30 Mayıs 2014

En İyi 10 Zombi Filmi

 

Artık hemen hemen herkesin az çok bilgi sahibi olduğu zombi kavramını açıklamakla vakit kaybetmeden, zombilerin korku sineması içerisindeki konumuna ve gelişimine kısaca bakarak bu alt türün en iyi örneklerini sıralayacağım.

Sinemaya 30’lu yıllarda Bela Lugosi’nin başrolünü üstlendiği White Zombie filmiyle adım atan zombiler, uzun zaman bu kavramın ortaya çıkışının da anahtarı olan voodoo büyüsü etrafında dönen filmlerle varlığını sürdürdü. 1943 yapımı I Walked With a Zombie dışında akılda kalıcı zombi filmleri üretilemedi. Ta ki, George A Romero’nun Night of the Living Dead’i sahne alana dek… Voodoo büyüsü yerini kimyasal atıkların hayata döndürdüğü ölülere bıraktı. Bu filmle birlikte genel geçer zombie kuralları ana hatları değiştirilmemek üzere belirlenmiş ve buradan da salgın filmlerine evrilen süreç başlamıştır.

Night of the Living Dead’in ticari başarısı, yeni zombi tanımı ve farklı ülkelerden gelen yeni temsiller, zombi alt türünün bugüne dek birbirinden yaratıcı filmle popülaritesini koruyup, kendi içinde bir evrim geçirerek varlığını sürdürmesini sağladı. Re-Animator, I’am Legend ve 28 Days Later gibi filmler bilimkurguyla, türün parodisine girişen Shaun of the Dead ve Zombieland gibi filmlerle komediyle, yine Resident Evil serisi ve World War Z ile de aksiyon sinemasıyla akrabalık kurularak Warm Bodies’ın romantik zombisine kadar geldik. Tombs of the Bling Dead‘de bir laneti odağına alıp zombilerle tarihsel bir bağlantı kurulmasına şahit olduk. Les Revenant (Geri Döndüler) gibi meselenin varoluşsal sorunlarıyla ilgilenen kalburüstü yapımlar da izledik. 80’li yıllarda Pet Cemetary, Serpent and the Rainbow ve Re-Animator’un yenilikçi fikirlerle yarattıkları zombiler de unutulmamalı…

1- Night of the Living Dead (1968)

2- Dawn of the Dead (1978)

3- 28 Days Later (2002)

4- Day of the Dead (1985)

5- Braindead (1992)

6- Re-Animator (1985)

7- Rec (2007)

8- Zombie 2 (1979)

9- Resident Evil (2002)

10- Shaun of the Dead (2004)

27 Mayıs 2014

Övgüye boğulan "Locke" görücüye çıkıyor!


Yılın en çok beğenilen filmlerinden biri olan Locke izleyiciyi “Telefon Kulübesi” tarzı gerçek zamanlı bir heyecan fırtınasının içine çekiyor. Hollywood’un yükselen yıldızlarından Tom Hardy’nin başrolünde olduğu film kariyerinin en önemli gününde hiç kimseye bir şey demeden ortadan kaybolan Ivan Locke’un hikayesini anlatıyor. Locke’un hayatı adeta bir rüya gibidir; mükemmel bir ailesi ve sevdiği bir işi vardır. Bunlara ek olarak bir sonraki gün kariyerinde uzun zamandır beklediği adımı atacaktır. Fakat aniden gelen bir telefon Locke’un bütün hayatını kabusa çevirecek ve her şeyi bir kenara bırakmasına neden olacaktır. Locke’un hayatını bir arada tutma çabası adeta zamana karşı bir yarış başlatacaktır. Yapımcıları arasında Joe Wright’ın bulunduğu filmin yönetmenlik koltuğunda ise “Şark Vaatleri”, “Kirli Tatlı Şeyler”in senaryolarına imza atan Steven Knight bulunuyor.

Yazar-yönetmen Steven Knight, Locke fikrini kafasında oluşturmaya 2012 sonlarında, Hummingbird’e son rötuşları yaptığı günlerde başladı. “Tüm süreci en temel unsurlara, özüne indirgemek istedim,” diyor Knight. “İnsanları bir odaya kapatırsınız. Işıkları söndürüp, 90 dakika boyunca perdeye bakmalarını ve olup bitenlerle ilişki kurmalarını istersiniz. Sinema konusunda yolculuk ve karakter kavramlarından bahsedilir. Locke, tüm bunları bir potada eritiyor. Bu filmde yolculuk da gerçek, karakter de. Hikayenin başında güzel bir işi, ailesi, karısı olan bir adam var. Yolculuğun sonuna gelinirken elinde hiçbir şey kalmaması durumuyla yüzleşecek duruma geliyor.”

Başrolde Tom Hardy’nin yer aldığı Locke, neredeyse tamamı bir otomobil içerisinde geçen bir film. Ivan’ın sadece yüzünü görüyoruz. Diğer karakterlerin ise yalnızca telefon hattının diğer ucundaki sesini duyuyoruz. Bazen öfkeli, bazen neşeli, bazen yıkıcı telefon görüşmeleri yapılıyor. Arka planda hipnotize edici bir “otoyol ışıkları” manzarası var. Ivan başındaki dertlerle mücadele ederken ve kritik seçimler yaparken, bu ışıklar hem Ivan’ın yüzünü hem de hikayenin bilinmeyen detaylarını aydınlatıyor.

Locke, 13 Haziran'da ülkemizde vizyona çıkarılıyor.

Yabancı basında çıkan yorumlar heyecan verici:

“Büyük, evrensel bir temayı perdeye yansıtıyor” THE HOLLYWOOD REPORTER

“Muhteşem bir ‘tek kişilik gösteri’! O direksiyonun arkasında Hardy’den başkasını görmek istemezdim.”

