31 Ekim 2014

Pompeii


Nicelik bakımından hareketli bir yıl geçirdiğini söyleyebileceğimiz Epik sinema, 2014’ün ilk yarısında 300 Spartalı’nın devam filmi, 300: Bir İmparatorluğun Yükselişi, Herkül: Efsane Başlıyor, Nuh: Büyük Tufan ve Haziran’da vizyona girecek Pompeii ile canlanma eğilimini sürdürüyor. Ancak bunda ne kadar başarılı olacak? İşte bu sorunun cevabını üretilen filmlerin nitelikleri verecek. Milattan önce 79 yılında, Vezüv yanardağının şiddetli bir patlamayla Pompeii şehrini yok ettiği büyük felaket, film ve dizilere konu olmuş ama uzun yıllardır sinemadan uzak kalan olay, tıpkı Nuh Tufanı gibi yeni bir uyarlamaya ihtiyaç duyuyordu. İşte yönetmen koltuğuna daha çok Resident Evil serisiyle tanınan Paul W. S. Anderson’un oturduğu Pompeii, bu ihtiyaca karşılık verebilmek amacıyla sinema salonlarındaki yerini alıyor.

Genelevleri ve Arenadaki spor müsabakaları (Gladyatör dövüşleri) ile asil Romalılar için bir zevk şehrine dönüşen Pompeii, bugün trajik sonuyla hatırlanan bir antik kent. Bu trajik olayı odağına alan film, kurgusal bir hikayeyle beslediği felaketi Hollywood gösterişçiliği ve anlatısıyla karşımıza çıkarıyor. Geçmişte yaşanan felaketlerden Nuh Tufanı ve Sodom ve Gomorra dini epiklere açılırken, Pompeii faciası; kasırgalar, depremler ve volkanik patlamalar gibi doğal felaketleri işleyen hikayelerin geçmişte vuku bulan nadide örneklerinden olmasıyla epik sinema içinde ayrıksı bir noktada durmuya devam ediyor. Pompeii, epik filmleri felaket filmleriyle buluştururken James Cameron’un gişe rekortmeni filmi Titanic’in uyguladığı formülü harfiyen uyguluyor. Üst sınıftan bir kadınla alt sınıftan bir erkeği birbirine aşık etmek, kızın kendi sınıfından nişanlısı veya bir seveni-isteyeni olması, iki erkek arasındaki düşmanlık ve tüm bunların kopan felaketle paralel olarak anlatılması, felaketle bir noktaya varması ya da varamaması Pompeii ve Titanic’i birbirine bağlıyor.

Romalılarca katledilen Kelt kavminden sağ kurtulan bir çocuk, intikam duygusuyla büyür. İyi savaşan, güçlü bir erkek olur ama kölelikten kurtulamaz. Gladyatör olarak yükselir ve arenaya çıkartılmak üzere kaderi onu Pompeii’e götürür. Filmin kendi türü içerisindeki konumuna baktığımızda Spartaküs ve Gladyatör’deki (Gladyatör’deki kölelik mevzusu biraz farklıydı) gibi yükselen bir köle hikayesi anlattığını söyleyebiliriz. İşin içine romantizmi de katmasıyla özellikle Kubrick’in Spartaküs’üne yakın durduğunu belirtmemiz gerekiyor Pompeii’in. Köle ayaklanmasıyla da bu benzerlik pekişiyor ama tabi Pompeii'in çıkış noktası felaket olduğu için pek benzerine rastlamadığımız bir epik filme dönüşüğünü görüyoruz.

Filmin genel seyrine baktığımızda; intikam, aşk, yaşam savaşı ve felaketi klasik bir anlatıyla sunması, klişelerden fazlasıyla medet ummasıyla fazla başarılı olamadığını ve fakat volkanik patlamanın yarattığı kaosu yansıtma, olayın kendisini görsel efektlerden çokça faydalanarak görselleştirme anlamında da hakkını vererek beyazperdeye taşıdığını söyleyelim. Oyuncu seçimlerinin Game of Thrones’tan tanığımız Kit Harington dışında türle uyumsuz olduğunu ve bunun da filmi olumsuz etkilediğini görüyoruz. Gerçek bir olayın kurgusal bir hikayeyle beslenirken, bunun baştan aşağı klişelerle yapılması sonunu zaten bildiğimiz hikayenin sadece aşk galip gelecek mi sorusuyla merak unsurunu ayakta tutmaya çalışması seyircinin epik film beklentisiyle örtüşmüyor maalesef.

