27 Ağustos 2014

The Congress


Biyografik özelliğinin yanında belgeselci anlatısıyla animasyon türüne yeni ufuklar açan üçüncü uzun metrajı Beşir’le Vals ile tanıdığımız Ari Folman, bu kez Stanislaw Lem’in 1971’de kaleme aldığı Gelecekbilim Kongresi adlı eserini temel alıp serbest bir uyarlamaya girişti. Hikeyeye yeni bir çehre kazandıran ve bunu da live action animasyon ile hayata geçiren Folman, The Congress (Son Şans)’te önce sinema sektörünün ardından da insanoğlunun geleceğine bakış atıyor.

Klasik sinemanın sonuna işaret ediyor

Sinema teknolojik atılımlarla kendisini sürekli yenileyerek ilereyen bir sanat. Filmlerin yeşil perde önünde çekilmeye başlamasından, 3D teknolojisine kadar türlü yeniliklerle sinema hızla değişiyor. Efekt ürünü karakterler bir anlamda aktör ve aktristlerden rol çalarken, motion capture olarak da bildiğimiz hareket yakalama tekniği ise oyuncuların sektördeki geleceğine ilişkin kimi soru işaretleri oluşturmuyor değil. The Congress’te de kendini oynayan ve artık gözden düşmüş bir oyuncu olan Robin Wright’ı yepyeni bir teknolojiyle dijital ortamda yeniden yaratılan, sektörde artık dijital kopyası ve sinemasal benliğiyle varolmak zorunda kalan bir karakter olarak izliyoruz. Bildiğimiz anlamda oyunculuğun devre dışı kalmaya başlamasıyla sözde daha özgür bireylere dönüşüyor oyuncular. Elbette ki Folman, sektörün gidişatını ve ticarete dönmesini eleştiriyor. Bir yandan getirdikleriyle (beyazperde de hep genç kalmak gibi) hayranlık uyandırsa da klasik sinemanın sonunu işaret etmesi, yaratıcılığı öldürmesi gibi sebeplerle karşısında durulması gereken bir teknolojik atılım masaya yatırılıyor.

Live acition animasyon daha işlevsel biçimde kullanılıyor

Masum Sanık Rogger Rabbit çizgi karakterlerini gerçek dünyaya salıverip, gerçeklik içinde fantastik bir alem yaratmasıyla o gün için önem arz eden bir işti. Bir anlamda o filmin mirasını devralan The Congress ise Roger Rabbit’i çıkış noktası olarak belirliyor ve özündeki fantastik öğeleri halüsinatif bir dünyaya hapsediyor. Halüsinatif dünya ile gerçekliği ya da çizgi olanla gerçekliği hem iç içe geçiriyor hem de birbirinden keskin bir çizgiyle ayırıyor Folman. Filmin ilk 45 dakikasında sektörün geleceğine bakıp, 20 yıl sonrasına atlayan ve birden live action animasyona geçen Folman, bu durumu hikayenin bir parçası yaparak işlevsel kılıyor. The Congress’in farkı da burada ortaya çıkıyor. Biçimsel yetkinliği, oldukça yaratıcı hikayesi, eleştirel tutumu ve sinema dili filmi kendi türü içinde önemli bir noktaya taşıyor.

Distopyadan kaçma isteği

Dünyanın geleceğine dair karanlık br tablo çizen The Congress, insanoğluna sahte de olsa cennete kaçma fırsatını veriyor. Folman, The Matrix’in kıyamet sonrasında sanal bir dünyaya hapsedilen insanlık fikrini tersine döndürerek uyguluyor. Mavi-kırmızı hap benzeri bir seçim yapılarak Harikalar diyarına adım atılıyor. İnsanoğlu mücade etmeyi ya da gerçekliği değil, halüsinatif bir hayatı tercih ediyor. Abre los Ojos ya da yeniden çevrimi Vanilla Sky’da bireyin bilinçaltı düzeyine indirgeyerek gerçekleştirebildiği gerçeklikten kaçış formulünün eğilip bükülerek hayata geçirildiğini de görüyoruz The Congress’te.

