30 Haziran 2014

Oculus bu hafta vizyonda!


İlk gösterimini Toronto Film Festivali'nde yaptıktan sonra çeşitli ülkelerde vizyona giren ve genellikle olumlu tepkiler alan korku filmi Oculus, Göz adıyla bu hafta ülkemizde gösterime giriyor.

Yönetmen Mike Flanagan Oculus ile seyirciye yepyeni bir tarzda terör gösteriyor; anlam veremeyeceğimiz kadar korkutucu bir ayna… Bu muhteşem, antika ayna aslında sıradan kötü bir karakter değil. Aynanın nereden geldiği, ilk sahibinin yok oluşuyla tam bir sırra dönüşüyor. Zararsız gibi görünen yansıma, doğa üstü güçlerle, kendisine bakanın aklını ele geçirebiliyor.

Aynanın son sahipleri olan Kaylie ve Tim, ailelerinin ölümleri üzerine ilişkilerini düzeltmeye çalışan iki kardeştir. Kaylie, yaşanan trajediye aynanın neden olduğunu düşünerek, bu olayı çözmeye karar verir. Kaylie olayları araştırmaya başladıkça, tarih kendini tekrarlayacaktır. Kardeşlerin ilişkileri daha da kötüleşir, neyin gerçek olduğunu anlayamaz bir hale gelirler; çünkü onlarda aynanın tutsağı haline gelmişlerdir.

Yönetmen Flanagan’ın hikâyesi aslında aynı ismi verdiği ve 2005 yılında çektiği kısa bir filmle başlamış. Filmin maliyeti 1500$ altındaymış ve sadece 4 günde çekilmiş. Filmin sonucundan o kadar etkilenmiş ki, aynı konu üzerinden uzun metraja geçiş tamamen bu fikir etrafında şekillenmiş. Bütçesi ve konusu itibariyle olumsuz etkiler bırakabileceği kısa film, festivallerde büyük bir başarı elde etmiş ve birçok ödül kazanmış. Bütün cesareti veren de bu sonuçlar olmuş tabii ki. Yönetmene göre; bu film tamamen korku filmi olmanın dışında derinliği olan yan hikâyeleri de içinde barındırıyor. Flanagan; “Seyirci gerilim dolu dakikalar yaşarken aynı zaman da iki kardeşin de trajedisine tanıklık edecek” diyor.

Geçmişle geleceği içinde barındıran hikâye de yapım ekimini zorlayan birçok konu olmuş. Psikolojik boyutun yoğun olduğu hikaye de aynadan yansıtılan bir dünyanın yaratılması için bir çok efekt kullanılmış. Farklı zamanların en doğru aktarılması için kostüm ve yapım tasarım ekibine büyük önem verilmiş. Zaman ve mekân geçişlerinin fazla olduğu filmde devamlılık en dikkat edilmesi gereken öğe olduğu için, ekibin zorlandığı sahneler olmuş.

Film tamamlandıktan sonra yönetmene göre özenli çalışmalarının meyvesini vermiş. Ekip olarak hedefledikleri tek nokta ise; klasik korku filminden uzak durup, beklenmedik bir korku deneyimi yaratmak için çok çalışılması olmuş.

27 Haziran 2014

Under the Skin


Ülkemizde ilk kez 13. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde seyirciyle buluşan ve Scarlett Johansson’un varkığıyla dikkat çeken Under the Skin (Derinin Altında), bilimkurgu sinemasının “insan formunda uzaylı” alt türünü minimal bir yaklaşımla ele alındığı şaşırtıcı bir tür filmi. Michael Faber’in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan Under the Skin’de kendisine seksi bir kadın imajı vererek erkekleri avlayan bir uzaylının hikayesi anlatılıyor.

