28 Nisan 2014

Lovelace


2013 biyografik filmlerin olduğu kadar erotik filmlerin de yılı olacak gibi görünüyor. Nymphomaniac ve The Canyons derken bu iki filme içeriği itibariyle dahil olan son film Lovelace oldu. 70'li yılların ses getiren ilk uzun metraj pornosu Deep Throat'un yıldızı Linda Lovelace'in yükseliş hikayesinin anlatıldığı film, erotik desek de daha çok biyografik bir film. Dindar bir ailenin kızı olan Linda, aile baskısına dayanamayıp evden kaçar. Chuck Taylor adlı bir adama aşık olan Linda özgürlüğün tadına varır. Kısa sürede şöhreti yakalayan Linda Lovelace, cinselliği özgürce yaşar ve bunun savunuculuğu da yapar. Filmde de yaklaşık 6 yıl sonra hayatın karanlık tarafıyla yüzleşen Linda'nın hikayesi anlatılıyor.

Filmi iki parça halinde ele almak gerekirse; ilk yarısının porno sektörüne hızlı bir giriş yapan ve bir anda tüm dünyanın tanıdığı bir stara dönüşen Linda Lovelace'ın mutlu göründüğü ve eşinin kendisini sürüklediği bu yoldan çok da şikayetçi olmayan bir karakter görürüz. İkinci yarıyla birlikte Linda ve eşi Chuck'ın gerçek yüzüyle tanışıyoruz. İçine düştüğü bataktan kurtulmaya çalışan bir kadının mücadelesine tanık oluyoruz. Flasback ve flashforward yaparak anlatılan filmde porno sektöründen ziyade hayatının geri kalanını porno ve aile içi şiddet aleyhine savaşan bir kadının yaptığı u dönüşü mercek altına alınıyor. Filmde bahsettiğim kısımlar ele alınmasa da -Linda'nın yaşadıklarını samimiyet ve açıklıkla anlattığı otobiyografisi üzerinden gidiliyor- perde karardığında yapılan açıklamalarla tablo netleştiriliyor.

70'li yıllar atmosferini ve estetiğini kurmakta zorlanmayan Lovelace, beklendiği gibi cesur bir film değil. Linda Lovelace'ın hikayesi biyografik film tanımına uyacak şekilde anlatılıyor. Yönetmenlerimiz Rob Epstein ve Jeffrey Friedman, belki de oldukça zorlayıcı bir rolü üstlenen Amanda Seyfried'i çok zorlamamak adına, belki de yaş sınırlamasına takılmamak adına seks sahneleri veyahut çıplaklık dozunu minimumda tutmuşlar. Lovelace, bu yönüyle daha fazlasını bekleyen seyirci için hayal kırıklığı olabilir. Özellikle ilk konulu porno film olan Deep Throat'u izlemiş seyirciler için daha tanıdık gelecek bir film Lovelace. Aynı zamanda filmin arkasındaki dramı, bir porno yıldızının dramını olayı dramatize etmeden anlatabilmesi Lovelace'ın en büyük artısı olduğunu düşünüyorum.

Son söz: Amanda Seyfried'in performansıyla parladığı film, iyi bir seyir vadediyor. 6.8\10

26 Nisan 2014

İlk İzlenim: The Green Inferno


2002'de Cabin Fever (Dehşetin Gözleri) ile çıkışını yapan ve art arda çektiği iki Hostel filmiyle geniş kitlelerin tanıdığı bir yönetmene dönüşen Eli Roth, verdiği uzun aranın ardından yepyeni bir korku filmiyle dönüyor.

Roth, The Green Inferno adını verdiği yeni filminde bir grup aktivist öğrencinin yok olan bir kavimi kurtarmak için New York'tan Amazon'a gitmesi, ancak uçak ormanın derinliklerine düşünce, korumaya çalıştıkları yerliler tarafından eseri alınmalarını anlatıyor. Şimdi bu hikaye ve ilk fragman üzerinden Roth'un ne yaptığına bir bakalım.