Geleceğin dünyasında yetişkinler için Disneyland yaratmak

Abrahama adı verilen sınırlanmış bir canlandırma şehrinde hayallerini gerçeğe dönüştürme fırsatı sunuluyor. İster Hz. İsa, ister Michael Jackson, ister bir film karakteri, ister bir hayvan ya da mitolojik bir tanrı olabilme imkanının sunulduğu bir dünya, bir eğlence parkı düşünün. Yetişkin bireyler için Disneyland yaratma fikri 70’li yılların bilimkurgularından Westworld’ün kendi tarzında giriştiği bir işti. Orada da Vahşi Batı’da bir silahşör, Orta Çağ’da bir şövalye veya bir kral olabilmek mümkündü. Benzer motivasyonları olan iki filmden The Congress, işi daha ileri götürme cüretini gösteriyor. Özgür seçim formülü ile hayatı daimi bir eğlenceye dönüştürmenin sözünü veriyor. The Congress’in sahte bir gerçeklik yaratma düşüncesinin temelinde ise bilimkurgu sinemasına 80’lerde girip, 90’lı yıllarda kalıcı eserler veren ‘sanal gerçeklik’ filmleri yatıyor. İşte The Congress de 2000’li yıllarda farklı biçimler ya da farklı mecralarda karşımıza çıkan sanal gerçeklik olgusunun en ilgiye değer uzantılarından birini sunuyor.

Son söz: The Congress, bir çok filmle ortak temaları olsa da gerçekten benzersiz bir film. 8.6\10

23 Ağustos 2014

Bruce Willis mi, Mel Gibson mı?


Kariyerlerine aynı dönemde başlayan Bruce Willis ve Mel Gibson, 80'li ve 90'lı yılların en önemli aksiyon yıldızlarındandılar. Aynı kuşağın oyuncuları olmaları kadar hayat verdikleri bazı karakterlerin benzerlikleri ve rollerine giriş biçimleriyle hep karşılaştırdığım isimler oldular. Ancak bu karşılaştırmayı hangisi daha iyi oyuncu şeklinde yapmak istemiyorum çünkü buradan bir yere varmak pek olası değil. En mantıklısı filmlografilerine bakarak karar vermek diye düşünüyorum.

Kariyerine 70'li yılların sonunda başlayan Mel Gibson'ın en bilinen karakterleri Mad Max üçlemesinin çılgın Max'i ve Lethal Weapon'ın başına buyruk polisi Martin Riggs'ti. Bu iki seri Gibson'ı döneminin en büyük yıldızlarından biri yaptı. İlk döneminde Peter Weir'la iki önemli filme (The Gallipoli ve The Year of Living Dangerously) imza attı. 1990'da Hamlet oldu ve salt aksiyon yıldızı olmadığını net bir biçimde gösterdi. Gibson için zirve noktası ise şüphesiz ki, ikinci yönetmenlik denemesi The Breaveheart oldu. 10 dalda Akademi ödüllerine aday olup en iyi film ve en iyi yönetmen dahil 5 Oscar kazanan film, Gibson'ın çok yönlülüğünü de ispatladı. Apocalipto ile de yönetmenlikte başarısının tesadüf olmadığını gösterme fırsatı oldu.

Gibson'la aynı dönemde başlasalar da Bruce Willis'in yıldız statüsüne ulaşması epey zaman aldı. 1988'de gelen ilk Die Hard filmi ve aktörün başarıyla canlandırdığı John McClane karakteri çok sevildi. Die Hard seriye dönüşürken, Willis de art arda yer aldığı unutulmaz filmler; Pulp Fiction, Twelve Monkeys, The Fifth Element, The Jackal ve The Sixth Sense ile altın dönemini yaşadı. Willis, Gibson'ın aksine 2000'lerde de hız kesmeden yoluna devam etti. Aksiyona ara vermese de Moonrise Kingdom gibi yaşına uygun daha ağırbaşlı rollerde de karşımıza çıkmaya başladı.

