyla dramatik yapısı sağlam bir spor filmine uzanıyor. Film, "Formula 1 tutkunları için Rush yılın en iyi filmlerinden biri olabilir" söylemini de boşa çıkarıyor. Kendimden örnek vermem gerekirse, evvel zaman önce biraz Formula oyunu oynamış biraz da yarışları izlemiş ama genel olarak ilgisiz kalmış biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim:  Rush, bir an bile sarkmayan, sinematografisiyle göz dolduran, yaşattığı heyecanla tırnak kemirten, izlerken 'True Story' gerçeğini tamamen unutturan, öte yandan gerçekleri kusursuzca peliküle aktarmayı başarabilen bir film. Dolayısıyla da Rush'ı sevmeniz için Formula yarışlarını değil, sinemayı sevmeniz kafi gelecektir.

Son söz: Roh Howard'ın Formula 1 yarışlarını oldukça estetik ve gerçekçi bir biçimde aktardığı Rush, geride bıraktığımız 2013'ün en önemli sinema olaylarından biri.. 9.5\10

5 Ocak 2014

Escape Plan 10 Ocak'ta gösterime giriyor


Başrollerinde efsane oyuncular Sylvester Stallone ve Arnold Schwarzenegger’in yer aldığı aksiyon filmi Kaçış Planı, 10 Ocak’ta izleyicisiyle buluşacak. Son zamanların çok konuşulan ismi Mikael Håfström’un yönetmenlik koltuğuna oturduğu Kaçış Planı’nda dünyanın en azılı suçlularının kalacağı bir hapishane inşa edilir, tüm hapishaneleri inşa eden ve onlardan ustalıkla kaçan Ray Breslin (Sylvester Stallone) bu hapishaneyi kontrol etmek ve kaçışa uygun olup olmadığını anlamak için yerleştirilir. Ray düştüğü tuzaktan habersiz görevi kabul eder, hapishaneye yerleşir dünyanın en tehlikeli adamı Emil Rottmayer’den (Arnold Schwarzenegger) destek alarak kaçışını planlar ve soluksuz aksiyon başlar. 

Ray ve ekip arkadaşları Abigail, Hush ve Lester dünyanın en korunaklı hapishanesinden kaçma rekabetine katılmak için teklif aldıklarında, bu yarıştan kaçmamaya karar verirler. Bu kaçma planı için tek bir şart koşulur, Breslin, hapisteyken ekip arkadaşlarıyla görüşemeyecektir. Görevi tamamlayamayacağı zaman da hapishane müdürüne “kırmızı kod” verecek ve görev iptal edilecektir. Nereye götürüldüğünden habersiz olan Breslin, hapishaneye ulaştığında, hücrelerin asla kırılamayan cam hücreler olduğunu, hapistekilerin tamamının öldürmeye programlanan mahkûmlar olduğunu, muhafızların ağır silahlı ve maskeli olduklarını görür. Breslin, kaçış planı yaparken hapishane müdürü Hobbes, bu anlattıklarından haberi olmadığını, Breslin’in de normal bir mahkûm olduğunu söyler. Hayatı boyunca hiç kullanmadığı ve görevin iptal edilmesini işaret eden “kırmızı kod”u kullanmasına rağmen, hapishanedeki hiç kimse bu olaydan haberdar değildir. Breslin tuzağa düşürüldüğünü anlar ve çaresizce hapishanenin en karanlık adamı Emil Rottmayer'den yardım almak zorunda kalır.