Yönetmenin ilk üç çalışmasına özellikle de Hostel filmlerine bakarsak, istismar filmleri çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Gore sahnelere çokça yer verilen, şiddeti gösterme açısından da elini korkak alıştırmayan filmler bunlar. Son dönem korku sinemasının 70'li yıllara dönüşünün meyveleri diyebiliriz. The Green Inferno'ya bakarak, istismar filmi çekmeyi seven Eli Roth'un 70'li ve 80'li yıllarda sıkça karşımıza çıkan yamyam filmlerinin bir benzerini çektiğini söyleyebiliriz. Roth'un tarzını düşündüğümüzde istismar filmlerinin tam karşılığı olan Cannibal Holocaust ve Cannibal Ferox'un daha soft bir versiyonunu çektiğini varsayabiliriz. Şüphesiz sert bir film olacaktır The Green Inferno ancak Cannibal Holocaust'u görmüş olanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Ayrıca Roth'un işin içine mizahı da katarak bahsettiğim filmlerin parodisine soyunduğu da söyleniyor.

Amazon ormanlarının yeşil cehennem olarak adlandırıldığı The Green Inferno, ilk teaser fragmanıyla iglimizi çekmeyi başardı. Roth, korku sinemasının tekdüzeleşmeye başladığı şu dönemde yamyam ya da kabile filmlerinin yeni bir versiyonuna girişerek bir farklılık yaratacak bana kalırsa. Filmin Amerika'daki vizyona tarihi 5 Eylül olarak görünüyor. Bize ne zaman uğrar kestirmek zor.

23 Nisan 2014

Vampyros Lesbos


Kariyeri boyunca 150'nin üzerinde film çektiğini bildiğimiz İspanyol yönetmen Jesus Franco, korku sinemasının önemli isimlerinden biri. Aralıklarla çektiği zombi ve vampir gibi alt tür filmlerinin yanı sıra çıplaklığı cesurca kullanmış, 'yetişkin' filmleri de üretmiş bir isim. Yönetmenin en meşhur filmlerinden biri olarak kabul edeceğimiz erotik vampir filmi Vampyros Lesbos, hikayesi İstanbul'da geçen ve çekimlerinin bir bölümü de ülkemizde gerçekleştirilen 1971 yapımı kült bir film. Ama neden kült olduğunu anlamakta zorluk çekebileceğimiz işlerden...

Her gece aynı rüyayı gören Linda, eşi Ömer'le birlikte gittiği gece kulübünde çıplak bir vitrin mankeniyle striptiz yapan kadının etkisi altına girer. Daha sonra çalıştığı firmadan gelen bir mektup üzerine Kontes Nadine adlı bir kadının mülküne gitmek için yola çıkar ve kontesin striptiz yapan kadınla aynı kişi olduğunu fark eder. Olaylar gelişir ama pek de sağlıklı geliştiğini söylememiz oldukça güç. Aynı zamanda bir vampir olan Kontes, söylediğine göre Kont Dracula'nın mirasçısı. Bu da Vampyros Lesbos için hep anlatılagelen Dracula filmlerinin sonrasına bakış atan bir vampir filmi yorumu yapmamıza olanak veriyor. Sırtını Dracula'ya yaslayıp vampir külliyatından uzak düşmemeye özen gösteren bir film bu ama sorun da tam bu noktada çıkıyor. Bildiğiniz gibi Dracula hikayeleri daima klasik vampir filmi şablonuna uymuştur. Gün ışığından şiddetle saklanırlar, aksi halde bu sonları olur. Şimdi kontesimizin Dracula ile birlikteliğini ve mirasçısı olduğunu düşündüğümüzde gün ışığında serbestçe dolaşmasının büyük bir çelişki yarattığını söylememiz gerekiyor. Hatta sahilde güneşlendiğini de görüyoruz kontesin. Franco, iki film arasında bağlantı kurmamış olsa, gün ışığına çıkabilen vampir tanımını yadırgamazdık şüphesiz. Yönetmenin vampir mitini çok da ciddiye almadığını görüyoruz.