Filmine 2001: A Space Odyssey’in tekinsiz bir müzikle desteklenen karanlık açılışına benzer bir şekilde giren Jonathan Glazer, Kubrick'in destanına saygı duruşunda bulunmanın da ötesinde 2001'in uzun karanlıklardan aydınlığa geçişin bir sıfır noktası, bir başlangıç olması fikrini, uzaylının insan bedeninde yeniden doğumu biçiminde kullanmış. İnsan kılığına bürünüş de konuşma  ve görme yetisi dışında "göstermeden" veriliyor. Sonrasında uzaylının dünyaya\çevreye uyum sağlama süreci ve nihai hedefe kilitlenme ile birlikte erkek avı başlıyor. Minimal bir anlatı yeğleyen Glazer, bu doğrultuda hiç aceleci davranmıyor. Bununla birlikte kafamızda beliren soruların cevaplarıyla da pek ilgilendiğini söyleyemeyiz. Under the Skin’in zayıf karnı da tam olarak burası. Bir noktadan sonra “erkek avı”nın amacını sorguluyor, bireysel mi yoksa daha büyük bir planın parçası mı olduğunu düşünüyoruz. Glazer ise oralı değil. Onu ilgilendiren uzaylı karakterin geçirdiği dönüşüm diyebiliriz. Evet, filme adını da veren “derinin altında” başka bir yaşam formu var ve insanoğluyla yakınlaştıkça farklı bir yola sapıyor. Bu noktada da Under the Skin, Nicholas Roeg’in klasiği The Man Who Fell to Earth’ün amacından sapan uzaylı karakteri bir kez daha yaşam alanı buluyor. Grazer'in filmi de bu şekilde derinlik yakalamayı başarıp, Invasion of the Body Snatchers (1956)'tan The Host (2013)'a uzanan insan bedenindeki uzaylıların işgali temasına teğet geçip karakter odaklı bir hikayeye yöneliyor.

Uzaylılar kendi türlerini kadın kılığına sokarak erkekleri tuzağa düşürdükleri bir avlanma metodu geliştiriyor. Erkeklerin karşı cinse olan seksüel zaafiyetini silah olarak kullanıyorlar. Yani dişil özellik doğurganlık için değil cinsel obje olarak işlev görüyor. Eğer bir istila düşüncesi varsa güçlü olanı -erkeği- bu yolla alt etmek zekice ama uzaylının erkekleri evine attığı sahneler daha deneysel çağrışımlar yapıyor. Filmin en başarılı anlarına da denk düşen bu sahneler, biçimsel yetkinliğinin yanı sıra, uzaylıların amacıyla ilgili de ipuçları veriyor. Zaten istila veyahut insan bedeninde uzaylı filmlerinde genellikle o türün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olması ya da başka bir ihtiyacın karşılanması söz konusudur. Under the Skin’deki duruma da böyle bakabiliriz. Scarlett Johansson’un vücudunu cömertçe sergilemesinin yanında iyi oyunculuğuyla götürdüğü film, yönetmen Glazer’in ağır anlatımına paralel olarak yaratıcı bir stil denemesine girişmesi, hikaye ve alt tür bazında yeni bir şey söylemese de akılda kalacak bir eser yaratmasına olanak tanımış. Tabi büyük bir fırsat kaçırdığını da söyleyelim. Biçimsel numaralara ağırlık verseymiş uzun zaman konuşulacak bir bilimkurgu izleyebilirmişiz.

Son söz: Under the Skin, bilimkurguda yeni tatlar arayan, eski hikayeleri yeni bir ambalaj ve anlatımla tekrar önümüze süren filmlerden hoşlananlar için birebir. 7.7

26 Haziran 2014

İlk İzlenim: "Dracula Untold"


Geçtiğimiz yıl korku sinemasınının kült figürlerinden Frankenstein’i bir aksiyon kahramanına dönüştüren I, Franlkenstein’ın ardından sıra Kont Dracula’ya gelmiş anlaşılan. Bu yıl izleyeceğimiz Dracula Untold, korku sinemasını epik filmlerle buluşturan ilgi çekici bir tür filmi.

Son dönemde Thirst, Byzantium ve Only Lovers Left Alive gibi enteresan vampir hikayeleri üretiliyor. Vampir mitolojisi deşiliyor ve alt tür yeni açılımlarla taze kalmaya çalışıyor. Untold yani anlatılmamış hikayeler ise son yıllarda Hollywood’da artan önbölüm hüviyetindeki filmlerle benzer bir nitelik taşıyor. Buradan baktığımızda mitolojisi ve tarihsel kişiliğini düşünürsek Dracula, anlatılmamış bir hikaye için oldukça isabetli bir karakter. Geçtiğimiz günlerde fragmanı yayınlanan Dracula Untold, korku külliyatına Bram Stoker’ın 19. yüzyılın sonlarında yazdığı romanla giren ve sayısız kez sinemaya uyarlanan eserde, hepimizin bildiği hikayeyi elinin tersiyle itiyor. En azından sinema için yepyeni bir hikayenin peşine düşüyor. 