Son söz: Yönetmenin yeteneklerinin sınırlı olması ve epik film tecrübesizliği Pompeii'i vasat bir film olmaktan kurtaramamış 5.5\10

28 Ekim 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #8 - Kwaidan


Lafcadio Heam'ın Kwaidan adlı eserinden Masaki Kobayashi'nin sinemaya uyarladığı 4 farklı hayalet hikayesinin anlatıldığı Kwaidan, Cannes Film Festivali'nden Jüri Özel ödülü ile dönmeyi başarmış, Japon korku sinemasının en önemli örneklerinden biri. The Black Hair, The Woman in the Snow, Hoichi the Earless ve In a Cup of Tea isimli orta metraj 4 hayalet hikayesinin dört dörtlük bir görüntü ve sanat yönetimi ve ağır başlı bir anlatıyla icra edildiği Kwaidan, her ne kadar korku filmi desek de aklınıza günümüz korku filmlerini getirmeyin. Hayalet hikayeleri korku yaratmak için anlatılmıyor ancak korkuya dahil etmek de bir zorunluluk. Kwaidan'ı dramatik yapısıyla öne çıkan bir korku filmi olarak tanımlamanın en doğrusu olacağını düşünüyorum.

Japon kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ve asırlardır anlatılageldikçe efsaneleşmiş hikayelere de bir bakalım. İlk hikayemiz The Black Hair'da zengin olma arzusundaki bir samurayın, karısını zengin bir kadınla evlenmek için terk etmesi işleniyor. Samuray, yıllar sonra pişmanlıkla geri döndüğünde karısıyla ilgili acı bir gerçeği de öğrenecektir. The Woman in the Snow adlı ikinci hikayede; babasıyla kar fırtınasına yakalanan genç bir adam, sığındığı kulübede bir ruh tarafından ziyaret edilir ve gördüklerini kimseye anlatmaması koşuluyla hayatı bağışlanır. Yıllar sonra sırrını paylaştığında neler olacaktır? 1 saati aşkın süresiyle en uzun hikayemiz Hoichi the Earless'de kör bir müzisyenin, günün birinde yaşadığı manastırda kendisini dinlemek üzere gelen bir hayaletin peşine takılmasıyla çıktığı tehlikeli yolculuk anlatılıyor. Son hikayemiz In a Cup of Tea'de ise, çay içerken fincanında öldürdüğü bir samurayın silüetini görmeye başlayan bir adamın hikayesini izliyoruz.

Özellikle ilk üç hikayenin parladığı Kwaidan, hikayelerini ortak temalarıyla birbirine bağlayarak bir bütünlük yakalıyor, atmosferi ve sinematografisiyle sivriliyor.

25 Ekim 2014

Kıyamet Sonrasının Blade Runner’ı: Automata


İkinci uzun metrajını çeken Gabe Ibanez’in seneryosunu da kaleme aldığı bilimkurgu çalışması Automata, bilimkurgu edebiyatının önemli yazarlarından Isaac Asimov’un ortaya attığı 3 Robot Yasası’nı temel alıp, kendi yorumunu da katarak hikayesine yediren ve yapay zekaya bir kıyamet sonrası bilimkurgusunda hayat veren bir siberpunk olarak dikkat çekiyor.