Lezbiyen vampir Nadine'i sahnelerinin çoğunda çıplak ya da yarı çıplak olarak görüyoruz. Linda ile olan bağlılıkları erotik sahnelere gebe ama filmde çok önemli bir yer tuttuklarını söylememiz zor. Jesus Franco, çıplaklığın ve erotizmin estetik karşılığını bulmuş bulmasına ama işin vampir ayağı için aynı yorumu yapamıyoruz. Vampir filmi olarak zayıf kalan Vampyros Lesbos, bir kaç sahnesiyle akılda kalabilecek vasat bir film esasında. Franco filmlerinin çoğu gibi... Gündüz çekimlerinin çok fazla olması (kadraja sık sık cami vs. girmesi de cabası) hem vampir filmi hem de erotik film atmosferi oluşturma anlamında büyük bir handikaba neden olmuş. Olay örgüsünün dağınık ve zayıf kaldığı b tipi bir erotik korku filmi bu. Ağır temposu ve pek bir anlam çıkaramadığımız sembolleri de filmin aleyhine işleyen hususlar. Görüldüğü gibi anlatısı, hikayesi ve atmosferi zayıf ama nihayetinde iç gıcıklayan bir cazibesi de olan Vampyros Lesbos, türe özel ilgisi olmayanlar dışında öneremeyeceğim bir film.

Son söz: Vampyros Lesbos, neden kült bir film sorununun peşine takılıp izlenebilir ama fazla bir şey beklemeyin! 4.7\10

18 Nisan 2014

Nymphomaniac: Vol. I & II


Film bildiğiniz gibi ülkemizde yasaklandı. Nemfomanyak; cinsel ilişkiye doyumsuz, tatmini zor, libidosu her an yüksek kadın demek. “Seks+kadın+yasak” kelimeleri bir araya gelince merak kat be kat artıyor bizde tabii. Pek çok insanın (özellikle erkeğin) sırf bu sebeple filmi hayatında torrent nedir bilmese de öğrenip, indirip izlediğine eminim O arkadaşlar için üzgünüm, bu bir porno film değil, drama. Evet, film son derece açık, pornografik sahneler içeriyor bolca. Dayanabilmeniz için ya Lars von Trier fanı olacaksınız, ya da epey bir “açık kafalı”. Şükür ki bende her ikisi de var. Böyle değilseniz filmin size “dokunması“ zor. Gerçi filmdeki mekanik seks sahneleri zaten tahrik edici, heyecanlandırıcı olmaktan ziyade acıtıcı, irite edici. İzlemesi kadar, yazması da zor bir film...
Aylin Okutan yazdı

Sex saplantılı, duygulardan uzak Joe (maskülen bir ad bu arada!) ile aseksüel, yargılamayan, gözlemci, dinleyici, anlatıcı, suç hafifletici Seligman (kutsanmış, mübarek adam demek) arasındaki matematik, müzik, edebiyat, balıkçılık, din referanslarıyla süslü diyaloglar ve epizodlar halinde sunuluyor film.

Joe (Charlotte Gainsbourg), yaptıklarını, seçimlerini ve kendi doğasını kolaylıkla kabul ediyor, (Duygusuz olması sebebiyle mi? Babasının çocukken onu doğaya götürüp birlikte “ruh ağacı”nı aramasından mı?), arkasında duruyor, kendini suçlu ya da bir kurban gibi kötü hissetmiyor, kendine acımadan objektif biçimde anlatıyor hikayesini. Seligman (Stellan Skarsgard), hiçbir yargılama ya da suçlamada bulunmadan, hatta kendi aseksüalitesinin de yardımıyla, onu rahatlatmaya çalışıp, başka bakış açıları getirmeye çalışarak hem dinliyor, hem kendi hikayeleriyle katkıda bulunuyor Joe’ya. Gerçi Joe, bunlardan etkilenmeden devam ediyor duygusuzca bizi şaşırtmaya.

O duygusuz ama biz pek çok duygu arasında gidip geliyoruz; acıma, iğrenme, kızma, şaşırma, anlam verememe ama nihayetinde benim için derin bir üzüntü. Hatta bir pedofile bile acıyacak noktaya gelebilir misiniz? Oluyor... İnsan cinselliğinin karanlıklarına ve kimliklerimize etkisine hiç utanmadan bakıyor Trier. Aslında filmi anlamak için izleyiciden de beklenen bu. Utanmadan, yargılamadan, korkmadan kendi içinize objektif olarak bakabilmek.