Chris Nashawaty, ENTERTAINMENT WEEKLY

“Locke gerilim dolu, iyi yazılmış, iyi kurgulanmış bir dram. Hardy’nin doğal ve sürükleyici performansı, filmi taşıyor ve ödül almayı hak ediyor.”

Anne Thompson, INDIEWIRE

“Büyüsünden kurtulamıyorsunuz!”

Peter Travers, ROLLING STONE

“Bu senaryo için oyuncunun inkar edilemez derecede güçlü bir ikna yeteneği olması gerekiyor. Hardy’nin müthiş performansı olmadan Locke’un ortaya çıkması hayal bile edilemezdi.”

Kenneth Turan, LA TIMES

“Yabancı bir yüze hayat veren Bay Hardy, sizi filmin içine çekiyor.”

Manohla Dargis, NY TIMES

“Yazar-yönetmen Steven Knight, mümkün olabileceğini düşünmediğimiz kadar üst seviyede bir gerilim ortaya çıkarmayı başarmış.”

Rex Reed, NEW YORK OBSERVER

“Locke etkileyici derecede cüretkar; gerilim dolu ve yankı uyandırıcı.”

Travis Hopson, EXAMINER

“Locke muazzam! Gerilimi gözler önüne seren bir dram.”

Jessica Kiang, INDIEWIRE

“İnanılmaz derecede heyecan verici bir film olduğunu söylemeliyim. Ahlaki bir ikilem, müthiş bir gerilime dönüşmüş.”

Antonia Quirke, Review FINANCIAL TIMES

24 Mayıs 2014

X-Men 'Tarih yazıyor': Days of Future Past

 

Ekip ruhu motivasyonuyla beslenen, makine-insan savaşını mutant-insan savaşı biçiminde hayata geçirerek, evrim basamağına bir halka daha ekleme cüretini gösteren X-Men serisi, 2000 yılında başladığı sinema yolculuğuna devam ediyor. 2006’da noktalanan ilk üçlemeyi Wolverine spin-off filmi takip etmiş ve yeni bir seri için de harekete geçilmişti. Son dönemde artan önbölüm hüviyetindeki filmlere X-Men de First Class ile katılmış ve Star Trek gibi bizleri karakterlerimizin gençlik dönemine götürmüştü. Ancak burada daha zekice bir hamleyle geçmişte alternatif bir gerçeklik yaratılıyor, kendimizi Küba Krizi’nin göbeğinde buluyor, aksiyonu ve dramatik yapısı sağlam bir filmle başbaşa kalıyorduk. X-Men. First Class’ın yakaladığı derinlik, serinin devam filmi X-Men: Days of Future Past’ın omuzlarına daha büyük bir sorumluluk yüklüyor ama Hollywood’da X-Men evrenine yeni katmanlar ekleyerek kendi çapında devrimci bir süperkahraman filmi yaratmasını başarıyor.

Tarih olmak mı, tarih yazmak mı?

Geçtiğimiz yıl izlediğimiz Wolverine filminin sonunda Profesör ve Magneto’nun Wolverine ile irtibata geçişine tanık olmuştuk. Hikayeyi anlatmaya o noktadan devam eden Days of Future Past’ta karanlık bir gelecek tablosu çiziliyor. Profesör ve Magneto’nun birlikte hareket etmesinden anlayacağımız üzere mutant savaşı tarih olmuş ve hatta mutantlar da tarih olmak üzere… İnsanoğlunun kendi neslini tehdit eden mutantlara karşı temelini 70’li yıllarda atıp geliştirdiği ‘Sentinel’ adı verilen robotların, günümüzde mutantlarla verdikleri savaşı nihai sonuca vardırmaya yaklaştıkları bir zamanda, son çare olarak meseleyi kökünden çözmek ve tarihi baştan yazmak amacıyla Wolverine 70’li yıllar Amerika’sına gönderiliyor.

Zaman yolculuğu temasına devrimci yaklaşım

Days of Future Past, zaman yolculuğuna el atarken bunu da kendine has bir yöntemle gerçekleştiriyor. Beden burada kalıyor, zaman yolculuğu yapan kişinin zihni genç bedenine transfer ediliyor. Bu sayede de zaman yolcululuğu teması kendi içinde bir devrim gerçekleştirmiş oluyor. Yolculuğun yapılış amacı gelecekteki kıyameti önleme amacı taşıdığından bizi Terminatör’ün dünyasına ulaştırırken,kişinin genç veya yaşlı kendisiyle karşılaşması durumu da yine Back to Future ve Twelve Monkeys’ten farklı bir biçimde hayata geçiriliyor. Bu durumun da tıpkı zaman yolculuğu gibi zihinsel bir boyuta açılarak gerçekleştirildiğini söylememiz gerekiyor. Diğer önemli bir nokta ise geçmişe müdahale edip, geleceğimizi değiştirebiliriz fikrinin cesur bir girişimle uygulanmaya çalışılmasıdır. Bu cesur girişim tüm X-Men filmlerine farklı bir gözle bakmamızı sağlayacak mıdır? Cevabı filmde gizli…

Mystique ve Wolverine’in filmi diyebilir miyiz?

Mutant neslini yok edecek Sentinel robotların yenilmez olmasında Mystique’in dolaylı da olsa etkisi var. Geleceğin karanlık dünyasına giderken Mystique’in yeni bir savaşı başlatacak mutant olması onu Days of Future Past’in açılması gereken kilidi konumuna getiriyor. O kilidi açacak anahtarı Wolverine’in getirdiğini söyleyebiliriz. Wolverine’in ekibi toplaması, geçmiş ile gelecek arasında bir köprü vazifsi görmesi de Days of Future Past’ta öne çıkmasını sağlıyor. Wolverine’in popülaritesi de ticari kaygılarla birleşince hikayenin bu şekilde vuku bulmasında önemli bir etken kuşkusuz. Days of Future Past’ın Mystique ve Wolverine kadar Profesör’ün de filmi olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Wolverine anahtarı getirse de onu çevirip kilidi açan o.