İki oyuncunun filmlografilerini karşılaştırırsak Willis'in rahatlıkla öne çıktığını söyleyebiliriz. Die Hard ve Lethal Weapon serileri birbirini dengelese de Willis'i Pulp Fiction, Twelve Monkeys ve Sin City gibi başyapıtlar ve o düzeyde filmlerde daha sık görmemiz önemli bir nokta. Mad Max üçlemesinin karşısına da Willis bilimkurguları The Twelve Monkeys, The Fifth Element ve Looper'ı koyabiliriz. Sonuç oalrak benim oyum Willis'ten yana, ya sizin ki?

En iyi 5 Mel Gibson filmi
1- Braveheart (1995)
2- Mad Max II: The Road Warrior (1981)
3- The Gallipoli (1981)
4- Lethal Weapon (1987)
5- Sings (2002)

En iyi 5 Bruce Willis filmi
1- Pulp Ficton (1994)
2- Twelve Monkeys (1995)
3- Sin City (2005)
4- The Sixth Sense (1999)
5- Die Hard 3 (1995)

19 Ağustos 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #4 - Inherit the Wind


1920’li yılların Amerika’sına, müfredatın ve kanunların dışına çıkarak derste Evrim Teorisini anlatan bir öğretmenin tutuklanması ve ardından mahkeme sürecini odağına alan Inherit te Wind, 1925 yılında Tennesse’de yaşanmış ve kamuoyunda “Maymun Davası” olarak bilinen gerçek bir olayı beyazperdeye taşıyor. Dönemin en iyi avukatlarının savunma ve iddia makamı olarak karşı karşıya geldiği dava, kısa sürede toplumsal bir olaya dönüşür. Avukatların karşıt görüşte olmalarıyla Evrim Teorisi ve Yaratılış tartışmaları hararetli bir biçimde mahkeme salonunda yankı bulur. Mesele kanunların çiğnenmesi ve dini değerlerin hiçe sayılması değildir, mesele düşünme hakkının yargılanmasıdır. Klasik sinemanın usta isimlerinden Stanley Kremer’in filmi de buna vurgu yapar. Esprileri, kelime oyunları, söz düelloları ve devleşen performanslarla birleşince tüm zamanların en iyi mahkeme filmi olmakta zorlanmamış bir filmdir Inherit the Wind. Özellikle de savunmanın iddia makamını sanık sandalyesine oturttuğu sahne akıllardan çıkacak gibi değildir. Olayın gerçekten yaşandığını bilmek ise bu etkiyi kat kat artırır. 60’lı yılların saklı hazinelerinden, kaçırmayın!

13 Ağustos 2014

Yeni fenomen adayı: The Maze Runner


Ülkemizde 19 Eylül'de gösterime girecek olan The Maze Runner, The Hunger Games'in yakaladığı başarıyı örnek alan bir bilimkurgu. Tıpkı Hunger Games gibi The Maze Runner da bir roman uyarlaması hatta 3 kitaptan oluşan bir seri. Bu bağlamda ilk filmin tutması diğer iki kitabından vakit kaybedilmeden sinemaya aktarılmasındaki en önemli husus diyebiliriz. 

Labirent: Ölümcül Kaçış adıyla vizyona çıkarılan The Maze Runner, James Dashner’ın Ekim 2009'da yayınladığı ve New York Times En iyi Satış ödüllü kitabından uyarlandı. Okuyucular bu kitabı Açlık Oyunları, Sineklerin Tanrısı ve efsanevi dizi Lost'un kombinasyonu olarak tanımlıyor. Dashner özellikle Sineklerin Tanrısı karşılaştırmasını anlayışla karşılamış fakat The Maze Runner'ı çok farklı bir hikaye olarak tanımlamış. “Karakterlerin Sineklerin Tanrısı’nda olduğu gibi davrandıklarını düşünmüyorum. Bence onlar daha medeni, düzenli ve kaçmaya adanmışlar. The Maze Runner aynı zamanda umudu ve insan ruhunun potansiyelini anlatan bir hikaye”.

