28 Eylül 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #6 Birdman of Alcatraz


Klasik sinemanın büyük ustalarından John Frankenheimer'ın, Tomas E. Gaddis'in kitabından uyarladığı Alkatraz Kuşçusu, etki gücü yüksek bir film. İşlediği bir cinayetten mahkum olan Robert Stroud, hapishanede bir de gardiyan öldürünce ömür boyu tecrit cezasına çarptırılır. Stroud'un gerçek yaşam öyküsünden çok satan bir kitap çıkaran Gaddis, eserinin beyazperdeye taşınmasıyla popülaritesini artırırken, bu tutku ve azim dolu gerçek yaşam öyküsü de unutulmaz bir klasik olarak sinema tarihindeki yerini alma şansını yakalar. Hücresine gelen yaralı kuşu tedavi ettikten sonra ilgi ve dikaktini tamamen kuşlara yönetleten Straud'un kuş hastalıkları konusunda uzmanlaşmasını, yani bu çarpık başarı öyküsünü Frankenheimer'ın da sahici ve dingin bir anlatımla ele aldığını söyleyebiliriz. Hikayenin sondan ve kitabın yazarının gözünden aktarılması gibi detayları da filmin akılda kalıcı ayrıntıları. Hapiste ama boşa geçmeyen bir ömrün dokunaklı hikayesinin anlatıldığı Alkatraz Kuşçusu, belki de en iyi oyununu ortaya koyan Burt Lancaster'ın varlığıyla da ışıl ışıl parlıyor. Hapishane filmi diye tabir ettiğimiz alt türün en iyi bir kaç örneğinden biri olan filmi şiddetle öneriyorum.

25 Eylül 2014

Yeni epik denememiz: Fatih'in Fedaisi Kara Murat

Rahmi Turan'ın yarattığı bir çizgi-roman kahramanı olan Fatih'in Fedaisi Kara Murat, 1972-1977 yılları arasında 6 filmlik bir seri olarak bir hayli ses getirmişti. Epik sinema, altın çağını geride bırakırken, 60'lı yılların ikinci yarısından itibaren gecikmeli de olsa etkisini sinemamızda göstermeye başlamış; Karaoğlan, Tarkan, Battal Gazi, Kara Murat, Malkoçoğlu serileri fazla ciddi olmamakla beraber sinemamız açısından önemli kazanımlar olmuştu.

Epik dediğimiz türün altından kendi yöntemlerimizle belli ölçüde kalkmasını bilmiştik. Karşılaştırma yaptığımızda ise Hollywood epiklerinden fersah fersah uzak olduğumuzu görüyoruz. Bu farkı yaratan faktörlerden efekt ve bol figürasyon kullanımı, atmosfer yaratma ve savaş sahnesi çekebilme becerisini, 2012'de 6,5 milyon seyirciye ulaşan Fetih 1453 ile başarmıştık. Ama ne var ki; karakter yaratma, dramatik yapı, sinematografi açısından tür filmlerinde çok yol kat etmemiz gerektiğini de görmüştük. Özetle tam bir başarı gözüyle bakamayacağımız Fetih 1453, Türk epikleri bakımından bir milat mı olacak, yoksa tek seferlik bir çaba olarak mı kalacaktı? Bu başarıdan etkilenerek aynı yıl içinde karşımıza çıkan Karaoğlan, düşük prodüksiyon kalitesinin de etkisiyle gişede iki seksen yattı, epeyce zarar etti. Ve Fetih 1453'ün başarısını tekrarlama isteğiyle yanıp tutuşan Fatih'in Fedaisi Kara Murat, kısa bir müddet sonra -16 Ocak 2015'te- sinemarda olacak.

Peki, yayınlanan ilk afişi dışında pek bir bilgimizin olmadığı Fatih'in Fedaisi Kara Murat nasıl bir film olacak? Filmin muhtemelen Cüneyt Arkın'ın Kara Murat'ı ile herhangi bir bağı olmayacak. Yine çizgi-romanı çıkış noktası olarak kullanıp, Fetih 1453'teki Ulubatlı Hasan gibi bir kahraman yaratacak. Elbette hikaye Kara Murat etrafında kurgulanacaktır. Fatih Sultan Mehmet'i bu kez geri planda mı göreceğiz, yoksa Fetih 1453'ün etkisiyle kendisine daha fazla mı rol biçilecek kestirmek zor. Ancak, şu nokta önemli: afişten yola çıkarak, Kara Murat'ın Cüneyt Arkın versiyonlarında olduğu gibi kendi maceralarına çıkmayacağı sonucuna varabiliriz. Filmin adının ilk etapta Kara Murat: Mora'nın Ateşi olduğunu, sonradan değiştirildiğini biliyoruz. Bu da açıkça Fetih 1453'ün etkisi. Filmle ilgili detayları - yönetmen, oyuncular ve konu- öğrendiğimizde ve fragmanı izlediğimizde daha sağlıklı yorumlar yapabileceğiz. Bekleyip görelim.