Automata’da solar fırtınaların dünyamızı radyoaktif bir çöle çevirdiği ve artık neredeyse yaşanmaz bir yer haline getirdiği bir gelecek tasvir ediliyor. İnsanoğlu kıymetin eşiğinden dönmüş. Filmin açılışında verilen bilgilerle dünya nüfusunun %99,7’sinin yok olduğunu öğreniyoruz. İnsanoğlu gökdelenlerin yükseldiği şehirlerde yaşamını sürdürüyor. Yeryüzünün büyük bir bölümü ise çölle kaplanmış. Bu noktada Automata’nın dünyasını iki parça halinde değerlendirme gerekliliği ortaya çıkıyor. Bir yanda klasik bir post apokaliptik dünya tasviri, öte yanda ise gökdelenlerin yükseldiği kirli bir mini dünya var. Radyoaktiviteye maruz kalınmaması için mekanik bulutlarla güneşin yüzünü göstermemesinin sağlandığı, duvarlarla çevrelenmiş bir kurtarılmış alanda (benzer şehirler olduğunu da öğreniyoruz) yaşamını sürdürüyor insanoğlu. Her alanda yapay zekaya olan ihtiyacın arttığını ve teknolojik gerilemeye karşın Automata Pilgrim 7000 adlı robotların üretilerek insanoğlunun yeni dünyayı kendisi için daha yaşanabilir kıldığını görüyoruz.

Asimov’un 3 Robot Yasası

Asimov’un eseri I, Robot uyarlamasında olduğu gibi robotların her alanda insanoğluna hizmet ettiği bir gelecekteyiz. Hemşire, öğretmen hatta vaftizci de olabilen robotlar, aynı zamanda ciddi bir tehdit de oluşturmakta. Burada Asimov’un ortaya attığı 3 Robot yasası devreye giriyor. Automata buna protokol adını vererek 2 maddede topluyor: 1. Protokol, robotun herhangi bir canlıya zarar vermesini önlerken, 2. Protokol, robotların kendisini ve diğer robotları değiştirmesini önleme işlevi görüyor. Anlamı ise insanoğlunun gücü ve kontrolü elinde tutma isteği. Yapay zekanın kontrolden çıkmasını önlemek için bir güvence diyebiliriz. I, Robot’taki gibi bir robotun özgürlüğe kavuşma isteği ve kendini değiştirmesi bir dizi olayın gerçekleşmesine ve klasik makine-insan savaşına yönelinmesini olanaklı kılarken, senarist-yönetmen Gabe Ibanez’in bu klasik temayla pek oralı olmaması havada kalan bir bilimkurguya imza atmasına sebep olmuş.

İlginç bir alt tür evliliği

Automata tür içinde birbirinden uzak duran kıyamet sonrası ile Siberpunk’ı bir anlamda evlendirerek zor bir işe kalkışıyor. Sebebi ise Post apokaliptik bilimkurgularda dünyamızda teknoloji adına pek bir şey kalmamıştır ve modern toplumdan iyice uzaklaşılmıştır. Güçlü olanın hayatta kalabildiği bir dünyadır kısacası. Siberpunk dediğimiz bilimkurgularda ise yüksek teknolojiye rağmen düşük hayat kalitesi hakimdir. Sokağa kadar inen ileri teknoloji insan hayatına olumlu bir katkı yapmaktan uzaktır. İşte bu iki alt türü bünyesinde barındıran Automata’nın bu evliliği mümkün kılabilmesindeki en önemli etken bir bakıma kıyamet sonrası ile Siberpunk’ı ayrıştırarak kullanabilmesi diyebiliriz. Doğal bir felaketin dünyayı yaşanmaz bir yere dönüştürmesi ve insanoğlunun da elindeki imkanlarla kendisini bu yaşanmaz dünyadan soyutlayabilmesi, yani bu izole yaşamın, şartların bir getirisi de siberpunk oluyor.

Blade Runner-vari bir yolculuk

Automa’ta birçok açıdan Blade Runner ile benzerlik taşıyor. Gökdelenlerin yükseldiği şehir tasvirinden tutun, karanlığın hakim oluşuna, asit yağmurlarına ve tüm şehre izlettirilen hologramik görüntülere kadar çeşitli örnekler verilebilir ama benzerlikle görünümle sınırlı değil. Ana karakterimiz Jacq Vaucan Robot üreten şirketin sigorta acentası ve robotlar farklı davranışlar sergilemeye başladığında kendisini tehlikeli bir araştırma süreci içerisinde buluyor. Blade Runner’da Deckard’ın şehirde tehlike saçan androidlerin peşine düşmesi gibi Jacq de başına buyruk hareket eden robotların ve sorunun temeline doğru bir yolculuğa çıkıyor. Blade Runner’daki Androidlerin yaratıcısını bulup, yaşamaya devam etme çabası, Automata’da robotların özgür irade ile hareket edebilme isteği biçiminde karşımıza çıkıyor. Ancak Automata’nın felsefi bir derinlik yakalayabildiğini söyleyemeyiz. 