Filmin konusu:

Thomas yukarı doğru hareket eden bir asansörde uyanır. Kapılar açıldığında kendini bir grup yaşıtıyla bulur. Bu koloni onu kayranda bir karşılar. Kayran devasa büyüklükteki duvarların çevrelediği geniş bir alandır. Thomas‘ın aklı bulanmış, nerede olduğunu, nereden geldiğini, ailesinin kim olduğunu, geçmişini ve hatta kendi ismini dahi hatırlayamamaktadır. Thomas ve “Kayranlılar” buraya nasıl ve neden getirildiklerini bilmemektedir. Tek bildikleri şey her sabah labirente gidilen dev bir kapının açıldığıdır. Her akşam ise güneş batarken kapı kapanır. Her otuz günde bir asansörle yeni bir çocuk gruba katılır. Labirentin bu davranışı Thomas’ı getirir, fakat beklenmedik bir şey olur ve bir hafta sonra asansör labirente Teresa adında bir kızı getirir.

Thomas kayran sakinlerinin hepsinin oyunda bir rolü olduğunu öğrenir. Kayranlıların bazıları duvarların bir haritasını çıkarmaya çalışır ve gün bitene kadar keşfedebildikleri tüm alanları keşfederler. Gün bittiğinde labirent kapanır ve bu devasa yapının içinden “Izdırap Verenler” in sesleri duyulmaya başlar. Thomas yeni bir kayranlı olmasına rağmen labirente ve kayrana anlayamadığı bir aşinalık hisseder. Anılarının bir köşesinde bu labirentin gizemini çözebilecek ve hatta ötesindeki dünyaya ulaşmalarını sağlayacak bir anahtarı olduğunu düşünür.

İlk izlenim:

The Maze Runner, Ender's Game ve Divergent ile birlikte The Hunger Games'in açtığı yoldan yürümeye çalışan bir bilimkurgu filmi. Arkasında çok satanlar arasına girmiş bir roman olması anlatılan hikayenin kitlelerin ilgisini fazlasıyla çektiğinin ve filmle de çekeceğinin açık bir göstergesi. Ancak ilk uzun metrajını yöneten Wes Ball'ın doğru bir seçim olmadığı da çok açık. Fragmana baktığımızda Lost, The Hunger Games ve Lord of the Files'ın yanı sıra The Maze Runner'ın Cube (1997) filmini de anımsattığını söylememiz gerekiyor. Birbirini tanımayan bir grup insanın bir tür deneye tabi tutulması ve kaçmalarının-kurtulmalarının neredeyse imkansız olduğu tuzaklarla dolu bir labirent fikri Cube'ün de kendi tarzında uyguladığı bir düşünceydi. Karakterlerimizin tamamının ergenlerden oluşması, ekibe yeni katılan gencin öne çıkması ve değişimin fitilini ateşlemesi ve muhtemel bir aşk hikayesi The Hunger Games'in tutan formülünün tekrarlandığını gösteriyor. Elbette ki The Maze Runner'ın dünyası oldukça farklı. Distopyadan ziyade gizemle örülen ve ucunun bir tür deneye varacağını düşündüğüm bir film. Yeni bir fenomen mi doğuyor sorusunun ise cevabını film vizyona girdiğinde alacağız ancak benim tahminin yeni bir Hunger Games vakası yaşamayacağımız yönünde. The Maze Runner'ın gişede başarılı olacağını ve diğer iki kitabın da sinemaya uyarlanacağını düşünüyorum. Bekleyip görelim...