Alternatif gerçeklik mevzusunun ikinci ayağı daha zeki ve daha kıvrak

Küba Krizi’nden sonra Kennedy suikastına da değinip, geçmişte zamansal bir sıçrama yaparak Nixon’ın Amerika’sında açıyoruz gözlerimizi. Vietnam Savaşı’nın yarattığı kaotik ortamda çok daha çetin bir savaş başlıyor. Darth Vader’ı andırırcasına gücün karanlık tarafını seçen Magneto’nun sürekli saf değiştirdiği, Profesör’ün kaybolduğu ve kendisini bulmaya çalıştığı günlerde Days of Future Past; açtığı katmanlarla öyle zekice hamleler yapıyor ki, bunu dozunda bir mizah ve aksiyonla yoğurup, umut dolu mesajlarla servis edince tüm X-Men külliyatının en unutulmaz filmine imza atıyor Bryan Singer. Genç Profesör’ün kendi geleceğiyle konuştuğu an ise bir zirve noktası hiç şüphe yok. Days of Future Past, First Class’ın son bölümde yarattığı inanılmaz füze gerilimi gibi bir sahneyi aratsa da filmin dramatik yapısına ve bütüne baktığımızda burun farkıyla serinin en iyi filmine dönüştüğünü söyleyebiliriz. 8.5\10

21 Mayıs 2014

Yeniden Sinemaya Uyarlanması Gereken 3 Roman


Kendisini sürekli yenileyen ve çağına ayak uyduran sinema, müziği henüz başlangıcında film gösterimlerinde kullanmaya başlamış bunda filmlerin sessiz olmasının büyük etkisi olmuştur. Sinema sese kavuştuğunda ise sinema ve müzik birbirinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Filmler hikaye anlatmaya başladığında ise sinemanın edebiyatla olan birlikteliği başlamış ve çığ gibi büyümüştür. İlk konulu film olan George Melies imzalı Aya Seyahat’in Jules Verne’in romanından uyarlanmış olması manidardır. Bu ilk uyarlama ve ilk konulu filmden sonra hikaye anlatmanın veya bir hikaye içinde kaybolmanın en eğlenceli yolu sinemadan geçmeye başlamış ve edebiyat sinemayı besleyen sanat dalları arasında her zaman başı çekmiştir.

Romanlar sinemaya aktarılırken, bu aktarım esnasında yazarların hayalgüçleriyle yarattıkları dünya ile okuyucunun zihninde yarattığı arasındaki farklılıktan daha fazlası yönetmenin esere kendi yorumunu getirmeye kalktığında ortaya çıkmaka, yazarın betimlemeleri, tasvirleri ve detaycılığı da çoğu zaman uyarlamadan beklenilenin bulunamamasına ve hayalkırıklığına sebep olmaktadır. Senarist ve yönetmen yetersizliği kadar kimi zaman yeterli bütçenin sağlanamaması, kimi zaman romandaki alt metin ve eleştirel tutumun ticari kaygılar nedeniyle görmezden gelinmesi gibi nedenlerle birçok romanın ilk uyarlaması başarısızlıkla sonuçlanıyor. Ben de önceki uyarlamalarıyla heba edilen ve bir şans daha verilmesi gerektiğini düşündüğüm birbirinden önemli üç kitaba dikkat çekmek istedim.

Dune

Frank Herbert’in ilkini 1965’te sonuncusunu ise 1984 tamamladığı (7. kitabı bitiremeden ölmüş) 6 kitaptan oluşan Dune serisi, bugün bilimkurgu edebiyatının en önemli eserleri arasında gösteriliyor. Bu görkemli serinin ilk kitabı olan Çöl Gezegeni Dune, ayrıksı sinemacı David Lynch tarafından 1984’te sinemaya uyarlandı. Ne var ki film, büyük bir hezimetle sonuçlandı. Gişede zarar etmesinden bahsetmiyorum, Lynch’in türe uzak bir isim oluşu, dönemi için büyük bütçeli bir filmin kamera arkasına geçmesi ve bir nevi memur yönetmenlik yapması sonucunda Dune, yönetmenin tek kötü filmi olarak filmografisindeki yerini aldı. Lynch, Herbert’in uzak bir galakside kurguladığı destanını görselleştirme anlamında da sınıfta kalarak b tipi bilimkurgulardan hallice bir filmle çıkıyordu hayranlarının karşısına. Bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın Yüzüklerin Efendisi ile kıyaslanabilecek tek kurgu roman olarak nitelendirdiği Dune serisi, ilk kitaptan başlanarak, uzun soluklu bir sinema yolculuğunu hak ediyor. Bilimkurguya hakim yaratıcı bir yönetmenin ellerinde teslim edilerek ikinci bir şans verilirse, bu kez hedefe ulaşılacağını düşünüyorum.

