29 Temmuz 2014

#fragman - The Hobbit: The Battle of the Five Armies


Hobbit üçlemesinin son halkası olan The Hobbit: The Battle of the Five Armies'ın ilk fragmanı yayınlandı. Filmin ülkemizdeki vizyon tarihi 17 Aralık.

The Hobbit: An Unexpected Journey eleştirisi

The Hobbit: The Desolation of Smaug eleştirisi


25 Temmuz 2014

80'li yılların en iyi 20 bilimkurgu filmi


Bilimkurgu sinemasının altın çağı, 80'li yıllarda yeni alt türler açarak devam etti. 70'li yılların ikinci yarısında Star Wars ve Star Trek'in sahneye çıkmasıyla 80'lerde uzay operalarının yeni temsillerini gördük. Ancak Star Wars'un etkisi bununla sınırlı kalmadı. Dönemi ve türü itibariyle sansasyonel gişe başarısı, yeni denemelerle geçen 10 yıllık sürecin ardından bilimkurgu-fantezide kendi mitini yaratma düşüncesini de doğurdu. Battle Beyond the Stars ve Dune gibi başarısız denemeler yapıldı. Alien ise 80'lerde bilimkurgu-korkuya yeni bir kimlikle birlikte popülerlik de getirdi. The Thing, The Fly, Re-Animator ve Predator en iyi örneklerdi. Keşif tutkusu ve bilinmezi bilinir kılma çabasıyla bilimkurguya ulaşırız, insanoğlunun bilinmez olana şüpheyle yaklaşması ve bunun bir korku unsuru olmasıyla da kaçınılmaz olarak korkuya erişiriz. Özetle bilimkurgu edebiyatının ilk ve en önemli örneklerinden Frankenstein'dan bu yana süren korku-bilimkurgu birlikteliğinin meyvelerini vermeye başladığı dönemdir 80'ler...

Sinema teknolojik atılımları yakından takip edip, kendisini sürekli yenileyen bir sanat ve bu sanatın içinde bilimkurgu olarak adlandırdığımız tür teknolojiyle yakından ilgilenmenin de ötesinde bilimsel gelişmeler kadar sinema teknolojisine de ihtiyaç duyan başlıca tür konumunda. Efekt teknolojisinin 80'lerde gerçekleştirdiği atılım türün çehresini de değiştirdi. Blade Runner'ın gelecekte distopik bir dünya yaratırken mavi lens kullanarak bir mavimtrak bilimkurgu akımı başlatırken, 80'li yıllarda alt tür olarak siberpunk bilimkurguların hakimiyet gösterdiğini, sanal gerçeklik temasının da 90'lı yıllarda canlanmak üzere ilk örneklerini bu dönemde verdiğini söyleyelim.

Scanners, They Live ve Le Dernier Combat'ın kıl payı dışarda kaldığını da ekleyeyim. 90'lı yılların en iyi 20 bilimkurgusu için tıklayınız. 70'li yılların en iyi 20 bilimkurgusunda buluşmak üzere..

1- Blade Runner (1982)
2- Star Wars Episode V: Empire Strikes Back (1980)
3- Akira (1988)
4- Aliens (1986)
5- The Fly (1986)
6- Star Wars Episode VI: Return of the Jedi (1983)
7- Videodrome (1983)
8- The Abyss (1989)
9- RoboCop (1987)
10- Back to the Future (1985)
11- Brazil (1985)
12- The Terminator (1984)
13- Altered States (1980)
14- The Thing (1982)
15- The Quiet Earth (1985)
16- Mad Max: The Road Warrior (1981)
17- E.T. (1982)
18- Back to the Future II (1989)
19- Bad Taste (1987)
20- Escape from New York (1981)

21 Temmuz 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #2 - Le Dernier Combat


A Boy and His Dog, Mad Max ve Mad Max: The Road Warrior filmleriyle ana hatları iyice belirlenen -özellikle görsellik ve kıyamet sonrası dünyasını yaratma anlamında- post apokaliptik bilimkurgu alt türü, bahsettiğimiz filmlerin peşi sıra daha deneysel diyebielceğimiz yeni temsillerle çıktı karşımıza. Luc Besson’ın sinema sahnesine çıkışı anlamına da gelen ilk uzun metrajı Le Dernier Combat bu alt türün en özel işlerinden biri ama fazla bilinen örneklerinden biri değil.