Trier'in tüm filmlerinde zarar görmüş kadınlar vardır. Burada da öyle. Kişileri ve olayları doğru/yanlış diye etiketlemeden önce düşünmek lazım, zira her zaman bu kadar basit değil herşey...

Dünyanın büyük bölümü filmden nefret etti. Din ve günah kavramı da yardımcı bu nefrete ve bence Trier de Seligman aracılığıyla bunu manipule ediyor filminde. Cannes’da da istenmeyen adam (Persona non grata) ilan etmişlerdi Trier’i ayrıca. Ama eğer bilinçlatınızın gizli ve karanlık noktalarıyla karşılaşmaktan korkmuyorsanız “orada ne var merak ediyorum” diyerek uçlara gidip bakacak cesaretiniz varsa, sıradışı, düşünmeye zorlayan bir film bu.

Uma Thurman’ın olağanüstü eğlenceli sahnesine, güvenin nasıl sarsıcı biçimde zedelenebileceğini anlatan final sahnesine dikkat .

Ve son bilgi; ‘Nymphomaniac’; Trier’in ‘Antichrist’ ve ‘Melancholia’dan sonraki ‘Depression Trilogy’ (Depresyon Üçlemesi) nin son filmi.

12 Nisan 2014

Blindness (Körlük)


2002 yapımı Cidade De Deus (Tanrı Kent) ile sayısız ödül toplayarak dünyaca tanınan bir yönetmene dönüşen Fernando Meirelles, son yıllarda ülkesi Brezilya'nın yükselişe geçen sinemasında önemli bir paya sahip. Meirelles'in 2008 tarihli son filmi Blindness, 2007 yılında Nobel ödülü kazanan Portekizli yazar Jose Saramago'nun romanı -orijinal adıyla- "Ensaio Sobre a Cegueira"dan uyarlama.

Körlüğe neden olan bulaşıcı bir hastalıktan etkilenenler, bir akıl hastanesinde karantinaya alınırlar. Koğuşlardan birinde kalan bir grup insan, yiyecek stokunu kontrolüne geçirir. İçlerinden biri de kendisini kral ilan eder. Silah zoruyla diğerlerinden değerli eşyalarını talep ederler. Hastalık bulaşmadığı halde kocasını yalnız bırakmak istemeyen bir kadın orada yedi yabancıya destek olur.

Körlük; Saramago'nun günümüz toplumsal değerlerine eleştirel bir bakış attığı, yaşadığımız uygar dünyanın aslında görünenin aksine öyle olmadığını sorgulayan alt metinleri sağlam bir eser. Film de elinden geldiğince kitaptaki dünyayı yansıtmaya çalışıyor. Körlük salgınının baş gösterdiği ilk bölümler başarıyla aktarılıyor. Kitapta olduğu gibi beyazımsı bir körlük tasviri var. Meirelles, beyaz rengi öne çıkararak kitabı görselleştirme konusunda sınıfı geçmiş. Hükümet tarafından tüm körlerin bir akıl hastanesine kapatılmasıyla hikaye ivme kazanıyor. İnsanların hangi durumda-konumda olursa olsun diğerlerine üstünlük kurma çabası, iktidar hırsı, insani değerlerin hiçe sayılması ve düzenin yerini anarşiye-kaosa bırakışıyla toplumsal çöküşün yeni bir olgu değil, düzen içinde yaşıyor görünen toplumun işlerin yoldan çıktığı bir anda her an değişebilir bir yapısının olduğu fazla dramatize edilmeden, gerçekçi bir üslupla ele alınıyor. İdeal toplumun hep ütopya olarak kalacağının resmini bir çeşit sistem eleştirisi boyutuna taşıyarak formülize eden Blindness, kötülük insanın doğasında var diyor ve aynı zamanda salgın kaynaklı felaket filmlerinin izinden gidip farklı noktalara varıyor.

Romanı okuyanların görüşü filmin Saramago'nun cesur hamlelerinin ve öyküde can alıcı kısımların törpülenmesiyle verilmek istenen mesajların eksik kaldığı yönünde. Uyarlama okurları tatmin etmese de filmi izleyecekler için keşfe açık, ilgiye değer bir drama olduğunu belirteyim. Fernando Meirelles'in böylesine güçlü bir romandan beklenen nitelikte bir film çıkaramaması kariyeri açısından bir geri adım olarak görülmemeli. Hayal kırıklığının başlıca sebebi yüksek beklentilerdi. Blindness; gerek üst düzey oyunculukları gerekse de romana göre daha gerçekçi bir tavır takınmasıyla ve salgın filmleri içinde kendi yolunu açıp, umut dolu finaliyle akılda kalmayı başaran takdir edilesi bir çaba.