Film, 15. yüzyılda yaşamış olan ve Osmanlı dünyasında “Kazıklı Voyvoda” olarak bilinen III. Vlad Tepeş’i merkezine alıyor. Eflak prensi olan Vlad Tepeş, esir aldığı düşmanları kazığa geçirip öldürmesiyle bilinen tarihsel bir kişilik. Bram Stoker’ın Dracula’yı yazarken esinlendiği hikaye de bu anlatılmamış dediğimiz III. Vlad Tepeş’in hikayesi.

Dracula’yı gerçekçi bir zeminde, tarihsel bir kişilik olarak ele alma girişimi nasıl sonuç verecek kestirmek zor. Bu girişim korku sinemasının vazgeçilmez bir figürünü önce epik, Dracula dönüşümü sonrasında ise fantezi epik’e transfer edecek. Ancak tarihe zalimliği ve gaddarlığıyla geçen III. Vlad Tepeş, Hollywood mahsulü Dracula Untold’da bir kahramana mı evrilecek? Bu soru şüphesiz önemli. Fragmana baktığımızda Tepes’in vampire dönüşümü bir fedakarlık olarak ele alınmış. İlk uzun metraj filmine imza atan Gary Shore, ne derece başarılı olacak, bunu filmin ülkemizdeki vizyon tarihi olan 3 Ekim’de öğreneceğiz.

23 Haziran 2014

Kıyamet sonrasında umut ışığı: Snowpiercer


Bilimkurgu sineması, kötücül gelecek senaryolarını bugünümüze bakarak üretir ve bunu yaparken hiç zorlanmaz. Bazen yapay zeka, bazen nükleer silahlar, bazen salgınlar, bazen de doğal felaketler olası bir kıyametin fitilini ateşler ama çoğunda kendi sonumuzu hazırlayacağımız vurgulanarak eleştirel bir tutum sergilenir. Felaket ve kıyamet senaryoları insanlık için bir tür uyarı niteliği de taşır. Yazımızın konusu Snowpiercer da onlardan biri… İklim şartlarında belirgin değişiklikler olduğunda hararetli tartışmalara sebep olan Küresel Isınma, insanoğlunun geleceği için ciddi bir tehdit oluşturuyor ve Kyoto Protokolü gibi sera gazlarını azaltıcı bir takım önlemler alınmaya çalışılıyor. Snowpiercer’da da Küresel Isınma’ya çare olarak üretilen CW7 adlı yapay soğutucu özelliği olan bir gazın salınmasıyla buz topuna dönüşen dünyamızda hayatta kalmayı başaran bir grup insanın hikayesi konu ediliyor.

Snowpiercer’ın dünyası

Küresel Isınma’ya önlem alınmaya çalışılırken, insanoğlunun yok olmanın eşiğine geldiği, sağ kalanların ise sürekli hareket halinde kalmak zorunda olan üstün teknoloji eseri bir trenin içine hapsolduğu tarihten 17 yıl sonrasına, yani 2031 yılına atlıyoruz. Bilinen dünyanın unutulmaya yüz tuttuğu yeni bir buzul çağındayız. Minyatür bir dünya olduğunu söyleyebileceğimiz tren, yaşam döngüsünü sağlayabilecek bir ekosistemi de olan yaşayan bir organizma. Belli bir yörüngeyi takip etmesi gibi dış etkenlerin yanı sıra toplumsal düzen açısından da dünyamıza ayna tutuyor. Kompartımanlar aracılığıyla toplumun sınıflara ayrılması, adaletsizlik, eşitsizlik ve totaliter bir yönetim anlayışı gibi etkenlerin isyan ve devrimi zorunlu kılmasıyla, kuyruktan lokomotife zorlu bir yolculuk da başlamış oluyor.

Toplumsal devrimin getir(eme)dikleri!