Sebebi açıklanmayan bir felaketin insanlığın büyük bir bölümünü yok ettiği bir gelecekteyiz. Geride kalanların da tek amacı hayatta kalmaktır. Daha doğrusu kendi kişisel savaşlarını vermektedirler. Filme ilişkin en önemli detay insanoğlunun konuşma yetisini kaybetmiş olmasıdır. Besson, bu veriyi sanki diyalogsuz bir film yapmak için hikayeye yedirmiştir ancak sessiz film düşüncesinde değildir. Adı konmayan felaket iklimi, doğayı ve insanı değiştirmiştir ancak insanı insan yapan içgüdüsel ihtiyaçları, zayıflıkları, doğasındaki iyilik ve kötülük yine aynı.. Film de ‘kıyamet sonrası’ böyle bir ilkel dünyada insana ve birbirleriyle ilişkilerine bakıyor. Özellikle de kadının konumuna dikkat çekiyor, erkek için vazgeçilmezliği üzerine düşündürüyor diyebilriiz.

Le Dernier Combat, hem en basit haliyle insanla ilgilenmesi, hem de ölçeğini küçük tutmasıyla minimal bir kıyamet sonrası bilimkurgusu… Besson’un, gücünü sessizliğinden ve basitliğinden alan ve estetiğiyle de unutulmazlar arasına giren bir ilk film çektiğini söyleyebiliriz.

19 Temmuz 2014

Annabelle'in fragmanı yayınlandı


Geçtiğimiz yıla damga vuran korku filmi The Conjuring (Korku Seansı)'in spin-off filmi Annabelle'den ilk fragman yayınlandı.

The Conjuring'in devam filmi için hazırlıklar sürerken filmeki oyuncağa adını veren Annabelle kendi filmine kavuşuyor. Yarattığı tekinsizlik ve gizemle filmin başarısında rol oynayan, seyirci tarafında çok sevilip merak uyandıran Annabelle, The Conjuring evrenini genişletecek. Annabelle'in hikayesiyle ilgili fazla bir şey bilmesek de oyuncağın nasıl oldu da lanetle sarmalandığına tanık olacağız. İlk fragman pek ipucu vermediği için filmin nasıl bir hikaye kurgusuna sahip olacağını bilmiyoruz. Insidious ve The Conjuring'deki gibi paranormal olayları araştıran bir ekip olup olmayacağı da şuan için muamma.

Annabelle'in Chucky, Dead Silence gibi katil oyuncak filmleriyle akrabalık kurduğunu, bunu da kötü ruhlar, iblisler veya bir lanetle açıklayarak farklı bir duruş sergileyebileceğini söyleyebiliriz.

Annabelle, 3 Ekim'de vizyona girecek.

The Conjuring eleştirisi için tıklayınız


17 Temmuz 2014

İlk İzlenim: Lucy


Fransız sinemasının yeni kuşak yönetmenlerinden Luc Besson, Hollywood'a transfer olup 90'lı yıllarda daha çok Leon, The Fifth Element gibi işleriyle hatırlanan önemli bir isim. 2000'li yıllarda hızla düşen Angel-a dışında 80'li ve 90'lı yıllardaki performansını aratan Besson, şimdi de Lucy ile geri dönüyor. 

Yönetmenin genç bir kadının ajanlığa evrilmesini anlattığı aksiyon filmi Nikita'yı andırırcasına yine başrolüne bir kadın karakteri yerleştirdiği aksiyon-bilimkurgu kırması yeni filmi Lucy, Scarlett Johansson'un varlığıyla da ilgi çeken bir proje olarak önümüzde duruyor.

Öncelikle filmin konusuna değinelim; Tayvan'ın başkenti Taipei'nin suça batmış yeraltı dünyası sokak çeteleri, mafya ve işbirlikçi polisler tarafından yönetilirken en aktif ticaret uyuşturucu ağı üzerinden yürütülür. Lucy, bu tehlikeli uyuşturucu şebekesinde, belalı bir çete için kurye olarak çalışmak zorunda kalan genç bir kadındır. Bir gün bir teslimat öncesinde taşıması için vücudunun içine yerleştirilen uyuşturucu, beklenmedik bir şekilde Lucy'nin vücuduna nüfuz edip kanına karışmaya başlayınca mucizevi bir durumla yüzleşir. Lucy'in damarlarında dolaşan kimyasallar, ona insanüstü yetenekler kazandırmıştır! Artık akıl okuma, telekinezi ve acıyı hissetmeme gibi güçlere sahip olan genç kadın acımasız bir savaşçıya dönüşecektir.