Son söz: "Sonradan kör olduğumuza inanmıyorum. Bence hep kördük. Gören ama anlamayan insanlar..." Jose Saramago  7.3\10

11 Nisan 2014

Tüm Zamanların En İyi 30 Bilimkurgu Filmi


Bilimkurgu edebiyatı, bilimsel gelişmeler ve faztezilerden beslenen bilimkurgu sineması; türün ilk örneği Georges Melies'in 1902 tarihli Le Voyage dans la lune (Aya Seyahat) filminden bu yana çok yol kat etti. Çağına ayak uydurup, ilerisini öngören, diğer tüm türleri içine alabilen bilimkurgu sineması 112 yıllık tarihinde inanılmaz bir yol kat etti ve en gözde tür olmayı başardı.

Bilimkurgu edebiyatından sinemaya: en iyi 10 uyarlama dosyasına buradan ulaşabilirsiniz

Tür ilk başyapıtını 1927 yılında Metropolis ile verirken 30'lu ve 40'lı yıllarda ilginç örnekler çıkardı karşımıza. 1950'lerde soğuk savaşın etkisiyle başlayan İstila filmleri furyası 60'lı yılların ortalarına kadar devam etti. 1968 yılında 2001: A Space Odyssey ve edebiyat uyarlaması Planet of the Apes türün gidişatını kökünden değiştirdi. 70'li yıllarda birbirinden ilginç bilimkurgu filmleri çekildi. Bilimkurgu sineması alt tür açısından iyice zenginleşti ve diğer türlerle olan melezleşmesi de aynı şekilde 70'lerden itibaren artarak sürdü. 1980 ve 90'lı yıllarda yaşanan teknolojik gelişmeler tür içerisinde bir çok devrim yaşanmasına sebebiyet verirken en son 3D teknolojisinin hayatımıza girmesiyle işin rengi de değişmeye başladı açıkçası. 2000'li yıllara kısmen bir gerileme dönemi olarak bakabiliriz. Ancak son yıllarda türün ikinci bir altın çağa yürüdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.  Öyle ki son gelişmeler ışığında listemi güncelleme ihtiyacı hissettim.

1- 2001: A Space Odyssey (1968)
2- Blade Runner (1982)
3- Metropolis (1927)
4- Terminator II: Judgement Day (1991)
5- Planet of the Apes (1968)
6- The Matrix (1999)
7- Star Wars İlk üçleme (1977-1980-1983)
8- The Fountain (2006)  
9- Twelve Monkeys (1995)
1o- A Clockwork Orange (1971)
11- Alien (1979)
12- Inception 82010)
13- Close Encounters of the Third Kind (1977)
14- Akira (1988)
15- Dark City (1998)
16- Strange Days (1995)
17- Papurika (2006)
18- Aliens (1986)
19- The Fly (1986) 
20- Total Recall (1990)
21- The Abyss (1989)
22- Her (2013)
23- Stalker (1979)
24- Wall-e (2008)
25-  Star Wars: Episode III- Revenge of the Sith (2005)
26- Robocop (1987)
27- The Quiet Earth (1985)
28- Videodrome (1983)
29- The Man Who Fell to Earth (1976)
30- Back to the Future (1985)

7 Nisan 2014

Aronofsky Tufanı: "Noah"


Sinema açısından fazlasıyla tatmin edici 2013 geride bırakıp 2014’e girerken yeni yıldan daha fazlasını bekliyordum. Bu beklentiyi yaratan filmlerden ikisi Nymphomaniac ve Noah’tı. Trier ve Aronofsky’nin yeni filmlerinden beklediğimi bulamadım. Özellikle yazımızın konusu Noah, pek çok açıdan başarıılı bulmama rağmen seyir sırasında şok üstüne şok yaşatarak deyim yerindeyse dumura uğrattı beni. Bundan yaklaşık bir yıl önce ilk değerlendirmemi yaptığımda tanrısının olmadığını söyleyen Aronofsky’nin Nuh Tufanı tutkusunun hikayenin kutsallığından değil, sinemaya hakkıyla aktarılamamış olması ve görsel karşılığını bulma isteği olduğununun ve dolayısıyla da tufana mit olarak yaklaşacağının altını çizmiştim. Yanılmamış ama böyle bir yaklaşımla tufanın mit olarak sorunsuz bir biçimde anlatılamayacağını hesaba katmamıştım.