22 Eylül 2014

Evrime bir de burdan bakın: Lucy


Sinemada türler dönem dönem yeni temalar açtığında ya da iyi bir damar yakaladığında Hollywood başta olmak üzere sektör bilinçli olarak bunun üzerine gider. Bilimkurgu sineması özelinde bakarsak; 50’lerde istila filmleri, 70’li yıllarda post apokaliptik filmler, 80’lerde siberpunk’ın doğuşu ve yükselişi, 90’lı yıllarda sanal gerçekliğin ivme kazanması ve internete bağımlı yaşadığımız şu dönemde deyim yerindeyse patlaması iyi birer örnek teşkil ediyor. Son dönem bilimkurgularına baktığımızda da karakterlerin bilgisayar ve intenete bağlanmaları gibi filmlerin de iyiden iyiye birbirlerine yaklaştığını söyleyebiliyoruz. Luc Besson’ın son filmi Lucy’i bu bağlamda incelemeye çalışacağım; ne yapmaya çalıştığını, ne kadarında başarılı olabildiğini irdeleyeceğim.

Limitless ile karşılaştırmak kaçınılmaz

Sıradan bir adamın bir hap alarak beynini tam kapasiteyle kullanmaya başlamasını ele alan Limitless, ortaya attığı soru, fikir ya da teoriye gerçekçi bir yaklaşımla sarılarak seyircinin takdirini kazanmıştı. Lucy’nin senaryosunu da kaleme alan Besson, Limetless’ın “beynimizin tamamını kullanabilseydik ne olurdu?” sorusunu alıp, Limitless’ın aksine kendisine sınır çizmeden; nereden geldik?, nereye gidiyoruz?, amacımız nedir? gibi sorularla ilgilenmeyi tercih ediyor. Limitless’ta Eddie bilhassa bu amaçla üretilmiş bir hapla sınırlarıı aşarken, Lucy sentetik bir uyuşturucunun yüksek dozda vücuduna karışmasıyla o yola giriyor. Ama temelde ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Labaratuvarda üretilen bir madde üstün insanı yaratıyor veya insanın evrimine bir basamak daha ekliyor. Limitless ama özellike de Lucy ile bilimkurgu sineması, hayatın anlamını uzayın sonsuzluğunda veya zaman ve uzamda değil kendisinde kendi bedeninde aramaya koyuluyor.

2001: A Space Odyssey’in evrimci bakışına alternatif sunuyor

Hatırlanacağı üzere 2001: A Space Odyssey, insanın evrimini sonsuz bilgeliğin müdahelesi ve arzusuyla gerçekleştiriyor, tesadüfi açıklamalara yüz vermiyordu. İnsana evrilişten uzay çağına atlayıp mekanikleşen insanoğluna bakış atıyordu Kubrick. Yüzeysel de olsa Luc Besson’ın da benzer bir çaba içinde olduğunu görüyoruz. Lucy, beyin kapasitesinin %100’üne ulaştığında artık zaman ve uzamı kontrol edebiliyor. Geçmiş, gelecek ve yaşanılan an, tanrı gibi Lucy için de ‘bir’ oluyor. Bu noktada Besson'ın, 2001: A Space Odyssey’de primat’ın nereden geldiği bilinmeyen siyah yekpare taşa dokunarak, evrim basamağında bir adım daha atmasını zamanı geri sararak Lucy ile gerçekleştirdiğini görüyoruz. Lucy’nin yekpare taşla eşdeğer bir bilgeliğe sahip olduğunu düşündüğümüzde Besson’ın Kubrick’in filmine saygı duruşunda bulunarak evrim açısından kendi versiyonunu çektiğini söyleyebiliriz.