Dünyamıza ve geçmişimize ait değerlerin silinip gittiği bir gelecekte olsak da insan yine aynı insan. Hayatta kalma içgüdüsü gibi değişmeyen bir şey varsa, o da temeli insanlığın ilk dönemlerine kadar uzanan birlikte yaşamanın getirdiği düzendir. Toplumsal yaşamın kuralları gücü elinde bulunduranın istediği biçimde mi şekillenmelidir yoksa uygar dünyada kanunlarla mı sağlanmalıdır? Trenin mucidi Nuh’u andırırcasına insanlığı tufandan -kıyametten- kurtaran Wilford’a göre ilki geçerli. Hayatta kalanlar için bir tür tanrı konumunda olan yeni dünyanın kurucusu Wilford, bir diktatör. Onun dünyasında eşitliğe ve adalete yer yok. Sınıflara ayrılmış halk, bu çarpık düzeni er ya da geç yıkmak için harekete geçecektir. İşte Snowpiercer’ın temelinde de “toplumsal devrim” yatıyor. En alt tabakadan, en tepeye doğru gelişen bir devrim… Güney Koreli yönetmen Joon-ho Bong, bu devrim meselesiyle yönetenler ile yönetilenler arasında ezelden beri süregelen çirkin iktidar oyununa eleştiri oklarını saplamaktan geri durmuyor.

Post apokaliptik dünyada umut ışığı

Genel olarak bakarsak Snowpiercer’ın bu alt türe yeni fikirler aşılasa da yenilik getirme anlamında çok da başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Filmin esin kaynakların başında ise Logan’s Run’ı görmek mümkün. Post apokaliptik dünyaları çok farklı olsa da, insanoğlunun kendine yeni, küçük bir dünya yaratması ve yeni kurallarla bilinen dünyayı unutturması ile paralellik kurabiliyoruz. İnsanoğlunun kendisini eski dünyadan tecrit etmesi, bir karakterin bu düzeni yıkma girişimi (devrim) ve umuda yelken açmasıyla Logan’s Run, Snowpiercer’ın elinden yenilik yapma fırsatını alıyor. Bu iki film umut dolu finalleriyle alt tür içinde ayrıksı bir noktada durmayı başarıyorlar.

Snowpiercer’ın asıl başarısı ise kıyamet sonrası için tasarladığı dünyada yatıyor. Özellikle de insanlığa dair söyledikleriyle dikkat çekiyor. Yakın dönemden The Day After Tomorrow’un yeni bir buzul çağ öngörüsünü, felaket filmi 2012’nin gemiye binenler kurtulur düşüncesiyle harmanlayıp, George Orwell’ın 1984’ünün totaliter geleceğinin bir benzerini Snowpiercer’ın post apokaliptik dünyasına adapte ediyor Joon-ho Bong. 1984’ün “geçmişi kontrol eden, geleceği de kontrol eder” söylemi de Snowpiercer’da “Lokomotifi kontrol edersek, dünyayı kontrol ederiz” biçiminde karşımıza çıkıyor.

Son söz:  Türü sevenlerin vakit kaybetmeden görmeleri gereken bir bilimkurgu... 8.5

19 Haziran 2014

İlk İzlenim: "Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti"


Günümüzden çok uzak bir gelecekte Maymunların evrimleşerek dünyadaki hakim tür haline geldiği bir dünya tablosu çizen ilk Maymunlar Cehennemi (Planet of the Apes), ardından gelen devam filmleriyle muazzam bir seriye dönüşmüştü. Yeniden çevrimlerin çağında, yani 2000'li yıllarda Tim Burton'ın imza attığı aynı adlı remake film başarılı olamadı ve 2011'de hareket yakalama tekniğiyle oldukça gerçekçi maymunların yaratıldığı yepyeni bir seri, her şeyin başlangıcını anlatmaya koyulan Maymunlar Cehennemi: Başlangıç (Rise of the Planet of the Apes) çıktı karşımıza. İlk serinin aksine aksiyonu bir hayli fazla olan bu filmin başarısı, 3 yıl sonra devam filmi Maymunlar Cehennemi Şafak Vakti (Dawn of the Planet of the Apes)'nin daha görkemli bir şekilde dönmesini sağladı...

Filmin konusu: 

Serinin ilk filmi Rise of the Planet of the Apes'in 10 yıl sonrasına gidiyoruz. Karşımızda Caesar’ın liderlik ettiği, genetik olarak evrim geçirmiş, daha zeki ve daha güçlü bir maymunlar topluluğu var. 10 yıl önce yayılan ölümcül bir virüs salgınından sağ kalan bir grup insanla yüzleşiyorlar. Dünyanın “kuralları koyan türü” olmak için maymunlar ve insanlar arasında büyük bir savaş başlıyor.