Nikita'da sıradan bir genç kızın eğitilerek ajana dönüşmesi, erkeklerin egemen olduğu bir dünyayada ayakta kalabilmesi gibi bir duruma Lucy'de biraz fantazi biraz da bilimkurgusal yollarla ulaşıyoruz. Süper güçler kazanan, hayatı bir anda alllak bullak olan ve kaçınılmaz olarak kötülerle savaşmak zorunda kalan bir karakterimiz var. Ancak filmin çıkış noktası 2011'de izlediğimiz başka bir bilimkurgu Limitless diyebiliriz. Orada bir hap alarak beyninin tamamını kullanan, bu sayede bir anda yükselen ve aynı zamanda yeni düşmanlar da edilen bir yazarın hikayesi ele alınıyordu. "Eğer beynimizi tam kapasite ile kullanabilseydik ne olurdu", Lucy'nin ana fikri işte bu. Bu yeteneği evrenin sırları çözmek için kullanabileceğimiz fikri üzerine de düşünüldüğünü fragmandan anlıyoruz. Ana karakterimiz Lucy ise beyninin % 28'ini kullanabiliyor ama tahminimce film ilerledikçe bu oran artacak ve ilginç bir sona yürüyecek filmimiz. Besson'un işin aksiyon ayağında iyi bir iş ortaya koyduğunu şimdiden söyleyebilriz ancak daha önemlisi bir bilimkurgu olarak Lucy'nin nerede duracağı veya nereye ulaşacağı..

Lucy eleştirime buradan ulaşabilirsiniz

14 Temmuz 2014

Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti


Maymunlar Cehennemi (Planet of the Apes)’nin 1968’de başlayan sinema macerası, yeni bir seri ile yoluna kaldığı yerden iddialı bir şekilde devam ediyor. Post apokaliptik bilimkurguların en özgün örneği, tam da bu özgünlüğü sebebiyle tür içinde yeni ve farklı filmlerin önünü açma ya da taklit gibi kaçacağından benzerlerinin türemesine imkan vermedi. Ancak devam filmleriyle kendi evrenini genişletmeye çalıştı. Eski serilerin hızla canlandığı ve prequeller ile çoğunlukla yeni bir hüviyet kazandığı 2000’li yıllarda Maymunlar Cehennemi de bu yola saptı. Bilimkurgu sinemasının 70’li yıllarda ilk altın çağını yaşamasında Maymunlar Cehennemi’nin kilit bir rol üstlenmesiyle kıyaslayamasak da 2011’de başlatılan Maymunlar Cehennemi: Başlangıç ve devam filmi Maymunlar Cehennenmi: Şafak Vakti, türün ikinci altın çağına ulaşmasında katkı sağlayan filmler olarak anılacak.

Evrimden devrime sloganıyla yeni bir başlangıç yapan Maymunlar Cehennemi: Başlangıç, daha akılcı bir yol izlemesiyle takdirimizi kazanmıştı. Zaman yolculuğu ile geçmişe müdahale edilmesi yerine Alzheimer hastalığını tedavi etme umuduyla geliştirilen ALZ adlı bir ilaç maymunların zihinsel aktivitelerini artırıyor ve evrim basamağına yeni bir halka ekleniyordu.