Whispers (Fısıltılar)

Korku edebiyatının usta isimlerinden Dean R. Koontz’un 1980’de basılan ve yazarın en iyileri arasına rahatlıkla alabileceğimiz eseri Fısıltılar, pisikopat bir katilin bir kadına musallat olduğu bir gerilim ama açıldıkça büyüsünü hissettiren ve detaylarıyla zaman zaman kan donduran, polisiye ayağı da olan bir kitap. 1990 ylında sinemaya uyarlanan Fısıltılar, çoğunlukla tv filmleri çekmiş Douglas Jackson’a emanet edilince ucuz bir tv filminden farklı olmayan bir iş çıkmış ortaya. Koontz, yarattığı karakterlerin hepsi üzerinde inanılmaz titiz bir çalışma yapmış. Karakterlerin geçmişleri, birbirlerini tamamlayıcı yönleri ve olayın gizemi açıldıkça hayret uyandıran yapısı türü sevenlerin aklını alacak cinsten. Böyle bir roman en azından eli yüzü düzgün bir uyarlamayı hak ediyor. Ve o uyarlama geldiğinde sinema tarihi öyle bir psikopat katile kavuşacak ki…

20.000 Leagues Under the Sea (Denizler Altında 20 Bin Fersah)

Jules Verne’in 1870 yılında yayınlanan ve kısa zamanda klasikleşen eseri, bizdeki adıyla Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, George Melies’in kısa filmini ve 70’li yıllarda yapılan animasyonu da sayarsak dört kez sinemaya uyarlandı, tv filmleri de üretildi. Bunlar içinde Richard Fleischer’ın yönettiği 1954’te yapımı film başarılıydı. Bu başarısını da savaşlarla kendisine kötü bir son hazırlayan insanlığa eleştirel bir bakış atabilmesine ve iyi bir serüven filmi çıkarabilmesine borçluydu. Neden tekrar uyarlanmalı sorusunun cevabı ise 50’li yıllar bilimkurgularının birkaç örnek dışında derinlikten uzak oluşu ve türün evrimini tamalamaması ve görsel olarak da yeterli seviyeye çıkılamıyor oluşu diyebiliriz. 20.000 Leagues Under the Sea’nin yeniden uyarlama çalışmalarının sürdüğünü ve önümüzdeki yıllarda tekrar karşımıza çıkacağını ekleyelim.

16 Mayıs 2014

Interstellar'dan beklenen fragman geldi


Christopher Nolan'ın bilimkurguya dönüş projesi Interstellar'ın beklenen fragmanı yayınlandı. Tatminsizlik  yaratan ilk teaser fragmanın ardından giriş niteliği taşıyan ikinci fragman da aslında çok fazla ipucu vermiyor. Fragmanın büyük bölümü uzaya çıkış hazırlıkları ve ana karakterlerimizi tanıtmakla geçiyor. Fragmanda kullanılan sahnelerin hemen hemen tamamının filmin ilk 20-25 dakikalık diliminden olduğunu söyleyebiliriz. Bizleri uzayda nasıl bir yolculuk beklediği hala muamma.. Filmle ilgili daha fazla detayı "Nolan yine büyük oynuyor: Interstellar" yazımda bulabilirsiniz.


Kimlik bunalımının yarattığı düşman: Enemy


Incendies ile tanıdığımız Denis Villeneuve, bu yıl Prisoners ve Enemy filmleriyle çıktı karşımıza. Üç filmin ortak noktası seyirciyi şaşırtan finalleri diyebiliriz. Yönetmenin 33. İstanbul Film Festivali'nde Türk sinemaseverlerle buluşma imkanı bulan son çalışması Enemy (Düşman), Portekizli yazar Jose Saramago'nun Kopyalanmış Adam adlı eserinden uyarlama. Arkadaşının önerdiği bir filmde kendisine tıpatıp benzeyen bir adamı aramaya başlayan bir tarih profesörünün hikayesi olarak özetleyebileceğimiz Enemy, farklı okumalara açık tartışmalı bi film.

"Kaos, henüz anlaşılmamış bir düzendir" cümlesiyle açılan Enemy, bu cümlenin ardında gizlenen bir hikaye anlatıyor. Lynchvari bir atmosfer kurup, benzer bir anlatı tutturan Villeneuve, Saramago'nun eserinden serbest bir uyarlayla çıkıyor seyircinin karşısına. Villeneuve, filmin başlarında birbirinin kopyası olan Tertuliano ve Antoino'nun aynı kişi olabilir mi sorusunu sorduruyor ve Tertuliano'nun rüyalarını da devreye sokup bu kanıyı destekleyici bazı argümanlar yerleştiriyor filmine. Esasında elimizde tek bir karakter olabilir. Tertuliano'nun çoklu kimlik bozukluğundan muzdarip olabileceğini varsayabiliriz.

Öte yandan Saramago'nun kitabının çevirisinde de kullanılan 'Kopyalanmış Adam' isminden yola çıkıp Enemy'i bir bilimkurgu öyküsü olarak okumanın da mümkün olduğunu belirterek farklı teoriler üzerine gitmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Buradan devam edersek dünya dışı farklı bir türe ulaşabiliriz. Kopya olduğunu varsaydığımız Antonio'ya ulaştırılan gizli zarf ve filmin açılışında yer alan ve daha sonra anlam kazanan gizli ve bir o kadar da tuhaf davet farkı tür teorisini güçlendiren veriler. Ama başa dönersek kaosa vurgu yapılıp, tarih profesörümüz Tertıliano'nun dersinde bahsettiği tarihteki yönetim biçimleri ve her şeyin kontrolde bittiği sözleri insanoğlunun kontrol altında tutulduğu fikrini akla getiriyor. Enteresan bir teori olmakla birlikte orijinal metnin yazarı Saramago'nun böyle bir hikaye anlatmayacağı kanısına da varabiliriz. Bu teoriyi geçerli kılabilecek tek etken metofor olarak kullanılmış olabileceği gerçeğidir kanımca.