Son söz: Automata'nın heyecan yaratmadaki sıkıntıları ve üzerine sinen olmamışlık duygusu da eklenince çabuk unutulacak bir iş ortaya çıkmış. 5\10

19 Ekim 2014

Türkiye sineması mı, Türk sineması mı?


Türk sineması mı, Türkiye sineması mı tartışmaları 51. Altın Portakal Film Festivali ödül töreninde hortlayınca, ben de neden Türk sinemasını kullandığımı ve kullanmaya da devam edeceğimi belirtmek istedim. 

Efendim, ülke sinemaları iki şekilde ifade edilir. Bunlardan biri ülke adını başa koyarak, diğeri ise o ülkede yaşayan ulusun adıyla. Biz, Türk sineması diyoruz. İspanyol sineması, Fransız sineması, Amerikan sineması gibi pek çok örnek var. Bununla birlikte Danimarka sineması, Arjantin sineması, İran sineması gibi sineması ülke adıyla ifade edilen ülkeler de hiç az değil. Önemli nokta o ayrımın neden ve nasıl yapıldığı. Kendi dilimiz açısından değerlendirdiğimde Türkiye sineması şeklinde söylediğimizde kulağa bir garip geliyor. Bu garipliğin sebebi ise tamamen fonetik. Benim ve birçok insanın Türk sinemasını tercih etmesinin asıl sebebi de bu. Aradığınız cevapları derinlere inseniz de bulamazsınız bazen, çünkü cevap çok daha basittir. Türkiye sineması ifadesinin çıkış noktasının farklı etnik kökene sahip vatandaşlarımızın Türk sineması dendiğinde ırkçılık veya ayrımcılık yapıldığını düşünmeleri. Ama gerçekten öyle mi, işte üzerinde durulması gereken de bu.

Geçmişe doğru gidersek, Yılmaz Güney filmlerini dahi Türk sineması kapsamına alırken, bugün neden Türk sineması dendiğinde ırkçılıkla ya da ayrımcılıkla suçlanalım ki? Evet, Yılmaz Güney Kürt olabilir ama çektiği filmler Kürt filmi mi? Burada öncelikli kıstasımız filmim dili olmalı. Eğer film Türkçe çekilmişse Türk filmidir. Amerika, Fransa gibi ülkelerin farlı etnik kimliğe sahip vatandaşları yok mu sanıyorsunuz, elbette var ama nedense tartışma konusu olmuyor. Özetle biz Türk sineması derken yönetmenin etnik kimliğine değil, filmin diline bakıyoruz.

En önemli nokta ise bir Yılmaz Güney filmini Türkiye sineması değil de Türk sineması ifadesini tercih ederek kullanan kişi bunu kötü niyetli olarak söylüyorsa, evet Türkiye sinemasını savunanlar haklı olabilir. Ancak, hiçbir şekilde bu tip art niyet taşımadan, kuruluşundan bugüne söylenegelen Türk sinemasını kullanan bizler de haklı değil miyiz? Aslında mesele kimin haklı, kimin haksız olduğu değil. Mesele mevcut duruma kimin ne şekilde yaklaştığı. Türkiye sineması daha kapsayıcı olsa da -ya da öyle görünse de- Türk sinemasını kullanmaktan asla vazgeçmeyeceğim çünkü biçime önem veriyorum. Yazıda bahsettiğim "fonetik" sorunu Türkiye sineması ifadesini kullanmamam için yeterince önemli bir sebep.

Son söz: 90'lı yıllarda ortaya atılan ve yerleştirilmeye çalışılan Türkiye sineması ifadesini kullananlara saygı duymakla birlikte, aynı saygıyı beklediğimizi belirtmek istiyorum.