Dini Epik’e Fantezi Epik aşısı

50’li ve 60’lı yıllarda altın dönemini yaşayan epik sinemanın alt türü dini epikler genellikle kutsal metinlere bağlı kalınarak üretildi. Çok fazla ürün vermeyen bu alt tür bahsettiğimiz dönemlerde The Ten Commandments ve The Bible: In the Beginning gibi gerçek manada dini epik olarak niteleyebileceğimiz (pek çok kez sinemaya uyarlanan Hz. İsa temsillerini epik kısımları sorunlu olduğundan dini epik olarak görmüyorum) klasikler üretti. Günümüzde bu tür dini epik çekilmez oldu derken Aronofsky, Noah ile çıkageldi. Noah’ın bir kolu bu klasiklere uzanıyor. Diğer kolu ise The Lord of the Rings’in devreye soktuğu yeni fantezi epik modelinden etkilenerek dini epik’in içine nüfuz ediyor. Aronofsky’nin türlerle oynayarak epik sinemanın farklı uçlarında yer alan bu iki alt türü bir araya getirme düşüncesi -belki daha sonra aşının tuttuğu örnekleri de göreceğiz- Noah’a olumsuz yansımış.

Aronofsky'nin The Bible: In the Beginning’dekine benzer bir kronoloji takip etmese de tufana sebep olan insanoğlun kötülüğünü, ilk günah ve akabindek Habil-Kabil meselesiyle desteklemesi yerinde olmuş. Bununla birlikte hızlı geçilen yaratılış sekansı ve açılış kısmında bir bocalama seziyoruz. Devreye kendi kurguladığı hikaye girdiğinde daha hakim bir Aronosfky var ama Ent’lerden etkilendiği açıkla görülen Gözcüler, fantezi epik aşısının tutmamasının en büyük sebebi. Özellikle de filmdeki işlevleri düşündürücü.

Aronofsky’nin Nuh ve Tufan yorumu tartışmalı

Darren Aronofsky, insanlık tarihinin en popüler hikayelerinden biri olan Nuh Tufanı’nı alıp yeniden kurgulamış. Noah için Nuh Tufanı uyarlaması dememiz oldukça güç. Ancak Nuh Tufanı’nı temel alıp, onun üzerine oldukça serbest bir uyarlama yapıldığını belirtmemiz gerekiyor. Yazımın başlığını “Aronofsky Tufanı: Noah” koymamın sebebi de bu. Aronofsky için Nuh’un Yunan mitolojisindeki yarı tanrılar Perseus ya da Herkül’den bir farkı yok. İşte sorun da burada çıkıyor. Böyle düşündüğünüz zaman Nuh’u anlayamazsınız. Aronofsky de anlamamış. Dramatik etki arttırma ve çelişkileri olan bir karakter yaratma adına çok tartışmalı bir Nuh profili çizmiş yönetmen. Oysaki The Fountain’de Adem ve Havva’yı, Hayat Ağacı’nı nasıl da adapte edebilmişti hikayesine. Düşünce aynı ama Nuh Tufanı’nı keskin değişimleri kaldırabilecek bir hikaye değil. Bir varoluş ve yokluş hikayesi olarak her şey olması gerektiği gibi işlense de, meselenin özü kavransa da evlere şenlik durumlar Noah’ın en büyük sıkıntısı diyebiliriz. (spoiler vermemek için detaylarını yazmıyorum)

Stüdyo Aronofsky’i bozdu mu?