Peki, ne anlatıyor bu hikaye? Bu soruya net bir cevap vermek oldukça zor. Bunun sebebi de daha çok filmin uyarlandığı romanı hakkıyla uyarlayamıyor oluşu. Yani filmi okuyabilmek için romana ihtiyaç duyuyoruz. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz sanırım; orijinal metni ve Jose Saramago'yu düşündüğümüzde Enemy'nin daha çok modern toplumlardaki bireyin kimlik bunalımlarıyla ilgilendiğini ve bunu da metoforlar yoluyla gerçekleştirdiğini belirtmek gerekiyor. Filmi başında ve sonunda farklı biçimde görülen Tarantula ve şehirde kısa bir an gördüğümüz dev örümceğimsi yaratık tam olarak neyi simgeliyor? İşte film bu noktada yetersiz kalıyor.

Filmin genel yapısına bakarsak hikayenin 'mystery' dediğimiz türde bir gerilim olarak ele alındığını görürüz. Birbirinin kopyası olan iki insan karşılaştıktan sonra tam bir çıkmazın içine çekiliyoruz. Villeneuve'nun sonuçlardan ziyade sorularla ilgilendiğini, seyirciyi de kaos içine çekmek istediğini söyleyebiliriz.

Son söz: Villeneuve'nun filme garip bir finalle nokta koyması genel bir tatminsizlik hissi yaratmıyor değil. Merak unsurunun bu kada yoğun olduğu bir filmin bu şekilde noktalanması genel kitleyi memnun etmeyecektir. 6.5\10

13 Mayıs 2014

İlk İzlenim: Maleficent


Yaz sezonun iddialı projelerinden biri olan Maleficent, Hollywood’un başlattığı yeni furyanın son örneği. Çocuk masallarından yetişkinlere yönelik gösterişli filmler çekme eğilimi The Brothers Grimm, Red Riding Hood, Hansel & Gretel: Witch Hunters ve Snow White and the Huntsman derken Angelina Jolie’nin başrolünü üstlendiği Uyuyan Güzel masalına farklı bir perpektiften bakmayı deneyecek Maleficent ile devam edecek.

Maleficent, Disney’in “Uyuyan Güzel”indeki en kötü karakterlerden birini ele alarak tertemiz bir kalbin ihanetle nasıl taşa dönüştüğünü resmediyor. Görkemli siyah kanatlara sahip güzel, saf ve genç bir kadın olan Malefiz, barışçıl bir orman krallığında büyüdüğü için huzurlu bir hayata sahiptir. Ta ki bir gün insanlardan oluşan istilacı bir ordu gelip, topraklarının düzeni tehdit edene kadar… Malefiz, topraklarının koruyucusu olur ama acımasız bir ihanete uğrayınca o saf kalbi taşa dönüşür. İntikam hırsıyla dolan Malefiz, insanların kralıyla destansı bir savaş verir ve kralın yenidoğan çocuğu Aurora’yı lanetler. Çocuk büyüdükçe Malefiz, Aurora’nın krallığa başarı getirecek ve Malefiz’in gerçek mutluluğunu sağlayacak olan anahtar olduğunu fark eder.

Maleficent’in fragmanlaına baktığımızda 2 yıl önce izlediğimiz Pamuk Prenses uyarlaması Snow White and the Huntsman’ın izinden gittiğini söyleyebiliyoruz. O film çocuk masalını alıp bir epik fantezi ürünü ortaya çıkarmıştı. Maleficent de aynı formülün izini sürüyor. Pamuk Prenses ve Uyuyan Güzel hikayeleri de belli ölçüde birbirine benziyor. Maleficent’in farklılığı olayı cadının bakış açısından yansıtacak olması. Burada yeni yerler feth edip, hakimiyet alanını genişletmek isteyen bir kralın huzur bozan bir anlamda kötü olarak gösterilmesi ve Maleficent'in kötülük yapmaya mecbur bırakılması gibi bir durum var. O açıdan hikayenin Uyayan Güzel merkezli değil de Maleficent'i öne çıkararak ele alması filme olan yaklaşımımızı da etkiliyor.

Görsel anlamda birinci sınıf bir iş çıkarıldığını şimdiden söyleyebileceğimiz Maleficent, masal uyarlamalarının iyi örneklerinden biri olacak gibi. Filmin yönetmenliğini Avatar ve Karayip Korsanları gibi dev projelerin sanat yönetmenliğini yapan iki Oscarlı Robert Stromberg üstlendiği film, 30 Mayıs’ta vizyona çıkarılıyor.

11 Mayıs 2014

The Congress 30 Mayıs'ta vizyona giriyor


Geçtiğimiz yıl, Cannes Film Festivali’nin Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünün açılış filmi olan The Congress (Son Şans), Stanislaw Lem'in kült bilimkurgu romanı The Futurological Congress (Gelecekbilim Kongresi)in serbest bir uyarlaması.

The Congress yönetmeni ise Beşir'le Vals adlı canlandırma filmle Oscar'a aday gösterilen Ari Folman. Filmin başrolündeki Robin Wright, kendini oynuyor. Wright'a büyük bir yapım stüdyosu tarafından sinemasal benliğini satması teklif edilir. Stüdyo, Wright'ı dijital olarak tarayacak, görüntüsünü her türlü Hollywood yapımında kullanma hakkına sahip olacaktır; böylece Wright hem çok para kazanacak hem de 20 yıl boyunca ekranlarda hep genç kalacaktır. The Congress sözleşmesinin bitişinin ardından Robin Wright'ın geleceğin sinema dünyasına dönüşünü izliyor.

Başka Sinema salonlarında 30 Mayıs'ta seyirci karşısına çıkacak olan film, gerçekle animasyonun ilginç bir birleşimini sunuyor. Filmin sektörün geleceğine dair de öngörüde bulunduğunu söyleyebiliriz sanırım.

9 Mayıs 2014

Kış Uykusu'na dair...


Nuri Bilge Ceylan’ın yedinci uzun metrajı Kış Uykusu, bu yıl 67. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye'yi kazanıp ülkemize büyük bir gurur yaşatttı. Geçtiğimiz haftalarda ilk fragmanı yayınlanan film, büyük bir heyecana sebep oldu. Fragmandan ve elimizdeki verilerden yola çıkarak filmle ilgili ilk izlenimlerimi paylaşmak istedim.