Diğer bir konu da başlangıçta her şeyi hisseden Lucy’nin beyin kapasitesini artırdıkça hissiszleşmesi ve daha mekanik bir insana evrilmesi. Kubrick, uzay çağında makineleşmenin kaçınılmazlığını vurguluyor, insanın evriminin o yönde devam edeceği öngörüsünde bulunuyordu. Besson’ın kendi eserini yaratırken esinlenmenin de ötesine geçerek biraz kopya çektiğini düşünüyorum. 2001’deki maymundan insana, insandan mekanikleşen insana ve oradan da yıldız çocuğa evrilişi yani üç basamaklı evrim hikayesini; Lucy’nin maymundan insana, oradan önce üstün insana, sonra mekanikleşen insana ve en sonunda da yepyeni bir forma ya da formsuzluğa evrilerek 4 basamakta karşımıza çıkardığını görüyoruz.

Matrixvari tavır Lucy’nin harcı değil!

The Fifth Element’te olduğu gibi yine bir bilimkurgu-aksiyon çekmeye niyetlenen Luc Besson’ın bunu bir de Matrixvari hareketlerle süslediğini görüyoruz. Besson’ın kafasında tıpkı The Matrix gibi derinliği ve felsefesi olan bir bilimkurgu-aksiyon kotarmak var. Ancak bu kimyayı tutturması hiç kolay değil. Besson’ın evrime dair söylediklerinin altını yeterince dolduramaması bir yana, hikayenin aksiyon içeren bölümleri de ona ayak uyduramıyor. Şüphesiz ilgi çekici anlara şahit oluyoruz ama The Matrix’te tamamı sanal alemde kopan fırtına (kurşunları kontrol etme, durdurma, uçarcasına yapılan akrobatik haraketler) Lucy’de gerçeklikte karşımıza çıkıyor ve bu da olup bitenin inandırıcılığını sorgumamamıza sebep oluyor. Özetle Besson’ın bu hikayeden bir The Matrix değil, 2001: A Space Odyssey türevi bir film yaratmayı düşünerek yola çıkması gerekiyordu. Ama tabi filmografisine bakarak Besson'dan böyle bir film beklemek de haksızlık olacaktır. İşin aksiyon safhasına bakarsak uyuşturucu mafyası, her şeyi kontrol edebilen bir süper insana karşı çaresiz kalıyor. Eğer bu yola girilecekse kötü karakter(ler)imizin güç dengesini sağlaması gerekiyor bana kalırsa.

Son söz: Her şeye rağmen kimi unutulmaz anları ve Besson’ın vizyonuyla ayakta duran Lucy, türü sevenler için ilgiye değer bir karışım sunuyor. 6.8\10

12 Eylül 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #5 - Frequency


90’lı yıllarda Fallen ve Primal Fear gibi oldukça başarılı filmler çeken Gregory Hoblit’in ilk bilimkurgu denemesi Frequency (Frekans), hakkı pek teslim edilmemiş filmlerden olduğu için öneri listeme eklemek istedim.

"Eğer zamanda geriye gidip hayatınızı sonsuza kadar değiştiren bir olayı tersine çevirme şansınız olsaydı, ne yapardınız?" sorusunu çıkış noktası olarak belirleyen filmde 30 yıl önce çocukken babasını kaybeden bir polisin, eski bir telsiz ile babasıyla iletişim kurarak geçmişi değiştirmesi konu ediliyor. Frequency’de geçmişe müdahale ederek, geleceği değiştirme düşüncesi, zamanda yolculuk yapılmadan gerçekleştiriliyor. Bir doğa olayı bunu olanaklı kılıyor. 30 yıl önce ölen babasını yönlendirerek kurtaran oğul, geleceği tamamen değiştiriyor. Elbette ki daha vahim olayları da tetiklemiş oluyorlar. Frequency’nin Butterfly Effect’in öncülü olduğunu da söyleyebiliriz. Geçmişi değiştirme motivasyonları aynı olsa da yöntemleri çok farklı iki film var karşımızda. Ama gerçek olan bir şey varsa yakın tarihli iki filmden Freqency’nin diğerini etkilediğidir.