13 Ekim 2014

Interstellar: Vizyon öncesi son değerlendirme


7 Kasım'da dünya ile aynı anda ülkemizde de vizyona girecek olan Interstellar, gündemimizi uzun zamandır meşgul etmekte. Gravity, geride bıraktığımız yılı nasıl domine ettiyse, bu yıl da Christopher Nolan'ın bilimkurgusu damgasını vuracak gibi görünüyor. Şimdi lafı uzatmadan elimizde neler var bir bakalım.

Fragmanları dikkatli bir şekilde incelediğimizde dünyamızın ve dolayısıyla da insanlığın sonunun yaklaştığını öğreniyoruz. Buna neyin sebep olacağını bilmesek de çeşitli ufak tefek felaketler yaşandığını görüyoruz. Küresel ısınmanın da etkisiyle doğal dengenin bozulması, insanoğlunu yaşanabilir yeni bir dünya aramaya itiyor. (Fragmana bakarak emin olmak zor, yanılma hakkımı saklı tutayım) Bunun için de uzaya açılmak, bugüne kadar keşfedilmiş bölgenin çok daha uzağına gitmek amaçlanıyor. İnsanoğlunun kaderini yakından ilgilendiren görev için seçkin bir ekip oluşturuluyor. Çeşitli sebeplerle görevini bırakan başarılı pilot Cooper'ın, kızı Murph'e bir gelecek bırakma umuduyla görevi kabul edeceğini fragmanlardan çıkarabiliyoruz. Murph'inin en az Cooper kadar önemli bir karakter olduğunu belirtmek istiyorum. Spoiler olmaması için önemli bir detayı paylaşmaktan kaçınıyorum şuan.

Nolan, Interstellar'ın dramatik çatısını Cooper ve kızı üzerine kurmuş. Kavuşmak üzere ayrılan baba-kızın dramı dışında, bilinmeze doğru kutsal bir göreve çıkan ekibin yaşayacağı iç çatışmalar klasik bir blockbuster beklemememiz gerektiğinin önemli birer işareti. 169 dakika olduğunu öğrendiğimiz Interstellar'ın muhtemelen ilk bir saati dünyamızda geçecek. Ekip uzaya açıldıktan sonra da ara ara dünyaya döneceğimizi düşünüyorum. Çocukluktan çıkıp yetişkin bir birey olan Murph'i bu sayede görebileceğiz (Jessica Chastain olarak).

Interstellar'a bir anti Gravity olara bakabiliriz. Gravity uzay boşluğunu ölçeğini minimal tutarak kullanmıştı. Interstellar ise 2001: A Space Odyssey gibi sonsuzluğun ötesine doğru bir yolculuğa çıkaracak bizleri. Bu açıdan baktığımızda da daha önce şahit olmadığımız uzay tasvirlerine hazır olalım derim.

Interstellar'la olan akrabalığı sebebiyle geçtiğimz günlerde tekrar izlediğim The Right Stuff'ı Nolan da ilham aldığı filmler arasında gösteriyor. Amerika'nın uzaya açılma ve egemen güç olma hayalinin bir dışavurumu olan film, 60'lı yıllarda soğuk savaşın gölgesinde uzaya çıkışla ilgili ilk denemeleri odağına alıyordu. Interstellar'ın fragmanını izlediğimizde uzay yolculuğu öncesindeki süreç ve yeni bir çağın başlamasına yönelik yaplılan vurgu benzerlik taşıyor. Öte yandan solucan deliklerini kullanan Contact'ı da aklımızın bir köşesinde tutalım.

Bilimkurgu sinemasının son 15 yılına baktığımızda çeşitli biçimlerle karakterlerimize sanal bir dünyada hayat verme durumunun, yani sanal gerçekliğin revaçta olduğunu ve önümüzdeki 10 yıllık dilimde bu yönelimin devam edeceğini söyleyebiliriz. Ancak gerek aldığı ödüller gerekse de gişe başarısıyla Gravity, uzaya olan ilgiliyi arttırdı. Şimdi Interstellar vizyona girdiğinde neler olacak siz düşünün. Birer yıl arayla vizyona giren bu iki film sonrasında Hollywood yeni arayışlara girecek. Bilimkurgu edebiyatının el değmemiş uzay öyküleri yeni uyarlamaların kapısını aralayacak. 2015'te izleyeceğiniz Ridley Scott imzalı The Martian, bu etkinin ilk yansıması olacak.