Fotoğrafçılıktan gelmesinin de etkisiyle olanı olduğu gibi görselleştirme eğiliminde olan Ceylan, karakterlerinin de iç dünyasını yalın bir anlatımla veren minimalist bir sinemacı. Üç Maymun ile ilk değişim emarelerini veren yönetmenin Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle yeni bir yola girdiğini açıkça görmüştük. Peki Kış Uykusu nerede duracaktı? İlk fragmana baktığımızda Bir Zamanlar Anadolu’da’ya oranla Kış Uykusu’nda radikal değişiklikler göreceğiz sanırım. BZA’da diyalog kullanımını artıran Ceylan, Kış Uykusu’nda da diyalog yazarken elini korkak alıştırmamış gördüğümüz kadarıyla. Bir buçuk dakikalık ilk fragman ne kadar sağlıklı veriler sunuyor bu tartışılır ama fragmanda müzik kullanılması da sevenlerini şaşırttı. Schubert’in eserlerinden birini fon müziği olarak kullananan Ceylan, acaba filmde de müzik kullandı mı? İlk izlenimimiz kullandığı yönünde. Bu da sözünü ettiğimiz radikal değişimin en büyük göstergesi. Ancak öte yandan özünde Ceylan yine bildiğimiz gibi… Doğanın göbeğine bırakılan ve her şeyden uzaklaşmak isteyen karakter(ler)i ve anlatısıyla…

Sosyal medyada çokça dillendirilen “Ceylan karakterleri Demirkubuz karakterleri gibi konuşuyor” eleştirisine ise pek anlam veremediğimi söylemek istiyorum. Filmler değişir, karakterler değişir ve doğal olarak konuşma tarzları da değişir, değil mi? Hep aynı anlatının beklenmesini anlarım ama konuşma tarzı değişebilir. Bahsedilen durumu seçilen oyuncularla da ilişkilendirebiliriz ayrıca. Fragmana baktığımızda zaten bu yorumun tüm karakterler için yapılamayacağını ve filme olumsuz bir yansımasının da olmayacağının altını çizmek gerekiyor.

Kış Uykusu ile ilgili düşüncelerim için tıklayınız

6 Mayıs 2014

Bilimkurgu sinemasında “Altın Çağ”ın klasik serileri canlanıyor

 
1968 yılında ikinci doğumunu gerçekleştiren bilimkurgu sineması, bu tarihten itibaren kafalarda oluşan “serüven filmleri üreten tür” imajını yıkmayı başarmış ve yeni ufuklara yelken açmasını bilmiştir. 70’li yıllara Planet of the Apes’in her yıl bir adet çekilen devam filmleriyle girildi. Hepsi de başarılı olunca bilimkurgu sinemasında klasikleşecek serilerin ilki doğmuş, diğerleri için de uygun zemin hazırlanmış oldu. Elbette 68 sonrası dönem için altın çağ tanımlamasını yapmamızın asıl sebebi bu değil. Türün kendini sürekli yenilemesi, yeni alt türler açması, yeni temalar ve başka türlerle melezleşerek evrimini sürdürmesi, insanoğlunun kendisini, geçmişini, bugününü ve geleceğini sorgulaması, geçmişine ve bugününe bakarak ürettiği distopyalarla eleştirel yönünü hep açık tutması, felsefesini ortaya koyması ve bunları yaparken her dönemin ruhuna uygun klasikler üretebilmesi diyebiliriz.

Türün gidişatına baktığımızda “Altın Çağ”dan kopulamadığını net bir biçimde görüyoruz. Bunun başlıca sebebi ise yenilerinin üretilememesi veyahut üretilenlerin de “altın çağ” klasikleri gibi zengin ve genişletilebilir bir dünya sunamaması ve mitolojilerinin cılız kalması denilebilir. Bunu başaran örnekler çıkıyor kuşkusuz. “Altın Çağ”ın son ürünü The Matrix iki devam filmiyle, çizgi roman menşeli X-Men serisi (ve 3 devam filmiyle dönecek olan Avatar da dahil edilebilir), bu dönemin en başarılı yeni bilimkurgu serileri olduğunu söyleyebilirz.

Planet of the Apes’e yeni seri…

Bilimkurgu serilerinin önünü açan Planet of the Apes başarısız bir remake’in ardından 2011’de Rise of the Planet of the Apes ile taze bir başlangıç yaptı. Bu serinin zamansal olarak ileriye gitmesi çok da olumlu sonuç vermeyeceğinden, ilk serinin (devam filmlerinin) anlatmakta yetersiz kaldığı, maymunların nasıl oldu da dünyada hüküm sürmeye başladığını ve evrimini ancak bir prequel netleştirebilirdi. Rise of the Planet of the Apes de sağlam bir temel inşa ederek başarıya ulaştı ve yeni bir serinin doğmasını sağladı. Dawn of the Planet of the Apes de bu yaz seyirci karşısına çıkacak Açıkçası yeni bir Maymunlar Cehennemi serisi gerekliydi. İlk serideki devam filmleri başarılı olsa da sonuçta ilkinin derinliğini yakalayamamıştı. Bu açıdan post apokaliptik bilimkurguların en yaratıcı olanlarından birinin yolculuğuna devam etmesi fazlasıyla memnun edici.

Star Wars küllerinden doğacak!