Serinin 5. filmi "Maymunlar Cehenneminde Savaş" temel alınıyor

İnsanoğlunun labaratuvarda ürettiği ALZ’nin kendisi için ölümcül bir virüse dönüşmesiyle önce salgın filmine, oradan da bir tür kıyamet sonrası filmine evrilen Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti, ilk seriyle bağını sıkı tutan bir devam filmi. Maymunlar Cehennemi: Başlangıç, evrimi başlatan maymuna Caesar adını vermesi, maymunların evcil hayvan olarak kullanılması gibi benzerlikleriyle ilk serinin dördüncü filmi Maymunlar Cehenneminde İsyan ile ilişki kurmuştu. Şafak Vakti ise ilk serinin son filmi Maymunlar Cehenneminde Savaş’ı temel alıyor, hatta o filmin hikaye örgüsünü alıp baştan yazıyor diyebiliriz. Orada kıyamet sonrasına nükleer silah kullanılmıyla ulaşılırken burada virüs devreye giriyor. Bahsettiğimiz beşinci filmin önemi, maymunların insanlarla savaşı kadar kendi içlerinde de bir iktidar mücadelesi, bir savaş yaşanması diyebiliriz. Elbette Şafak Vakti’nde maymunlar arasındaki ırkçılıktan eser olmasa da “maymun maymunu öldürmez” yasasının yüksek sesle dile getirilmesine tekrar şahit oluyoruz. İnsanlarla maymunların birlikte hareket etme, bir türün çaresiz kaldığı anda diğerinin yardım etmesi veya esir alma durumları gibi daha pek çok detayın bahsettiğimiz beşinci filmden devşirildiğini söyleyebiliriz.

"Maymun maymunu öldürmez" yasası hükümsüzdür!

Şafak Vakti bir devam filmi olmanın bazı handikaplarını yaşasa da maymunların dünyamızın hakimiyetini tamamen ele geçirdikleri uzak geleceğe doğru atılmış büyük bir adım. Kendi iç sorunlarıyla varolmaya çalışan iki türün aynı coğrafyada barış içinde yaşayabilme umudu, iyi ile kötünün kaçınılmaz mücadelesiyle yıkılmıyor, burada iyinin ve kötünün her iki türün de doğasında birlikte varolduğuna dikkat çekiliyor. Bilimkurgu sinemasında sıkça karşımıza çıkan insan yararı gözetilse de bilimsel gelişmelerin bir şekilde insanoğlunun kendi sonunu hazırlayacağı öngörüsüyle serinin üzerine sinen özeleştiriyi Şafak Vakti’nde de görüyoruz. Şavaşı başlatan tarafın maymunlar olması ve “maymun maymunu öldürmez” yasasının hükmünü kaybetmesiyle maymunun insandan pek de farklı olmadığının altı çiziliyor. 1968 yapımı ilk filmde maymunların insanın evrim geçirmiş hali olduklarına inanıyor ve dolayısıyla da kendilerini daha üstün bir varlık olarak görüyorlardı. Bu durum Şafak Vakti'nde maymunların insanlaşma sürecinin üstünlük değil, zaafiyet getirdiği biçiminde karşılık buluyor. Böylece de Hristiyanlık tarihinde kilisenin güç ve otoritesini muhafaza etmek için mevcut gerçekleri kendisine yontarak değiştirmesinin bir benzerini maymunların da uzak gelecekte (ilk filmde) kendi dinlerini yaratırken uyguladıkları anımsıyor, çıplak gerçeği bu filmde görme şansını yakalıyoruz.

Başlangıç ve Şafak Vakti'ni karşılaştırmak kaçınılmaz

Yeni Maymunlar Cehennemi serisinin ilk iki filmi kaçınılmaz biçimde karşılaştırılacak ama Başlangıç ve Şafak Vakti’nin birbirlerine üstünlük kurduğu noktalar olduğunu düşünüyorum. Başlangıç’ın en önemli artısı “ilk” olmasıydı. Evrimin ortaya çıkış sürecini, bugünün dünyasında nasıl karşılık bulacağını insan faktörüyle ele alışı ve insan-maymun ilişkisi gibi detaylarıyla beklenen açılış filmiydi. Şafak Vakti’nin öncülünün üzerine çıktığı alanlar ise öncelikle atmosfer oluşturmadaki başarısı. İlk seride olduğu gibi hikayenin günümüzde geçtiği bölümlerde atmosfer yaratma anlamında sıkıntılar oluyor. Maymunlar Cehennemi’nin özünde post apokaliptik bilimkurgu olması ve Şafak Vakti’nin o özü inşa etmesi bu filmin en büyük kozu. Maymunların kendi içindeki iktidar mücadelesinin de insan-maymun savaşıyla paralel olarak vuku bulması gerilimi ve seyircinin motivasyonunu artıran önemli bir unsur.