11 Ekim 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #7 - Cashback


18 dakikalık kısa filmi Cashback ile Akademi ödüllerinde En İyi Kısa Film kategorisinde adaylık elden eden Sean Ellis, bu başarının ardından parlak fikirlerle dolu kısa filmini aynı adla uzun metraja dönüştürdü. Filmde sevgilisinden ayrılmanın verdiği acıyla uykusuz geceler geçiren ve sonunda da uykuya karşı bağışıklık kazanan Ben Willis'in zamanı dondurma yetisi kazanması veya bu yetisini keşfetmesiyle değişen hayatı ele alınıyor. Evet Cashback, İngiliz mizahından nasibini alan bir romantik bilimkurgu denemesi. Görünen o ki, Sean Ellis de romantik bilimkurgu akımının cazibesine kapılmış. Filme dönersek, ana karaktermiz Ben'in zamanı dondurma yetisini pek de ulvi bir amaç için kullandığını görmüyoruz. Tabi öte yandan kirli işlere de bulaşmadığını belirtelim. Güzelliğe ve kadın vücuduna olan bitmek bilmez tutkusunu, yetenekli olduğu resim sanatıyla dışa vuran Ben, yaşıtlarından ayrılan farklı romantik bir genç. Hayattaki amacını arıyor, sorguluyor, başına açtığı sorunlarla boğuşuyor ama gençliğin de verdiği tecrübesizlikle çoğunlukla yanlış yerlere bakıyor. Yönetmen Ellis, romantik\bilimkurgu tanımının hakkını verircesine dingin bir anlatım yeğliyor, dramatik açıdan temiz bir iş ortaya koyuyor, dozunda mizahıyla da seyirciyi tavlamasını iyi biliyor. İşin bilimkurgu ayağına bakarsak, zaman kavramıyla ilgili söyledikleri dışında çok da önemsenebilecek bir fikir veya teori üretemediğini görürüz. Cashback'in geniş kitlelere ulaşamadığını düşünürsek, estetiğiyle aklımızda yer etmeyi başaran bu eğlenceli filmin iyi bir kefiş olacağını söyleyebiliriz.

8 Ekim 2014

Tanrıyı Oynamak: Transcendence


Christopher Nolan’ın görüntü yönetmenliğini yaparak pişen Wally Pfister’ın, gerek son dönem bilimkurgu sinemasının revaçta olan sosyal ağa veya başka bir dünyaya bağlanma durumunu ve yapay zeka temasını konu ediniyor oluşuyla gerekse de fragmanlarıyla ilgi odağı haline gelen ilk yönetmenlik çalışması Transcendence; beklentilerin uzağında seyretmesine karşın ele aldığı temalara yaklaşımıyla kendi türü içinde takdir edilesi yönleri de olan ama çoğunlukla hayal kırıklığı gözüyle bakılacak bir bilimkurgu filmi.

Yapay Zeka alanında çalışmalarıyla yeni bir çağın kapısını aralayan Will Castler, teknolojinin ulaştığı noktadan rahatsız olan terörist bir grup tarafından saldırıya uğradığında, mutlak olan ölümle yüzleşmesine bir ayı kaldığını öğreniyor. Hikayemiz de burada başlıyor aslında. Castler’ın özbilincinin Pinn adlı yapay zekaya sahip bir bilgisayara bağlanmasıyla bilinç düzeyinde varolan ve sürekli evrilen bir form kazanıyor karakterimiz.

Yapay Zeka ve ‘Bağlanma’ fikrini sentezlemek

Transcendence; Ghost in the Shell, The Matrix ve Existenz ile bilimkurguya yeni alanlar açan, Inception ve Avatar (başka bir bedene veya bilinçaltına)’a kadar sürekli evrim geçirerek varolan kablolarla sanal bir aleme bağlanma fikrini alıp, bunu yine sinemadaki kökeni 60’lı yıllara kadar uzanan ve makine-insan savaşından yeni ufuklara yelken açan yapay zeka düşüncesiyle sentezliyor. Bilimkurgunun alt tür melezleşmeleriyle ilerlediği bir dönemde tam da beklenen film Transdendence. İnsan-makine bütünleşmesinin RoboCop’tan Elysium gibi örneklere uzanan birlikteliğini önce bilinç düzeyine transfer edip, oradan yine insan bedenine döndürmek gibi ilginç fikirleri de var filmimizin.