Kaçış Planı’nın başrol oyuncusu Stallone “Bugünün izleyicileri zeki ve talepkâr. Onlara beklediklerinden fazlasını ve farklı bir şeyler vermek zorundasınız. Ben ve Arnold’ın aynı filmde olması gibi. İnsanlar ikimizden böyle bir film çıkmasını beklemezlerdi, bu da onların isteğini vermek demek. Birbirimize paralel kariyerlerde olan, altın çağımızı yaşayan, zor filmlerin adamlarıyız. Bu filmde her şey çok farklı, büyük silahlar yok, patlamalar yok, bombalar var. İki karakter de bu kez beyinlerini kullanmak zorunda. Filmde çok fazla aksiyon var ama daha çok düşünmesi gereken adamların aksiyonu diyebilirim. Bu rol hayatımın en güzel döneminde, en keyifli işim oldu.” diyor ve ekliyor “Karakteri çok inandırıcı buldum. Bize sürekli senaryo gelir bilirsiniz, ilk 30 sayfada da işin nereye gideceği belli olur. Kaçış Planı öyle değildi, hikâyenin başında ortasında ne olacağını asla tahmin edemiyorsunuz. Birkaç tahminde bulundum ama sonu hiç de beklediğim gibi değildi. Breslin, tuzağa düştüğünü anladığında, tek çaresi Emil Rottmayer’den yardım almak oluyor. Birbirlerine hiç güvenmeyen bu iki adamın tek umudu yine birbirlerine inanmaktan geçiyor. Ray hapisteki herkesten şüpheleniyor ve kimseye güvenmiyor. Ray ve Emil arasındaki satranç da burada başlıyor.”





3 Ocak 2014

Yılın En İyisi: "Oyunbozan Ralph"


The Simpsons ve Futurama gibi çizgi serilerin yönetmenliği yapmış, bu alanda oldukça deneyimli bir yönetmen olan Rich More, ilk uzun metraj çalışması Wreck-It Ralph ile sadece geride bıraktığımız yılın değil, genel olarak animasyon sinemasının da en iyi filmlerinden birini yaratmış. Son yıllarda Pixar ve Dreamworks'le beraber animasyonda çıtayı iyice yukarı çeken Walt Disney, büyük oynamaya devam ediyor. 80'li ve 90'lı yılların atari oyunları ve bu oyunların iyi ve kötü karakterlerine can veren Wreck-It Ralph'te, yer aldıkları oyunda kötü, kaybeden ve yalnız olmaktan sıkılan dev cüsseli Ralph'in bir kahraman olmak için çıktığı macera dolu yolculuk konu edilmekte.

Bir anti-kahramandan kahramana doğru...

Ralph, yaratılışı gereği kötü bir karakter. Öyle programlanmış. Bu kodlama her şeyi tamir eden Felix'e iş arkadaşları arasında saygın bir konum ve mutlu bir hayat bahşederken, Ralph dışlanıyor. O da kahraman olmak için düzene karşı gelip, illegal yoldan altın madalyaya ulaşmayı deniyor. Madalya gerçek hayatta olduğu gibi oyunlarda da başarının simgesi. Ralph, ona sahip olduğunda yani başardığında bir kahraman olabileceğini ve artık sevileceğini düşünüyor. Ancak kader ona başka sürprizler hazırlamış. Sugar Rush adlı başka bir oyuna düştüğünde, aradığı arkadaşlığı ve sıcaklığı bulacak ve gerçek bir kahraman olmanın nasıl bir şey olduğunu deneyimleyecektir.


Oyunbozan Ralph'in atası Toy Story

Toy Story'de çocukluk döneminin vazgeçilmezleri oyuncaklar, özgür iradeye sahip canlı varlıklar olarak resmedilmişti hatırlarsanız. Dolayısıyla filmin kahramanları oyuncaklar, bizi ilgilendiren de onların başından geçenler ve aralarındaki tatlı rekabetti. Oyunbozan Ralph'in de benzer bir altyapı kullandığını hemen görüyoruz. Değişen tek şey teknolojiyle birlikte değişen oyunlar. İki filmin ortak teması oyun ve oyuncakların zamana yenik düşmesi. Toy Story 3'te büyüyen çocuklar oyuncaklarla oynama devrini kapatınca, kahramanlarımız türlü tehlikeyle yüzleşiyordu. Oyunbozan Ralph'te ise 30 yıllık bir zaman diliminde gerçekleşen değişimin altı çiziliyor. İki film arasındaki en önemli benzerlik sanal veya gerçek oyuncakların içini özgür iradeyle doldurup, yaşayan ve ölebilen birer varlık olarak önümüze sürmesi. Bu fikrin uygulaması oldukça başarılı.  Toy Story'de çocuklar kendileriyle oynarken rol yapan oyuncaklar, yalnız kaldıklarında kafalarına göre takılıyorlardı. Oyunbozan Ralph'deki duruma baktığımızda, biri atariye jeton atıp oyunu başlattığında görev bilinciyle yapması gerekeni yapan sanal karakterler, boş vakitlerinde benzer şekilde 'özel' hayatlarını yaşayabiliyorlar. İçmeye gidiyorlar, parti yapıyorlar vs...