11 Ağustos 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #3 - Equus


Klasik sinemanın büyük ustalarından Sidney Lumet’in gölgede kalmış filmlerinden Equus, Peter Shaffer’ın oyunundan sinemaya uyarlanan ve sinemada da iz bırakmıyı başaran bir eser. 17 yaşında bir gencin 6 atı kör etmesi üzerine, psikiyatr Martin Dysart’ın bu enteresan olayı araştırması ve aydınlatma çabasına odaklanan film, son bölüme kadar gizemini korumayı başarıyor ve ilginç bir noktaya ulaşıyor. Çocuğun atları keskin bir cisimle kör etmesi ve onu bu duruma getiren yaşanmışlıkları kadar doktor Dysart’ı içine çektiği içsel sorgulama da büyük önem taşıyor. Equus; normal ya da anormal olan nedir, acılarla dolu ama tutkulu bir hayat mı, yoksa hayatın monotonluğundan kopamadan, büyük bir şeyin parçası olamadan yaşamak mı daha iyidir gibi sorular soruyor. Cevapları ise seyircilere bırakıyor. Kendi maneviyatına kendi acısı ile ulaşan, kendi tanrısını yaratan ve ibadetini yaşamının özü yapabilen Alan, doktorun hayatı boyunca yaşadığı şüphe kıvılcımlarından bir yangın çıkarmayı başarıyor. Doktor ve hasta ilişkisini iki taraflı ele alan, hatta hastadan çok doktorun dönüşümüne odaklanmasıyla önemi artan bir film bu. Dini göndermeleriyle, benzersiz ve özel hikayesiyle, müthiş performanslarıyla akılda kalan Equus; insanoğlunun en karanlık köşelerine bakış atıyor, insanın anlaşılmaz doğasını tutkuları aracılığıyla irdelemeyi deniyor. Lumet’in tam bir hakimiyetle kotardığı film saklı başyapıtlardan… 9.6\10

6 Ağustos 2014

Jesus Christ Superstar


Tim Rice ve Andrew Lloyd Webber’in 70’li yılların ses getiren rock opera tarzındaki Broadway müzikali Jesus Christ Superstar, aynı dönemde bir sinema uyarlamasıyla da seyirci karşısına çıkmıştı. 1971’de Fiddler on the Roof ile müzikal türünün en iyi örneklerinden birine imza atan Norman Jewison, 1973’te de cesaret isteyen Jesus Christ Superstar müzikali için kamera arkasına geçmiş ve bu alandaki yetkinliğini konuşturmuştu.

Sayısız kez beyazperdeye konu olan Hz. İsa, insanlık tarihinde olduğu gibi kimi uyarlamalarıyla sinemada da pek çok tartışma yarattı. Pasolini’nin Matyas’a Göre İncil’i, Scorsese’nin Günah’a Son Çağrı’sı ve Jewison’ın Jesus Christ Superstar’ı başta gelenler…

Jesus Christ Superstar, 1999 yapımı Shakespeare uyarlaması Titus gibi post modern bir film. Açmak gerekirse, her iki eser de aynı mantıkla hareket ediyor. Anlattıkları hikayeyi sabitliyor, günümüzün araç-gereç vb. detayları kullanıp, mantığı devre dışı bırakıyorlar ve farklı bir estetik hazzın peşine düşüyorlar. Teartal bir havanın da estiği filmde karakterlerimiz ıssızlığın ortasında bir bölgeye otobüsle geliyor, herkes rolü gereği kıyafetlerini değiştiriyor ve şov başlıyor…