George Lucas’ın 1977’de yarattığı Star Wars, bilimkurgu sinemasının en önemli serisi… İlk üçleme öyle sevildi, öyle benimsendi ki Lucas, 1999’da yeni bir üçlemeyle geri döndü. Yan ürünleriyle inanılmaz bir pazarı olan Star Wars, uzun zamandır konuşulan yeni bir üçlemenin kapısını aralıyor. J.J. Abrams’ın yönetmen koltuğuna oturduğu 7. filmde Harrison Ford, Mark Hamill ve Carrie Fisher’ı unutulmaz karakterleriyle tekrar izleyeceğiz. Bunun anlamı da yeni üçlemenin zamansal olarak ileri gideceği ve ilk üçlemeyle organik bir bağ kuracağı. Başta Disney’in finanse edeceğinin öğrenilmesiyle hayal kırıklığı yaratan ancak Abrams’ın dümenin başına geçmesi ve eski ekibin kilit oyuncularının yeni seriye adapte edilecek olmasıyla hem aksiyon anlamında hem de ruh katma babında başarılı bir iş ortaya koyulacağı görüşü ağırlık kazandı.

Star Trek sil baştan!

Bilimkurgu sinemasının uzay operası alt türünün Star Wars'la birlikte en uzun soluklu ve en popüler serisi Star Trek, 70'li yılların sonunda sinemaya transfer olarak arkası kesilmeyecek bir seriye dönüşmüştü. 1994’te yeni nesil adıyla bir seri daha çekildi ancak görselliği, efektleri, kadrosu kısacası baştan ayağa kusurlu bir seriydi bu. Bilimkurgu ve aksiyon sinemasının bugün en yetenekli isimlerinden biri olarak kabul ettiğimiz J.J. Abrams’ın 2009’da hikayeyi ilk kez en baştan anlatmayı denemesi ve önceki filmlere eskik olan aksiyonu zerk etmesiyle başarılı oldu. Star Trek’in birbirinden bağımsız hikayelerden oluşması onu türün en uzun serisine dönüştürdü. Beyazperde de 12 kez canlanan seri birkaç yıl içerisinde 13. filmiyle karşımızda olacak.

Alien evrenine can suyu

70’lerin sonunda başlayıp 1997‘de 4. filmiyle sonlanan Alien, 2000’lerde Predator’le karşı karşıya getirildi ama o proje tutmadı. Tıkanan devam filmlerini açmada hayli başarılı sonuçlar veren ön bölümler (prequel) Alien serisi için de can suyu anlamına geliyordu. Prometheus bu anlamda Alien’ın doğuşunu kafalarda soru işareti bırakmadan, Alien filmleriyle uzak düşmeden çeşitli referansları ve ilaveten felsefesiyle yeni neslin Alien filmi açlığını dindirebilecek kalitede bir filmdi. Şimdilerde Prometheus’un ikinci filmi için hazırlıklar başladı. Planet of the Apes, Star Trek gibi Alien da köklerine dönerek yeniden yapım ve devam filmi çağının en “ak” işleri oldular.

Mad Max tam bir muamma

George Miller’ın 1979’da yarattığı ve ilk filmin başarısının ardından üçlemeye dönüşen Mad Max, post apokaliptik bilimkurguların en başarılı örneklerinden biri. Hatta bu alt türün örnek alınan başlıca serisi olduğunu söyleyebiliriz. Mel Gibson’ın varlığından da güç alan Mad Max, yoluna Gibson olmadan devam ediyor. Fury Road ve ardından çekilecek beşinci filmin kamera arkasında George Miller’ı göreceğiz ancak çok da heyecan yaratan bir haber değil bu. Mel Gibson’ın olmaması önemli bir etken fakat aslı sebep projenin zorlama kokması ve Mad Max dünyasının genişletilmeye pek uygun olmaması diye düşünüyorum.

Terminator şahlanabilir!

Zaman yolculuğu temasını makine-insan savaşı içerisinde eriten Terminator’de beklenen kıyameti yaşıyoruz artık. İlk üç filmin kaçmalı-kovalamacalı anlatısı, dördüncü filmle birlikte değişmiş, Arnold’un yokluğu doldurulmaya çalışılmış ve Cameron’un mavimtrak geleceği de değiştirilmişti ne yazık ki.. Yine de fena sonuç vermeyen dördüncü film Arni’nin dönüşüyle çöpe atılmış görünüyor. John Connor tekrar değişti. İkinci filmden sonra bir daha göremediğimiz Sarah Connor da yerini alacak Terminator: Genesis’te. Dördüncü filmde pas geçilen zaman yolculuğuna beşinci filmde yeniden başvurulacak. Gelen haberlere göre önceki filmlerle sıkı bir bağ kurulacak. Thor: The Dark World’de başarılı bir iş ortaya koyan Alan Taylor asıl sınavını bu filmle verecek.

Sonuç: Altın dönemin en başarılı bilimkurgu serileri türün yeni “Altın Çağ”ında önemli bir rol üstlenecek gibi görünüyor.

5 Mayıs 2014

Fragmanı yayınlanan 2014 westernleri


1940'lı ve 50'li yıllarda altın dönemi yaşayan, 60'lı yıllarda spagetti westernler ile canlılığını koruyan ve 70'li yıllarda itibaren çaptan düşen western, kendisini yenileyebilen bir tür olmaması sebebiyle artık ayağa kalkamıyor. 90'lı yıllarda Dances With Wolves ve Unforgiven'ın rüzgarı nasıl yeterli olmadıysa, günümüzde de benzer çıkışlar etkili olamıyor. Ancak westernden de vazgeçilmiyor. Her dönem yeni ürünler veriyor tür. Bazen bilimkurgu, bazen komediyle melezleşip, klasik örnekler çıkarmayı da ihmal etmiyor. 2014'ün western açısından zengin bir yıl olabileceğini söyleyebiliriz. Henüz fragmanı yayınlanmayan A Magnificent Death from a Shattered Hand, Ambush and Dark Canyon ve festivaller dışında gösterime girmeyen The Retrieval henüz hakkında pek bilgi sahibi olmadığımız westernler. Biz de o zaman fragmanı düşen 3 filme kısa kısa bir bakalım.