Fragman ne söylüyor?

Öncellikle ilk filmin kaldığı noktadan başlanılmamasının bir artı olduğunu belirtelim. Kısa da olsa zamansal bir sıçrama yaparak yeni bir dünyada açabiliyoruz gözlerimizi. Zaten bu filmdeki ana başlığın insanoğlu ile maymunlar arasındaki savaş olduğunu düşünürsek, ilk filmin bıraktığı noktanın maymunların dünyayı ele geçirme anlamında hazır olmamasını ve güç dengesinde terazide çok hafif gelebileceğini de hesaba katarsak yerinde bir tercih olmuş. Maymunlar Gezegeni filmleri genel olarak bu zamansal sıçramaları hep yapmıştır. Yeni serinin en önemli özelliği maymunların evrimini ve dünyada üstün ırk olma sürecini daha gerçekçi bir biçimde -hem hikaye hem de görsellik bazında- aktarmaya çalışması.. Bunu da hakkıyla yaptını söylememiz lazım. Fragmanda gördüğümüz kadarıyla bahsettiğimiz güç dengelerini sağlayan bir virüs düşünülmüş. İnsanlık labaratuvarda ürettiği bir virüsle 4 yıl boyunca savaşıyor ve dünya nufüsü yarı yarıya azalıyor. Bu durumdan maymunların sorumlu tutulması da tüm barışçıl çabalara rağmen savaşın kopmasına zemin hazırlıyor. Sezar'ın önderliğindeki maymunlar kendi halinde yaşamak isteyen barışçıl hayvanlar olarak çiziliyor. Dolayısıyla da insanoğlunun kendi sonunu hazırladığı eleştirisi de tüm seride olduğu gibi burada da dile getiriliyor. Savaş sahneleri ve aksiyon ise ilk filmden de fazlasını vaat ediyor. 

Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti eleştirimi okumak için tıklayınız

15 Haziran 2014

5 soruda Kış Uykusu


1- Kış Uykusu ne anlatıyor?

İnsana ve hayata dair o kadar çok şey söylüyor ki.. Sınıfsal farklılıklardan, iyi-kötü algısına, hak-hukuk-adaletten vicdana... Ve genel olarak da insanoğlunun iç dünyasına ışık tutarken minimal bir Türkiye panoraması çıkardığını söyleyebiliriz Ceylan’ın. Belli bir noktaya odaklanmayan, karakterlerinin iç dünlayalarından, geçmişlerinden ve birbirleriyle olan ilişkilerinden gücünü alan; dolayısıyla da hikaye anlatmak yerine insanı çözümleyerek hikayecikler anlatan bir film bu.

2- Politik bir film mi?

İtiraz eden çok olacaktır ama Kış Uykusu’nın hiç de politik bir film olduğunu düşünmüyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın da Yılmaz Güney gibi politik duruşunu anlattığı hikayelerin önüne geçirdiğini ve çok fazla mesaj kaygısı taşımadığını sanıyorum. Ülke sorunlarını kendi süzgecinden geçirip yansıtsa da o meselelerden çok insanı anlatmayı seviyor ve daha evrensel bir bakış açısına sahip bir sinemacı kendisi. Dolayısıyla Kış Uykusu’ndan taş atan çocuk meselesini çıkardığınızda politik pek bir şey bulamayacaksınız. Bu filmdeki iktidar mücadelesinden politik bir okuma yapmak ise ancak “her film politiktir” düşüncesine saplananlara göre bir çıkarım.

3- Diyaloglar söylendiği gibi yapay mı?

Dört dörtlük bir senaryo yazan Nuri Bilge – Ebru Ceylan çifti aslında karakterler nasıl konuşması gerekiyorsa öyle konuşturmuşlar. Açmak gerekirse; yörenin insanında nasıl bir doğallık görüyorsak, entelektüel kesimi temsil eden karakterlerde de benzer bir durum var. Yapay kaçan kimi diyaloglar var itiraf etmek lazım ama bu durumu daha çok Nihal karakterinde gözlemliyoruz. Bu da o karaktere hayat veren Melisa Sözen’den kaynaklanan bi durum diye düşünüyorum. Sözün özü, insanlara diyalogların yapay gelmesinin sebebi Othello otelin sakinlerinin oluşturduğu zümreden kaynaklı bana kalırsa.