Hz. İsa’nın son dönemini odağına alan film, İncil’deki ikonografiyi büyük oranda takip ederek ilerliyor. Aralarda eklemeler yapıyor ve detaylara takılıp kalmıyor. Karakterlerimizin kendilerini şarkılarla ifade edebildiği film, meselenin özüne sadık kalsa da kendi yorumunu katmaktan geri durmuyor. Yahuda İskariot’un siyahi bir figür olmasından tutun, son akşam yemeğinin gündüz yenmesine kadar sayabileceğimiz birçok değişiklik mevcut. Ama elbette bunların bir önemi yok. Jesus Christ Superstar, herhangi bir tarihi olay veya durumun o günün koşullarına göre değerlendirilmesi gerektiği gerçeğini bir kenera bırakıp, Hz. İsa’nın yaşadıklarına bugünün penceresinden bakmayı deniyor. Bu bağlamda, 70’lerin dünyasında Hz. İsa’nın bir süperstardan farkının olmayacağı, dünya değişse de güç ve iktidar sahiplerinin kendi çıkarları doğrultusunda hareket edecekleri ve bunun değişmezliği vurgulanıyor.

Jewison’ın Hz. İsa yorumu oldukça tartışmalı. Çarmıha giden yolda İsa’nın tanrıyı sorgulaması, Neden ölmek zorunda olduğunu anlamaması, ölürse ödülünün ne olacağını merak etmesi gibi abes sorular sorması ve biçare bir İsa portresi çizilmesi post modern bir uyarlamada dahi göze batıyor. İsa’nın tanrısallığından arındırılıp insani yönünün öne çıkarılması bir artı olsa da bilgeliğinin törpülenmesi düşündürücü. Oyuncuların şarkı söyleme becerileri ve Andrew Lloyd Webber’in harika besteleriyle müzikal bir şölene dönüşen Jesus Christ Superstar, türün zirvelerinden. 8.8\10

2 Ağustos 2014

The Cell


Son iki filmiyle hayal kırıklığı yaşatan Tarsem Singh, The Fall gibi bir başyapıta imza atabilmiş takdir ettiğimiz yönetmenlerden biri. Singh'in ilk filmi The Cell (Hücre), 2000'li yılların en kayda değer polisiye filmlerinden biri. Türe taze bir soluk getirebilmesi ve pek çok özelliğiyle uzun uzun konuşulabilecek ve incelenebilecek özenli bir çalışma...

Catherine Deane, yeni bir terapi metodu üzerinde çalışan bir psikologdur. Catherine, bilimin imkanları dahilinde insanların zihnine girmesine olanak tanıyan bu yeni bilimsel keşfi, şizofren bir seri katilin bilinçaltına girip yerini sadece bu katilin bildiği son kurbanını kurtarmayı hedeflemektedir. Bu yolculuk son derece risklidir ve daha önceki bilinçaltı yolculuklarına hiç benzemez.

Polisiye sinemaya bilimkurgu açılımı

Polisiye ve bilimkurgu, yolu çok fazla kesişmeyen iki farklı tür. Bilimkurgu sineması daha çok suç filmleriyle melezleşiyor. Seri katil hikayeleri de kendi türü dışına pek çıkmama eğiliminde olduğundan polisiye-bilimkurgu örneklerine pek rastlayamıyoruz. İşte o nadir örneklerden biri olan The Cell, bu birlikteliği mümkün kılmakla yetinmeyip benzersiz bir tür kırmasına dönüşmüş. Ana karakterimizin, şizofren bir katilin beynine girerek bizi de dahil ettiği uçsuz bucaksız bilinçaltı dünyası; son derece karanlık, ürkünç ve görkemli... Polisiye örgüyle sıkı sıkıya bağlanan fantastik sahnelerden gerçekliğe döndüğümüzde, görsel olarak keskin bir ayrım, bir özensizlik hissediyoruz. Bunun en büyük sebebi yönetmenin hikayenin polisiye boyutundan ziyade bilimkurgusal yönüyle ilgilenmesi denilebilir. Zaten tüm hünerlerini de bilinçaltı sahnelerinde sergilemesi önceliklerini açık ediyor. Sanat yönetmenliği ve görselliğiyle öne çıkan, filmde de önemli bir yer tutan bu sahneler, filmi polisiye olarak adlandırdığımız tür içinde 'arthouse' olarak nitelendirebileceğimiz nadir örneklerden biri yapıyor.

