28 Kasım 2014

Star Wars: The Force Awakens - İlk fragman, ilk değerlendirme


Adı, Star Wars: The Force Awakens olarak açıklanan yedinci Star Wars filminin ilk fragmanı, heyecan dolu bekleyişin ardından karşımızda duruyor. Evet, George Lucas’ın yarattığı evren bilimkurgu sinemasını derinden etkiledi. Devam filmleri başarıyı pekiştirip Star Wars’un efsaneye dönüşmesinde büyük rol oynadı. İkinci üçleme ile 6 filmlik bir seriye dönüşen ve yeni üçleme dedikodularına rağmen uzun bir süre daha bekleyeceğimizi düşündüğümüz Star Wars 18 Aralık 2015’te geri dönüyor.

Star Trek’i dirilten J. J. Abrams’ın yönetmen koltuğuna oturduğu Star Wars: The Force Awakens, bir Disney yapımı olmasıyla kafalarda soru işaretlerine sebep olmuştu. Ancak, ilk fragmana baktığımızda Abrams’ın beklentileri boşa çıkarmayacağını söyleyebiliriz. The Force Awakens’ın ilk üçlemeye yakın duracağını ve ancak ikinci üçlemeden de esintiler taşıyacağını düşünüyorum. İlk fragmanda ne ana karakterlerimizle ne de anlatılacak hikayeyle ilgili bilgi edinebiliyoruz. Bunun için biraz daha beklememiz gerekecek. Hikayenin Han Solo, Luke ve Leia'nın etrafında kurgulanmasını bekliyoruz ama öte yandan yeni karakterlerle yepyeni bir hikaye de ilk filmde devreye sokulacak gibi duruyor. The Force Awakens, ilk üçlemenin sonrasında geçecek. Bu da nostaljik bir ilk filmle karşılaşacağımız anlamına geliyor. Filmin görsel yapısıyla ilgili yorum yapmak için daha fazlasına ihtiyacımız var. Görsellik için şöyle diyebiliriz: mekan seçimleri, kostüm tasarımları yani sanat yönetmenliği gibi detayların görsel karşılık bulma anlamında ilk üçleme üzerinden kodlanacağını ve fakat bugünün teknolojisiyle yoğrulacağını söylersek yanılmış olmayız sanırım. Işın kılıcının yeni tasarımı da gözümüzden kaçmadı.

27 Kasım 2014

Zaman hepimize yetişir: Predestination


Undeed ve Daybreakers ile tanıdığımız Spierg kardeşlerin yeni filmi Predestination, zaman yolculuğu ve yarattığı parodokslarla ilgilenen yaratıcı bir bilimkurgu denemesi. Daybreakers’da vampir alt türünü bilimkurguya açarak başarılı bir meleze imza atan kardeşler, bu kez polisiyeye yakın duran, suç unsuruyla ilgilenen ve bunu da zaman yolculuğu aracılığıyla gerçekleştiren Predestination’la karşımızdalar. 2000’ler bilimkurgu sinemasının iki önemli örneği Minority Report ile Looper’ın ana fikirlerini alıp yepyeni bir hikaye kurgulayan kardeşlerin çıkış noktaları ise Robert A. Heinlein’in kısa hikayelerinden biri.

Yeni Looper diyebilir miyiz?

2012’de izlediğimiz Looper, zaman yolculuğu temasını minimize etmesiyle dikkat çekmişti. Karakterlerimiz 30 yıl ileri veya geri gidebiliyordu. Zaman makinesi de mafyanın elinde, suçlara alet edilmişti. Back to the Future ve Twelve Monkeys’den devşirilen kişinin kendisiyle karşılaşması durumu da Looper’da hikayenin merkezine oturtulmuş ve ortaya da kayda değer bir eser çıkmıştı. Predestination, zaman aralığını ileri-geri 53 yıl ile sınırlaması ve insanın kendi geçmiş veya geleceğiyle karşılaşma durumunu öne çıkarmasıyla Looper ile yakın bir akrabalık kuruyor. Zamanda yaptığı sıçramalar, karakterlerimizin kendisiyle karşılaşmasının yarattığı paradoks ve hikayenin döngüsel yapısı, yapbozun parçalarını birleştirmemizi zorlaştırıyor. Böylece de Looper’ın minimalde tuttuğu bilimkurgu motiflerini serbestçe kullanan, eğip-büken ve yeni çağrışımlar yapan yaratıcı bir bilimkurguya ulaşıyoruz. Predestination, belli bir zaman aralığında zamanda yolculuk fikriyle Looper’ı taklit etmesine karşın, insanın kendisiyle karşılaşma durumuyla ağızları açık bırakacak hamleler yaparak özgün bir hikayenin peşinde olduğunun altını çiziyor.

Zaman yolculuğu ile Minority Report’e açılan kapı

1981 yılında zaman yolculuğu keşfedilir. Gizli bir birim kurulur ve zamanda geriye yapılacak yolculuklarla suçlar henüz işlenmeden önlenmeye çalışılır. Predestination’ın hikayesi özetle bu. Suçların olmadan önlenmesi fikri Spielberg’in Minority Report’unda geleceği görme yetisi olan kahin kızlarla hayat buluyordu. Aynı fikirle yola çıkılmış olsa da iki filmin de dünyası bambaşka. Minority Report’un distopik geleceği ve görsel yapısı, burada yerini geçmiş zaman bilimkurgusuna, retro havasını her anında hissettiren bir filme bırakıyor. Predestination da Spielberg’ün filmi gibi kaçınılmaz olanın gerçekleşeceğine ve kadere vurgu yapıyor. Bu noktada da ana karakterlerimizin arayışı önem kazanıyor. Minority Report’ta cinayet işleyeceğini öğrenen birim şefi John Anderton’un kaderini değiştirme çabasının bir benzerine Predestination’da Fısıltı Bombacısını yakalamaya çalışan ajanımızda rastlıyoruz.