4- Nuri Bilge Ceylan sinemasındaki yeri nedir?

Kış Uykusu, Nuri Bilge Ceylan sinemasının doruk noktası diyebiliriz. Bir Zamanlar Anadolu’da ile artan diyalog kullanımından hayli geveze bir filme geçiş yapıyor yönetmen. Ama boş konuşmuyor, pek çok meseleyi odağına alarak riskli bir işe soyunuyor ve bocalamadan son noktayı koymayı başarıyor. Bu açıdan da aslında önceki işlerinin tamamından ayrılan bir film olduğunu belirtmek gerekiyor Kış Uykusu’nun. Ceylan’ın ilk kez kusursuzu yakalamayı başardığını ve ilk başyapıtına imza attığını söylemek istiyorum.

5- Altın Palmiye ödülü, Türk sinemasının 100. yılı ve filmin vizyon macerası hakkında ne söylenebilir?

Bu üç maddeyi bir arada değerlendirmek doğru olacaktır. Altın Palmiye ödülü, hem sinemamızın 100. yılının taçlandırılması anlamına gelirken hem de filmin vizyonuyla ilgili ciddi bir strateji değişikliğini beraberinde getirdi. Bu ödülle Ceylan’ın kendi ülkesinde geniş kitlelere ulaşma şansını yakaladığını ve genel kitlenin sanat filmi olarak görüp burun kıvırdığı bir filmin ilk kez bu kadar geniş bir vizyon ağına sahip olduğunu görüyoruz. Netice ne olacak ilk üç gün rakamını görmeden bir şey söylemek zor ama kendi rekorunu epey yukarı çekeceğini düşünüyorum. Her ne kadar, 25-30 kişinin izlediği bir salondan 5-6 kişinin film bitmeden çıktığını ve buradan da geri dönüş anlamında genel kitlenin tutumunda bir değişiklik olmayacağına ve Kış Uykusu’nun maksimum 350-400, minumum 200 bin Türk sinemaseveri sinema salonlarına çekeceğini söyleyebilriiz. Altın Palmiye ödülünün getirisi elbette çok daha fazlası.. Muhtemel Oscar yolculuğunu da hesaba katarsak, 100. yılında ülke sinemasının geleceğine dair önemli adımlar atıldığının altını çizmek gerekiyor. 

Son söz: Kış Uykusu, görkemini her anında hissettiren bir başyapıt... Ceylan, Türk sinemasının dillendirilmeyen sorunlarından "nasıl final yapılır?", "nasıl yapılmalıdır?"a tokat gibi bir cevap vermiş. 9.7\10

13 Haziran 2014

En İyi 10 Tom Cruise Filmi


Çarkını starlarla döndüren Hollywood'un en gözde isimlerinin başında gelen Tom Cruise, başarı basamaklarını ikişer-üçer atlayan bir aktör. Cruise, 80'li yılların başında adım attığı sinema sektörünün kısa zamanda altın çocuklarından birine dönüştü. Geldiği nokta itibariyle kendisine daha çok bir aksiyon yıldızı gözüyle bakılsa da kariyerini incelediğinizde bunun eksik ve yanıltıcı bir yakıştırma olduğunu rahatlıkla görürsünüz. 6 kez en iyi erkek oyuncu kategorisinde Altın Küre'ye aday olup üç kez bu ödüle layık görülen, 3 kez de Akademi ödüllerine aday gösterilen bir oyuncu o. Aslında Tom Cruise'u değerlendirmenin en sağlıklı yolu filmlerine ama özellikle de çalıştığı yönetmenlere bakmak diye düşünüyorum. Stanley Kubrick, Martin Scorsese, Michael Mann, Brian De Palma, Paul Thomas Anderson, Barry Levinson, Steven Spielberg, Oliver Stone ve Neil Jordon gibi ustalarla çalıştı ve Magnolia, Collateral ve Born on the Fourth of July gibi  filmleriyle de gerçekten ne kadar yetenekli bir aktör olduğunu kanıtlama fırsatı buldu. Scientolgy inancı, egosu ve kimi davranışlarıyla son döneminde daha itici bulunmaya başladıysa da Amerikan sinemasının önemli isimlerinden biri hala... Edge of Tomorrow'un vizyona girmesini fırsat bilip, en iyi 10 Tom Cruise filmini seçtim. Listeye alamasam da başarılı bulduğum Color of Money, Top Gun, The Last Samuray, The Firm, Vanilla Sky ve Oblivion'un da adını anmak istedim. Daha fazlası da var...