Filme dönersek geçmişe müdahale edildiğinde polis karakterimiz oğul John’un çözmeye çalıştığı hemşireleri avlayan bir seri katil vak'ası birincil olayımız haline geliyor ve polisiye sularına kayıyoruz. Geleceğin her müdahale ile sürekli değişmesi ve olayların içinden çıkılmaz bir noktaya ulaşması ise gerilim yüklü bir sona yürümemizi sağlıyor. Geçmiş ve geleceği paralel olarak veren Hoblit, polisiye-bilimkurgu gibi enteresan ve zeki bir tür filmi çekmiş. Butterfly Effect gibi popüler bir filme dönüşemese de daha başarılı bir çalışma olduğunu vurgulamak istiyorum. Türü sevenler kaçırmasın! 7.7\10

4 Eylül 2014

70'li yılların en iyi 20 bilimkurgu filmi


Bilimkurgu sinemasının 60’lı yılların sonunda 2001: A Space Odyssey ve Planet of the Apes ile felsefi bir derinlik yakalayıp, bunu ticari başarıyla da taçlandırması tür için bir milat anlamına geldi. Öyle ki 70’li yıllarda 2001 A Space Odyssey’in açtığı yolu takip eden Solaris, Silent Running, Demon Seed, Stalker gibi filmler varoluşlarını Kubrick’in filmine borçluydular. 2001’in etkisi şüphesiz ki ardından çekilecek hemen hemen tüm bilimkurgularda hissedilirken takiben gelen bu 10 yıllık süreçte, türe yepyeni bir bakış açısıyla yaklaşıldı ve tematik anlamda bir hayli zengin olan 2001, uzaya açılan bilimkurgulardan, insanın varoluşuna uzanan filmlere, makine-insan savaşı veya makine-insan ilişkisini ele alan birçok filmin türemesine önayak oldu. Ama etkisi yeni temalar açmakla sınırlı kalmadı; müzik kullanımından, görsel efektlerine, gerçekçi yaklaşımından, felsefesine kadar sayısız alanda bu etkiyi açıkça gördük. Öte yandan Planet of the Apes avantür film mantalitesini 2001 kadar olmasa da derinlikli bir hikaye ile birleştirip kısa sürede klasikleşti. Ardından gelen 4 devam filmiyle bilimkurguda devam filmlerinin önünü açtı ama daha çok kıyamet sonrası bilimkurgularının 70’lerde deyim yerindeyse patlamasında en büyük rolü oynadı. Zaman yolculuğunu kullanımıyla da ardından gelen dönemi derinden etkilediğini söyleyebiliriz. 60’larda Time Machine gibi temanın hakkını veremeyen filmlerin ardından zaman yolculuğunda Slaughtershouse-Five ve Time After Time gibi inanılmaz yaratıcı işlerin ortaya konduğunu gördük.

Sözün özü bu iki film yepyeni kapılar açtı ve 70’li yıllarda özgün fikirler, gişe kaygısı büyük oranda ikinci planda bırakılarak hayat buldu. Bunun anlamı da bilimkurgu sinemasının 70’lerde yeni fikirlerin, yeni tarzların denendiği ve başarılı da olunan bir dönem olduğudur. Kısaca bilimkurguda altın çağın başladığını söyleyelim. Bu dönemde üretilen Star Wars, Close Encounters of the Third Kind, Mad Max ve Alien gibi kalburüstü filmler 80'li yılların da ana hatların çizdi. 70'li yıllar bilimkurgu sineması için genel olarak temel atılan bir dönem dersek yerinde bir söz söylemiş oluruz sanırım.

İlk 20’ye giremeyen Soylent Green, Silent Running, The Brood, Logan Run, Rollerball ve 50’lerin klasiği Invasion of the Body Snatchers’ın aynı adlı yeniden çevriminin de adını anarak listemize geçelim. 80'li yılların en iyi 20 bilimkurgu filmi için tıklayınız

1- A Clockwork Orange (1971)
2- Star Wars IV: A New Hope (1977)
3- Alien (1979)
4- Close Encounters of the Third Kind (1977)
5- Stalker (1979)
6- The Man Who Fell to Earth (1976)
7- Zardoz (1974)
8- Sleeper (1973)
9- Slaughterhouse-Five (1972)
10- Time After Time (1979)
11- Westworld (1974)
12- Star Trek: The Motion Picture (1979)
13- A Boy and His Dog (1975)
14- Solaris (1972)
15- THX 1138 (1971)
16- Mad Max (1979)
17- Demon Seed (1977)
18- The Andromeda Strain (1971)
19- The Boys from Brazil (1978)
20- Dark Star (1974)