Sanal gerçeklikte yeni bir sayfa açılıyor

Sanal gerçeklik bilimkurgularında, karakterlerin sanal dünyaya adım atmaları, bu dünyaya sonradan dahil olmaları, girip çıkabilme gibi varyasyonlarına Oyunbozan Ralph gerek duymuyor. Çünkü henüz filmin açılışında sanal dünya veya sanal gerçeklik devreye giriyor ve kendi kurallarıyla yaşayan atari kahramanlarının evrenine dalıyoruz. Oyunbozan Ralph, The Matrix ve Tron gibi sanal ve gerçek hayat olmak üzere çift katmanlı yapıyı kullanan filmleri örnek alıp (hikayenin bir bölümü veya çoğunun sanal ortamda gerçekleşmesi), onlardan bir çırpıda ayrılıyor. Karakterlerimizin tamamı oyunlarda varolabilen, o kutunun -atarinin- dışına çıkamayan fakat oyunlar arası geçiş yapabilen varlıklar. Yani sanal olanla gerçek hayatın birbirine karışma ve iç içe geçme gibi bir durumu söz konusu değil. Hikaye gerçek dünyayı göstermesi gerektiğinde, buna ihtiyaç duyduğunda kısa kısa uğrayıp, asıl mekanına geri dönüyor.

Wreck-It Ralph usulü başka gezegenlerde macera düşüncesi ve uygulanışı

Pek çok bilimkurgu filminde ve fantastik örneklerde ana karakterin ister başka boyuta açılan bir kapı vasıtasıyla olsun, isterse de bir uzay mekiğiyle kendi gezegeninden oldukça farklı bir dünyaya adım atıp, orada 'öteki' konumuna düşmesi ve aradığı cevapları bulurken kendi değişimiyle birlikte gezegeni de değiştirme durumunu Oyunbozan Ralph'in birebir kullandığını söyleyebiliriz. Burada gezegenler arası yolculuk fikri başka oyuna sızma şeklinde gerçekleşiyor. Bu yolla karakter gelişimi sağlanırken, egzotik mekanda macera formülü de harfiyen uygulanmış oluyor.

Son söz: Atari oyunlarıyla yarattığı nostaljiyi, özgünlüğünü, yaratıcılığını, referanslarını ve mizahını düşündüğümüzde son yılların en iyi animasyonunu izlediğimizi rahatlıkla söyleyebiliyoruz. 10/10

1 Ocak 2014

Saving Mr. Banks


Bay Banks’i kurtarmak, Mary Poppins isimli dünyaca ünlü romanın yazarı P.L.Travers ile onu filme çekmek isteyen Walt Disney arasında geçiyor. Disney, tam bir ticari patron olsa da yerinde duygusal yanını gösterebilen bir karakterken P.L.Travers tam bir soğuk hatta kıl bir İngiliz olarak karşımıza çıkıyor. Hikaye, tekdüze gelişmesine ve direk anlatılmasına karşın P.L.Travers rolünü başarıyla canlandıran Emma Thompson yarattığı derinlikli karakterle kendinden söz ettirmeyi başarıyor. Walt Disney’i canlandıran Tom Hanks ise neşeli karakterde biri olarak göze çarpıyor. Maalesef Mr.Banks’i kurtarmak, etkileyici konusuna rağmen hikayesindeki sıradanlık ve senaryoda sırıtan çatışma yokluğu, teatral duruşu ön planda olmasıyla harika bir gişe ve iyi bir çocuk filmi oluyor. P.L.Travers’ın hayatının karanlık tarafının geriye dönüşlerle anlatıldığı filmi büyükler içinde iyi bir seyirlik haline getiriyor.
Burç Karabulut yazdı