Genel kanı bu olsa da yanlış bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum. Aronofsky, Pi’yi çektikten sonra Noah’a atlamadı. The Fountain, bir stüdyo filmiydi. Bütçesinin çok yüksek olmaması önemli değil. Orada hikayesini istediği gibi kurgulamış, kafasındakini perdeye aktarabilmişti. Noah’a bakasak hemen hemen aynı durumu görürüz. Filmin sıkıntıları büyük bütçe, efektler ya da stüdyo baskı değil. Eğer epik film çekiyorsanız bu türün gereksinimi olan; bütçe, bol figürasyon, dev setleri kullanmanız gerekecektir. Ve de fantezi epik çekiyorsanız efektlere de bel bağlayacaksınız. Ayrıca kurgu açısından da epik filmler düz hikayeleri sever. Aksi takdirde hezimete uğrayabilirsiniz (Bkz: Alexander). Zaten filmi istediği kurguyla vizyona çıkarmayı başardı Aronofsky. E o zaman Noah’a başarısızlık gözüyle bakacaksak, bunu stüdyoda aramak büyük yanlış olacaktır. Aronosfky hemen hemen kafasındaki filmi çekmiş. Filmin temel sorunu Nuh Tufanı’nı mit olarak ele alması ve yeniden kurgulanan hikayenin tam oturmamış olması diye düşünüyorum.

Son söz: Noah’ın gösterdiği bir şey varsa o da Ateist Aronofsky’i daha çok sevidiğimiz sanırım 7\10

4 Nisan 2014

Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol


Mandela galiba film olamayacak biyografilerin başında geliyor. O kadar çok şey yapıp, o kadar bedel ödemiş biri ki sadece kronolojik bazlı bir anlatıma gidilmemeliydi. Yine de pozitifi de görmeye çalışalım. Idris Elba çok iyi bir oyuncu, potansiyeli olduğunu her sahne dikkati kendine çekerek gösteriyor. Filmdeki diğer oyuncular onun kadar iyi değiller hatta performansları vasatın altında bile sayılabilir. Peki bunları bırakıp Mandela ve özgürlük adına ne anlatabilirsiniz diye sorulsa çok fazla metaryal çıkar eminim. Belki günlerce belgesel izlemeli ve kitaplar okunmalı çünkü Mandela’yı anlatmak kolay bir şey değil. ANC günleri mi, tutsaklık günleri mi yoksa zor yıllardan sonra özgür olup ilk seçilen Cumhurbaşkanı olmak mı? “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol”da yönetmen tam olarak perspektifini bizimle paylaşmıyor. Hikayenin akmadığı, sürekli tıkandığı göze çarpıyor. Yönetmen kurguda bile bunu çözememiş. Bunun üstüne kronolojik bazlı bir anlatıya teslim edildiğinde Mandela resmen katledilmiş.

Burç Karabulut yazdı

Mandela’nın mücadelesine kuş bakışı…

Mandela’ya gelene kadar ki olan 300 filmini hatırlatan epik görünüşlü ucube sahnelerinin, kabile sahnelerinin filmle alakasını çözemesem de bir süre sonra olayların cereyan ettiği Güney Afrika’ya geliyoruz neyse ki. Mandela genç bir avukat olmuş. O günlerden itibaren ayrımcılığı kendine dert edinmiş. Hatta önünde birçok sıra olmuş siyah insanlar öylecene gösteriliyor. Buraya koca bir itirazım var aslında ama sonraya saklıyorum.

Gençliğine ve evliliğine dair her şeyi çok hızlı kuran ve gösterilen Mandela, hemen AUK (Afrika Ulusak Konseyi)’yi kurup mücadelesine başlıyor. Beyaz adam ile siyah adam arasındaki ilişki; baskıcı, terörist, zalim olan beyaz adama karşı mağrur, güçsüz bir siyah Afrikalı imgesi kullanılmış. Beyaz adamın katliamları gırla… Çoğu yerde bu sahneler tarihsel bağlamına da dönülerek, arşivdeki fotoğraflarla da birleştiriliyor ve bu filmin aslında film olmadığı da anlatılıyor (belki docudrama). Bu yaşananlar gerçektir klişesinin yerine fotoğraf ve gerçek görüntülerle filmi desteklemişler. Yaşananlar gerçek ama hikayeye yedirilememiş.