A Million Ways to Die in the West

Ted ile iyi bir çıkış yapan komedyen Seth MacFarlane'in senaryosuna katkı verip, başrolllerinden birini üstlenip, kamera arkasına geçtiği yeni filmi bir western komedisi.. Ülkemizde Yeni Başlayanlar için Vahşi Batı adıyla vizyona çıkarılacak olan film kalabalık oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Fimin konusu şöyle; Vahşi batının küçük kasabalarından birinde yaşayan Albert, girdiği bir silah çatışmadan geri çekilerek prestijinin sorgulanmasına neden olur. Bu olayın üzerinden hiç vakit kaybetmeden kendinden ayrılan sevgilisi başka biriyle ilişki yaşamaya başlar. Albert için her şeyin sonu gelmiş gibidir, ancak kasabada kendini gösteren gizemli ve çekici yabancı kadın her şeyi değiştirecektir. Kadın ve Albert birbirlerine aşık olmaya başlarken, Albert bu sayede cesaretini ve özgüvenini geri kazanmaya başlar. Ne var ki bu güzel zamanların da bir sonu vardır. Kadının belalı bir suçlu olan kocası, intikam için yola çıkmış ve çiftin yerini tespit etmiştir...


 
The Homesman 

Tommy Lee Jones'un Tv filmleriyle birlikte dördüncü kez yönetmen koltuğuna oturduğu The Homesman, klasik bir westerne benziyor. Başrollerini Tommy Lee Jones, Meryl Streep, Hilary Swank ve Hailee Steinfeld'in üstlendiği filmin konusu şu şekilde; Nebraska’dan Iowa kentine sürülen 3 kadına, eşlik edecek isimlerden biri yine Nebraskalı olan Mary Bee Cuddy’dir. Sert bir mizacı olan Mary Bee’ye, hayatını kurtardığı George Biggs de yol boyu eşlik edecektir. İkili bu zorlu yolda güçlerini birleştirerek hareket eder... Oyuncu kadrosunun ışıltısıyla merak uyandıran filmin fragmanı da bir hayli başarılı.


The Salvation 

Eşi ve çocukları öldürülen bir adamın bunu yapanlardan aldığı intikamı konu edinen The Salvation, kadrosunda yer alan Mads Mikkelsen, Eva Green, Jeffrey Dean Morgan ve Eric Cantona gibi isimlerle öne çıkan bir film. Fragman pek bir şey vaat etmese de türü sevenlerin keyif alabileceği bir işe benziyor.

2 Mayıs 2014

İlk İzlenim: X-Men: Days of Future Past


İlk üçleme sonrasında Wolverine’in solo filmi ile genişletilmeye çalışılan X-Men evreni pek çok bilimkurgu serisinde başvurulan yöntem ile en başa döndürüldü. Karakterlerimizin gençlik dönemleri, birliğin kuruluşu ve ilk ayrılık… X-Men: First Class, zamanda alternatif bir gerçeklik yaratarak, 1962’de yaşanan Küba füze krizini kurgusal hikayesine yedirmiş ve yeni serinin ilk üçlemenin de üzerine çıkacağını belli etmişti.

X-Men: Apocalypse ile üçleme olacağı açıklanan serinin ikinci ayağı X-Men: Days of Future Past geldi çattı. 23 Mayıs’ta ülkemizde vizyona çıkarılacak olan filmde Magneto, Xavier, Wolverine ve Storm’un geri dönmesi kadar yönetmen koltuğuna ilk iki filmin arkasındaki başarılı isim Bryan Singer’ın oturması da heyecanı ve beklentileri iyice artırmış durumda.

Gelelim X-Men: Days of Future Past’ta neler bulacağımıza.. Film, zamansal olarak hangi noktada başlayacak kestiremesek de İlk üçlemeyi takip edeceğini söylememiz gerekiyor. Bunun anlamı da hikayenin karakterlerimizin bugününde açılacağı. Magneto ve Profesör X’in yaşlılık halleriyle filmde yer almaları net bir gösterge. İlk fragmanda Profesör X’in başlamadan bitirmek istedikleri bir savaştan bahsettiğini ve Wolverine’i zamanda yolculuk yapmaya ikna ettiğini görmüştük. First Class’ı 1962, Küba krizinde bırakmıştık, yani John F. Kennedy döneminde... Dolayısıyla Wolverine’in Kennedy suikastini durdurmak amacıyla 1963 Kasım’ına gönderildiğini, genç Profesör X ve ekibini bir araya getirerek, Magneto’nun girişeceği suikastı önlemeye çalışacaklarını söylememiz gerekiyor. Peki, bunun başlamadan bitirilmek istenen savaşla ne ilgisi var? Burada Kennedy’nin mutantlar ile insanlık arasındaki savaşı bitirecek kişi olarak düşünüldüğü (Kennedy’nin öldürülmesinin sebeplerinden biri ırkçılığa karşı yürüttüğü politikaydı) açık.

Bryan Singer fark yaratabilecek mi, zaman yolculuğu teması nasıl kullanılacak, geçmişe müdahale-geleceği değiştirme girişimi nasıl sonuçlanacak, First Class’ta belinden vurularak sakatlanan Xavier nasıl yürüyebiliyor vb. bir sürü soruyla beraber geliyor X-Men: Days of Future Past. Eminiz ki tüm soruların cevaplarını alacağız. Filmden yayınlanan üç fragman ve klipler X-Men: Days of Future Past’ın serinin en iyisi olacağını işaret ediyor.. Kısa bir süre sonra göreceğiz.