Soğuk başlangıçlar

P.L. Travers, Walt Disney ile tanışmak için Amerika’ya gidiyor. Travers başından beri sorunlu bir karakteri olduğunu bize anlatan bir sürü olay yaşıyor. Uçakta, ofiste, dışarda, arabada ve insanlarla konuşmasında hep bir gıcıklık, soğukluk gösteriyor. Çocuk romanı yazmış ve dünyada bu kadar ünlü olmuş bir insan bu kadar antipatik olabilir mi diye soruyorsunuz ister istemez. Walt Disney, olumlu, kabul edici, yerinde arkadaşcıl tavrı -hatta şunu kesin söyleyebilirim- ile adeta Disney ailesinin bir parçası olarak görüyor. Disney’e sıcaklık duyarken Travers’a bir antipati duyuyoruz. Bu noktadan itibaren film, kitabın filme dönüştürülmesi için yaşanan kargaşa sürecini ve Travers’ın adapte olamamasını işliyor. Bar’da İngiliz çayı içmeyi istemesi buna örnek verilebilir.


Bambaşka bir Travers

Travers’ın adapte olamaması onu yalnız, depressif kılıyor gibi görünse de yavaş yavaş sis perdesi kalktığında bambaşka bir Travers görmeye başlıyoruz. Ailesi, hayatı, deneyimleri, travması sırayla sahne sahne seyirciye sunuluyor. Çocuk roman yazarı olan Travers, beklendiği gibi kendi hayatından çok etkileniyor. Hangi yazar etkilenmemiştir tabii o ayrı soru. Sıradan bulunabilir ama Travers’ın hayatında yaşadığı sorunların kaynağına iniyoruz. Bir psikolog nasıl hipnoz yapıp hastasının bilinçaltına yöneliyorsa bizde öyle yöneliyoruz. Antipati silinmeye başlıyor. Bir süre sonra eğlenceli bile oluyor. İşin ilginci Walt Disney’de çok sonra da olsa Travers’a empati yapmaya ve onu çözmeye çalışıyor. Hatta bir zaman geliyor Disney, inatlarından, bağnazlıklarından vazgeçip sadece anlamaya çalışıyor. Travers çok bilinmeyenli bir denklem gibi gözüküyor.

Walt Disney kontrolü ele alıyor

Travers da Disney de kendi isteklerinde inatçılar. Her ikisi de filmi kendi istediği gibi çekmek istiyor. Travers, kendi istediği olmadığı için İngiltereye dönüyor. Bu ayrılış aslında yapbozun parçalarını da yerine oturtuyor. Disney, Travers ile tanıştığından beri ilk defa problemi çözüyor. Filmin çekilmesine giden yolu açıyor. Başarılı bir psikolog gibi Travers’ı çözmeyi başarıyor. Travers başta memnun olmasa da teslim olmak durumunda kalıyor.

Emma Thompson izletiyor 

Film için iki tane iyi şey söyleyebilirim. Biri Disneyland diğeri de Emma Thompson. Yukarda da söylediğim gibi; Emma’nın çok iyi bir karakter analizi yaptığını söylemekle beraber diyalogların iyi yazılmasının da etkisiyle P.L.Travers’ı yaşıyor, yaşatıyor. Korkularının, travmalarını da dikizleyen biz seyirciye de onu takdir etmek kalıyor. Uzayan ve sıkıcılaşan süresine rağmen Emma filmi tek başına almış götürmüş. Oscar adaylığı için bir şey söyleyemesem de Akademi Emma’nın performansı gözardı etmemeli sanki.