Bu yıl izlediğimiz Spike Jonze bilimkurgusu “Her”de olduğu gibi her zaman her yerde bulunabilen yapay zekanın, insanoğlu için gezegeni daha yaşanabilir kılma ve insan yararı gözetilerek yaratılması fikrinin, Transcendence’da tekrarlandığını görüyoruz ancak yapay zekanın insan bilinciyle bütünleşmesi insani olanı yok edecek, sanaldan gerçeğe akın edecek bir savaşı doğuruyor burada. “Her”ün teknoloji çağında yarattığı yeni ilişki formu da biçimsel olarak tekrarlanırken, evrim geçirme ve daha büyük bir plana dahil olma sebebiyle yine aynı sonuca bağlanıyor.

Tanrıyı oynamanın dayanılmaz çekiciliği

Konferansta “Tanrıyı mı oynamak istiyorsun, kendine ait bir Tanrı mı yaratmak istiyorsun?” diye sorulduğunda, Castler’ın cevabı “başından beri insanın yaptığı bu değil mi?” oluyor. Böylece insanlık cephesinden baktığımızda yaratma eylemine daha büyük bir anlam yükleniyor. Castler’ın yanıldığı nokta özbilinci ve özgür iradesi olan bir varlık yaratmakla, insanoğlunun ezelden beri tüm edimlerini –burada yaratmak yerine üretmeyi kullanalım- bir tutması. Castler ve aynı hedef doğrultusunda çalışan bilimadamlarının amacı varoluşsal bir sorgulamaya dayanıyor esasında. Ruhumuzun olup olmadığı, bilincimizin kaynağı gibi sorular yani temel olarak hayatın sırrına vakıf olabilme isteği diyebiliriz. Kendi özbilinci olan bir varlık yaratmak tam da insanoğlunun kendisini Tanrı yerine koyması anlamına geliyor. Dr. Frankenstein’ın yaptığından pek farklı değil buradaki durum.

Modern dünyanın tamamen teknolojiye bağımlı oluşu ve bu bağın her geçen gün kuvvetlenmesi yeni kıyamet senaryolarının üretilmesini olanaklı kılarken, gerçekleşme olasılığını da gözardı etmememiz gerektiğini hatırlatıyor. Filmde, Castler’ın bilinç düzeyinde yapay zeka ile bütünleşerek tanrı rolü oynamaya başladığını görüyoruz. Yalnız modern dünyada varolabilecek, ona hükmedebilecek bir Tanrı… Sözde insanoğlunu daha üstün bir varlığa dönüştüren ama insana dair ne varsa alıp götüren bir evrimden söz ediyoruz.

Çaylak yönetmen – çaylak senarist ikilisiyle nereye kadar?

Projenin arkasında Nolan gibi bir isim olsa da Wally Pfister, ilk filmini çeken bir çaylak. Buna ilk senaryosunu yazan Jack Paglen’in hikaye yaratma becerisini iyi senaryoya dönüştürememesi de eklenince kaçınılmaz bir şekilde olamamış bir film izliyoruz. Alt tür bazında ve el attığı temaları kullanma anlamında yaratıcı fikirleri, ilginç kombinasyonları olan Transcendence neden bir hayal kırıklığına dönüştü sorusunun cevabı bu iki isimde gizli. Film, düşünsel olarak iyi noktalara değinse de en büyük sorunu ritmini bir türlü bulamıyor oluşu. Senarist ve yönetmen tecrübesizliği kurgu masasında kurtarılamayacak bir film çıkarmış. Transcendence; yeni fikirlerle sürekli yön değiştiren bir bilimkurgu ama tüm bu değişkenleri lehine çeviremeyerek iddiasının altında ezilmekten kurtulamıyor.

Son söz: Heyecan verici fikirlerle yola çıkan Transcendence, belli ölçüde ilgiye değer bir deneme. 5.8\10