Yönetmenin elindeki malzeme bolluğundan bahsetmiştik. Filmin zamanı da çok mantıklıyken elindeki metaryali hikayeye hiç yediremeyen bir yapımla karşı karşıyayız. Arşivdeki fotoğraflar bunun en iyi örneği olarak göze çarpıyor. Sahne sahne atlanması, iyi kotarılmış çekimlere rağmen bir hikaye oluşamadığının kesin bir kanıtı. Hikayenin başı ve sonu var ama draması yok. Gördüğüm İdris Elba için sahneler seçilmiş ve o da oynamış. Mahkeme sahnesi, hapis sahneleri, anlamadığım şekilde her kesmenin arasında var olan getto sahneleri ve seçime giden süreç filmin tretmanları olurken senaryosu ve dramasını kuramamış. Örneğin; hapis sahnelerinde iradesini sergileyen Mandela, yeri geliyor ağaçlarla uğraşıyor. Hapis ev sahneleri de keza çok basit geçiliyor. Hikaye değil de film olsun da ne olursa olsun kafasıyla çekildiğine inanıyorum.

Niye izledik bu filmi? Mandela kitapları daha iyi

Birbirinden kopuk yer yer amatörce ama görsel olarak iyi kotarılmış Mandela, iradesini her sahnede gösteriyor. Maalesef bu irade, direniş ve mücadele azmine karşın yine de hikayede eksiklikler var. Madem politikacı oldun, rakiplerin olur. Düşmanların olur. Para, rüşvet döner. Nefret olur, hınç çıkar. Filmde bunlar yok. Bir İngiliz parlamentosu değil tamam ama her yerde rutin olur bu işler. Bu saydığım temalardan alt hikayeler çıkarıp filmi zirvede bitirebilirdi Chadwick. Yönetmen Chadwick, anlatamadığı hikayenin ve kuramadığı anlatısının ardından hemen bizi sonla buluşturuveriyor. Perspektif zaten yok. Mandela mı yoksa eşi mi anlatıyor hikayeyi diye kalakalıyor insan. Peki niye izledik bu filmi? diye soruyor insan. Harcanan araya, emeğe ve Weinstein'lere yazık olduğunu düşünüyorum. Mandela olarak o uzun yol yürüdü biz de ona eşlik ederek bu filmle upuzun bir sıkıntı çektik. 

1 Nisan 2014

Kısa kısa... The Call (Acil Arama)


The Machinist ile iz bırakan Brad Anderson’ın son çalışması The Call (Acil Arama), 911 acil yardım hattında çalışan bir santral gövelisi ile kaçırılan bir kız arasında yoğunlaşan bir kurtarma operasyonu gerilimi. Otoparkta bir adam tarafından kaçırılıp, aracın bagajına atılan kızın santral görevlisi aracılığıyla beliren kurtulma umudu, ilk etapta mezara gömülen bir adamın benzer şekilde yardım çağrısını ele alan Buried’i akla getiriyor. Kapalı alanda sıkışma ve zamana karşı yarış açısından net bir bağ kurulsa da iç dinamikleri farklı filmler tabii The Call ve Buried. Sinemanın pek el atmadığı 911 acil hattını bir gerilim filminin merkezine yerleştirmek istediğiniz gerilimi yaratmak için büyük bir imkan veriyor. İlk bir saatinde müthiş bir zamana karşı yarış gerilimi kuran Anderson, son yarım saatte biraz bocalar gibi olsa da son ana dek seyirciyi diken üstünde tutmayı başarıyor. Hatırladığım kadarıyla ikinci yarısından itibaren Anderson’ın elindeki fırsatı kaçırdığı yönünde eleştiriler çıkmıştı. Son kısımda bazı klişelerin devreye girmesi filme bir nebze zarar vermiş ama genel olarak Anderson’ın bir önceki filmi Transsiberian’ın üzerinde bir işe imza attığını düşünüyorum. Gerilimin dışına çıkarsak 911’i aradığınızda neler döndüğünü göstermesi, santral görevlilerinin oldukça zorlayıcı işleri hakkında net fikirler vermesi ve de ne kadar hayati bir konumda olduklarını göstermesi açısından da ilgiye değer bir film olduğunu söyleyebiliriz The Call'ın. 7.2\10