The Cell'in ataları

a) Polisiyedeki ataları

The Cell, polisiye türünün en iyi iki örneği olan Se7en ve The Silence of the Lambs'ın formüllerini kullanıyor. Se7en'da John Doe adlı seri katilimiz bir noktadan sonra teslim oluyordu ve film hiç beklenmedik bir sona ulaşıyordu. The Cell, bu formülü ters çevirip (katilin finalden çok önce polisin eline geçmesini) kullanıyor. Katili ilk yarım saat içinde yakalatıyor ve hikaye de bu şekilde ivme kazanabiliyor. Polisiye sınırlarının dışına çıkılıyor. Singh'in filmi Kuzuların Sessizliği'nden 3 farklı biçimde etkilenmiş. Birincisi; bir seri katili yakalamak, kurbanını kurtarabilmek için başka bir katilden yardım alma düşüncesini, bilinçsiz durumdaki katilin zihnine girerek ondan faydalanma, kendi kurbanını ondan habersiz ama onun sayesinde bulmaya çeviriyor. İkincisi; Kuzuların Sessizliği'nde katilin kadınlardan seçtiği kurbanlarını, çıkmalarının mümkün olmadığı bir kuyuya hapsetmesi ve yavaş yavaş ama umut da vererek öldürmesi, The Cell'de katilin (kurbanlar yine kadınlar) sert bir cam hücre içine hapsettiği (yine ona umut vererek) kızın ölümünü seyretmesiyle ciddi benzerlik taşıyor. Son olarak iki filmde de kızları kurtarmanın zamana endekslenmesini örnekleyebiliriz.

b) Bilimkurgu sinemasındaki  ataları 

The Cell'de geliştirilen yöntemle bir insanın bilinçaltına girilebiliyor. Bunu mümkün kılan teknoloji, gerçek olmadığını karakterlerin de bildiği bir ortamda gerçeküstü bir yaşanmışlık izletiyor bize. 90'lı yıllara döndüğümüzde Sanal gerçekliğin yükselişine tanık oluruz. Bilimkurgu filmlerinde sıkça karşımıza çıkan bir olgu bu, Strange Days'den The Matrix ve The Thirteenth Floor'a varan... Bu filmlerden The Matrix ve The Thirteenth Floor'da teknolojinin yardımıyla farklı bir boyuta geçme-bağlanma durumu The Cell'de bilinçaltına açılan bir kapıya dönüşmüş. The Cell'in bahsettiğimiz iki filmin hemen ertesi yıl vizyona girdiğini de düşündüğümüzde taze bir etkileşimi gözlemleyebiliyoruz.

Inception'ın esin kaynağı

Açıkça Inception'ın atası diyebiliriz. Inception 2010'da vizyona girdiğinde Christopher Nolan'ın bu fikrin 10 yıldır üzerinde çalıştığını söylemesi ve The Cell'in de 2000 yapımı olması elimizdeki ilk önemli veri. Nolan'ın rüyalara uzanma fikri The Cell'i izlediğinde aklına düşmüş olmalı. Inception'da teknolojik bir bağlanma ile birinin rüyasına girmek ve onu etkileyebilmek söz konusudur. The Cell'in yaptığı da hemen hemen bu. En önemli fark Inception'daki 'fikir ekme' işleminin The Cell'de 'fikir edinme' amacıyla bilinç altına süzülme biçiminde vuku bulması. İki filmde de büyük yer tutan rüya sahneleri, ana karakterin büyük bir tehlikeyle yüz yüze geldiği, heyecan katsayısı ve seyir keyfi yüksek sahneler olarak karşımıza çıkıyor.