Son söz: Maymunlar Cehennemi: Şafak Vaki, ilk film sonrası yarattığı büyük beklentiyi tam olarak karşılayamasa da öncülünün altında ezilmiyor. 8\10

10 Temmuz 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #1 - Enter the Void


Sinemanın aykırı çocuklarından Gaspar Noe’nin üçüncü uzun metraj filmi Enter the Void, sinemada yenilik arayan kitleyi peşine takacak hipnotik etkiye sahip, tanımlaması zor bir film. Reenkarnasyon ile yeni bedenlerde can bularak sonsuza dek varolma fikrini temel alıp, ebeveynleri bir trafik kazasında öldükten sonra, birbirlerinden hiç ayrılmamaya ant içen iki kardeşin, Oscar ve Linda’nın, Tokyo’ya uzanan hikayelerini anlatmaya koyuluyor Gaspar Noe.. Oscar’ın beklenmedik ölümüyle birlikte “ölümden sonra ne olur?” sorusunun peşine takılarak daha önce deneyimlemediğimiz bir yolculuğa çıkıyoruz. Filmin tamamını Oscar’ın bakış açısından veren Noe, yakaladığı ruhani damarı çeşitli renk oyunları, efektler ve biçimsel atraksiyonlarla bezeyip, çılgın bir finale yürüyor. Enter the Void'in fazlasıyla cesur anlatımı sebebiyle her bünyeye göre olmadığını ve klasik anlatıya alışmış seyirci için fazlasıyla zorlayıcı bir seyir sunduğunu söylememiz lazım. Bakış açısı tekniğini tüm filme yayması, ölüm anında hayatın gözlerin önünden film şeridi gibi akıp gitmesini uzun bir flashback sahnesiyle vermesi gibi özellikleriyle Enter the Void, seyircinin sabrını sınıyor ve finalde de mükafatlandırmasını biliyor. Özellikle ana karakterimiz Oscar’ın ölümüyle birlikte bakış açısı tekniğinin önemi artıyor. Bu şekilde Oscar’ın ruhsal benliğiyle empati kurup, ölüm sonrasında ardımızda nasıl bir dünya bıraktığımıza, sevdiklerimizin bizsiz hayatlarını nasıl sürdürdüklerine dair zihin cimnastiği yapmamızı sağlıyor.

Biçim ve içerik uyumunda kusursuzluğu yakalayan Noe; Enter the Void’i ölüm, ölüm sonrası ve reenkarnasyon inancı üzerine söyledikleriyle kaçırılmaması gereken sinemasal bir deneyime dönüştürüyor. 9\10

9 Temmuz 2014

#fragman - Exodus: Gods and Kings


Exodus: Gods and Kings'in ilk fragmanı yayınlandı. Filme dair geniş bir inceleme yapmıştım. Detaylara buradan bakabilirsiniz.


1 Temmuz 2014

Pek Yakında: Tracks (Çöldeki İzler)


John Curran’ın yeni filmi “Tracks”, Avustralyalı yazar Robyn Davidson’ın kendi anılarını kaleme aldığı aynı adlı kitabından bir uyarlama. Mia Wasikowska’nın Davidson’ı canlandırdığı film, yazarın köpeği ve dört deveyle 1977 yılında Avustralya çöllerinde yaptığı yolculuğu konu alıyor. Adam Driver ise, Davidson’ın yolculuğunu kaydeden National Geographic fotoğrafçısı Rick Smolan rolünde.

Film büyüleyici görüntüler eşliğinde nefes kesici bir yolculuğu anlatırken; genç bir kadının meydan okuyuşuyla feminizmden, hikayenin geçtiği coğrafya nedeniyle sömürgeciliğe kadar pek çok temaya da değiniyor.

Yönetmen John Curran, New York’tan Avustralya’ya yerleştiği dönemde, 80’li yıllarda keşfetmiş Robyn Davidson’ın kitabını. Genç kadının bir anlamda kendisini de keşfetmek için yaptığı bu yolculuğu, kendi yolculuğuna çok yakın bulan Curran, yıllar sonra bu uyarlamayı yapmaktan büyük heyecan duymuş.

Sinemada yolculuk teması, bireyin doğayla bütünleşmesi ve içsel arayış hikayelerini sevenlerin Tracks'tan hoşlanacağını düşünüyorum. Başarılı oyuncu Mia Wasikowska'nın neredeyse tek başına götürdüğü film, biyografik havasını her anında hissettiren keyifli bir film. Tracks, 18 Temmuz'da gösterime girecek.