1- Eyes Wide Shut (1999)
2- Rain Man (1988)
3- Magnolia (1999)
4- Minority Report (2002)
5- Interview with the Vampire (1994)
6- A Few Good Man (1992)
7- Born on the Fourth of July (1989)
8- Mission Impossible (1996)
9- Collateral (2004)
10- Jerry Maguire (1996)

4 Haziran 2014

İlk İzlenim: "Herkül: Özgürlük Savaşçısı"


Gladyatör'ün 5 Oscar kazanması ve gişesi 2000'li yıllarda epik filmlerin canlanmasında büyük rol oynadı. Epik sinemayı daima besleyen mitoloji de bu dönemde Hollywood'un ilgi odaklarından biri olmayı başardı. Bunun sebebi de fantezi epik'e yeni alanlar açan Yüzüklerin Efendisi'ydi kuşkusuz. Truva, Titanların Savaşı ve devam filmi, Ölümsüzler (Immortals), 300 Spartalı, 300: Bir İmparatorluğun Yükselişi ve Percy Jackson filmleri akla gelen ilk örnekler. Bu yıl da iki Herkül filmiyle mitoloji yükselen değer olmaya devam ediyor...

Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz Herkül: Efsane Başlıyor, baştan ayağa kötü bir uyarlamaydı. Herkül kostümünü giyemeyen mankenden bozma oyuncu Kellan Lutz bir yana, filmin mitolojiyi çarpıtması ve düşük prodüksiyon kalitesi de çabucak unutmak istediğimiz bir film olmasına neden oldu Efsane Başlıyor'un. 

Bu yaz izleyeceğimiz ikinci Herkül filmi Herkül: Özgürlük Savaşçısı (Hercules) ise beklentileri boşa çıkarmayacak gibi.. Red Dragon ve X-Men: The Last Stand gibi başarılı filmleriyle tanıdığımız Brett Ratner'ın kamera arkasına geçtiği filmde, Mummy Returns'teki "Akrep Kral" karakteriyle popülaritesini artırıp, son dönemin aksiyon yıldızlarından birine dönüşen Dwayne Johnson'ı da Herkül olarak izleyeceğiz. İlk görseller ve fragmana bakarak Johnson'ın karizmatik bir Herkül olduğunu söyleyebiliyoruz. Uzun saçlarının da etkisi var.. Kellan Lutz'un asker traşı nefretlikti açıkçası. Herkül: Özgürlük Savaşçısı'nın fragmanını incelediğimizde yine mitolojiye sadık kalan bir uyarlama izleyemeceğimizi söylersek yanılmış olmayız. Filmde Zeus ve Hera görünecek mi şuan için kestirmek zor. İlk izlenimim olmayacağı yönünde ve bu da filmin hanesine bir eksi olarak yansıyacaktır. Onun dışında görsellik, savaş sahneleri ve hatta mizahi açıdan tatimin edici bir iş ortaya koyulmuş gibi görünüyor.

Hercules: The Thracian War adlı grafik romandan uyarlanan Herkül: Özgürlük Savaşçısı'nın konusu şöyle;  Herkül  tanrı kral Zeus’un güçlü oğluydu. Bunun karşılığında tüm hayatı boyunca acı çekti. 12 görevi ve ailesini kaybetmesinin ardından, bu karanlık yorgun ruh tanrılara sırtını döndü ve huzuru kanlı savaşlarla çarpışarak aramaya başladı. Yıllar içinde kendisi gibi altı ruhla yakınlaştı. Aralarındaki bağın kaynağı savaşma sevgileri ve ölümün nefesini enselerinde hissetmeleriydi. Bu adamlar ve kadın nereye savaşmaya gittiklerini veya neden savaştıklarını hiç sorgulamadılar. Öğrenmek istedikleri tek şey alacakları paraydı. Trakya Kralı bu paralı askerleri adamlarını eğitmeleri için adamlarının dünyanın en iyi ordusu olması için tutar. Bu kayıp ruhların; acımasız ve kana susamış bir ordu eğitmeye başladıkları zaman ne kadar düştüklerini anlamalarının zamanı gelmiştir.

Herkül: Özgürlük Savaşçısı, 25 Temmuz'da vizyona girecek.