Son söz: Son derece yaratıcı bir polisiye izlemek istiyorsanız doğru adrestesiniz. 7.9\10

1 Ağustos 2014

Deliver Us from Evil 29 Ağustos'ta vizyona çıkarılıyor


The Exorcism of Emily Rose ve Sinister ile ticari başarı yakalayan iki korku filmine imza atan Scott Derrickson, korkuya devam diyor ve kötü ruh veyahut şeytanın insan bedenini ele geçirerek kötülük saçmasını bir suç filminde kullanmayı deniyor. Ülkemizde 29 Ağustos'ta vizyona girecek olan Deliver Us from Evil (Bizi Kötüden Koru), türün meraklıları için oldukça cazip bir seçenek.

Bir Irak çölünde palmiyelik bir alan; yıl 2010. Üç çarpışmanın ardından, ABD deniz piyadeleri ürkütücü bir yeraltı odasına inmek zorunda kalırlar; kendilerini yukarıdaki muharebe alanından çok daha dehşet verici bir şeyin beklediğinden habersizdirler…

…Dört yıl sonra, New York şehrinde, bir anne, adeta hipnotize olmuş gibi, küçük oğlunu birden bire hayvanat bahçesindeki aslanın inine savurur; bu sırada, yakınlarda kapüşonlu bir siluet gezinmektedir…

…Bodrumdan gelen garip sesler ve diğer tuhaf olaylar şehrin kalabalık bir yerinde yaşayan bir aileyi korkutur…

…Çeşitli yerlerde eski Latince yazılar ve tuhaf simgeler bulunur; bunlar, belki de keşfedilmesi fazla korkutucu bir gizemin kapılarını aralar...

Tesadüf nedir? Hayali nedir? Ve dünyanın bir ucundan diğer ucuna uzanan şeytani zincirle birbirine bağlanan şeyler nedir?

New York Polis Departmanı'nda çalışan kıdemli polis memuru Ralph Sarchie'nin üzerine aldığı son dava diğerlerine hiç benzemez. Bir yandan kişisel sorunlarıyla uğraşırken diğer yandan da bir dizi açıklanamayan olaydan oluşan bu karmaşık olayları çözmeye çalışmaktadır. Ancak cinayetler serisi bildiği yöntemlerle çözebileceği türden değildir. Araştırma safhasında Mendoza isimli bir rakiple karşılaşması ise soruşturmanın tüm akışını değiştirir. Kötülük tüm diriliğiyle karşısında dikilmektedir; davayı çözebilmesiyse Mendoza ile yapacağı işbirliğinden geçmektedir.

Yönetmenin görüşleri:

“The Exorcism of Emily Rose” adlı filmde şeytan tarafından ele geçirilme ve şeytan çıkartma olgusuna ciddi yaklaşımıyla büyük saygı toplayan Derrickson, “Deliver Us From Evil/Bizi Kötüden Koru” için daha da derin araştırmalara girdi. “Canavar filmleri gerçek olmayan fenomenlere dayanır. Şeytan çıkarmalar gerçektir. Sık sık gerçekleşirler. Ve siz bu konuda ne düşünürseniz düşünün, çok etkileyici ve korkutucudurlar. Vakalara ilişkin pek çok belge okudum ve çok sayıda video kaset izledim. İnanılmaz rahatsız edici ve zorlayıcılar. Bana göre, bu tür filmlerin dünyadaki gerçek bir fenomene bağlantılarına doğal bir ilgi ve merak var” diyen Derrickson, şöyle devam ediyor:

“İnsanların iblislerin gerçekliğine inanma ya da inanmamalarını sağlamakla pek ilgilenmiyorum, ama şeytan çıkarma fenomeninin insanların ciddiye alması gereken bir şey olduğunu kesinlikle düşünüyorum. Dini inanç pek çok kişinin konuşmak istemediği bir konu çünkü ahlak, değerler, ölümden sonrası, nasıl yaşamamız gerektiği gibi sorular doğuruyor ve tüm bunlar harika sorular.”