Spierg kardeşlerin yükselişi sürüyor

Spierg kardeşler, merak uyandırıcı açılış sekansının ardından aceleci davranmayıp, hikayenin serpilmesi ve puzzle’ı andıran yapıyı oluşturmak için filmi incelikle örmüşler. Zamanda yapılan sıçramalar başladıktan sonra, ilk bölümde anlatılan hikayeye daha dikkatli bakmamız gerektiğini anlıyoruz. Aslında bu durum filmin tamam için geçerli. Evet, zamanın sürekli değişmesi kafamızı karıştırıyor ancak, geçmişe müdahale edip geleceği değiştirme düşüncesinin bir döngü içine hapsedilmesi, karakterlerimizin özel durumlarını da hesaba katınca işin içinden çıkmak bir hayli zor oluyor. Zaten film bittikten sonra mutlaka geri dönmek isteyeceksiniz. Predestination’da tekrarlanan sahneler, olaya her seferinde yeni bir bakış açısıyla yaklaşmamızı sağlarken, Spierg kardeşlerin anlatısını güçlendiriyor ve filmin etkisini artırma işlevi de görüyor.

Predestination spoiler vermeden anlatması oldukça zor bir film. Elimden geldiğince önemli noktalarına değinmeye çalıştım.

Son söz: 2015’te vizyona girmesini beklediğimiz Predestination, üzerine uzun süre düşündürecek yaratıcı bir bilimkurgu. Türü sevenler kayıtsız kalamayacak. 8.5\10

26 Kasım 2014

İlk İzlenim: Jurassic World


Uzun bir zamandır merakla beklediğimiz Jurassic World’den ilk fragman geldi. Konusuyla ilgili net bir açıklama yapılmayan filmin, fragmanından hareket ederek detaylarına inmek istedim. Bu vesileyle üçlemeye de değinelim.

Safety Not Guaranteed’la çıkış yapan Colin Trevorrorw’un yönetmen koltuğunda oturduğu Jurassic World, ilk filmin izinden gidecek. Filmin adında yapılan değişiklik, fragmanda da gördüğümüz kadarıyla önemsiz bir detay. Çünkü “Park” vurgusunu görüyoruz. Evet, Jurassic World kapılarını açıyor. İnsanlar da kitleler halinde Dinozorları kanlı canlı görebilmek için adaya hücum ediyor. Spielberg’ün filminde ilk ziyaretçilerimiz bir paleontolog, bir avukat, bir bitkibilimci ve iki çocuktan ibaretti. Ve Spielberg’ün anlatısı da korku-bilimkurgudam daha çok maceraya hizmet ediyordu. Jurassic World’de bir ilk film havası var. Bu nedenle de serinin ikinci ve üçüncü filmlerin ivedilikle ayrılacağını düşünüyorum. Hikayede genetiği değiştirilen bir Dinozordan bahsediliyor. Bu da dördüncü filmi daha anlamlı kılıyor. İlk filmde fosilleşmiş bir sivrisinekten alınan Dinozor kanı, insanoğluna nesli milyonlarca yıl önce tükenen dev canlıları geri getirme imkanı tanımıştı. Yani bilimsel yaratım ya da bilimkurgu ayağı diyelim oldukça sağlam bir temel üzerine atılmıştı. Şimdi Jurassic World’de günümüzde genetik alanında yapılan çalışmalardan, genetiği değiştirilen gıdalar vb. güncel bilimsel verilerden beslenildiğini görüyoruz. Dördüncü filmde ilk üçlemeden hangi detayların olacağı, bu durumda da filmlerin nasıl bağlanacağı merak konusu.. İlk film benzetmesini destekleyen önemli bir şey daha var: O da filmlerin vizyon tarihi. 11 Haziran 1993 – 12 Haziran 2015.

Yeni oyuncular, yeni hikaye ve yıllar sonra geri dönen bir seri var önümüzde. Muhtemelen bir çoğumuz filmin yaşatacağı nostalji duygusu için Jurassic World’e gideceğiz. İkinci fragmanı izlediğimizde film hakkında daha fazlasını söyleyebileceğiz. Özellikle yine Spielberg'in yönettiği Jurassic Park: The Lost World ile ciddi bir hayal kırıklığı yaşatan seri, 2001'de gelen üçüncü filmle de beklentileri karşılayamamıştı. Doğru adımlar atılmasını da hesaba katıp, Jurassic World'ü umutla beklemeye devam edelim.

23 Kasım 2014

En iyi 10 Veda filmi


“Yönetmenlerin en iyi ilk filmleri” listeleri çeşitli sinema dergi ve sitelerinde zaman zaman yapılmakta bildiğiniz gibi. Peki ya ilk filmler gibi önemi yadsınamayacak son filmlerle ilgili neden yapılmamakta? Sebebini bilmiyor, çok da merak etmiyorum açıkçası. Bela Tarr ve Hayao Miyazaki’nin ardından geçtiğimiz günlerde 10. filmini çektikten sonra emekli olacağını açıklayan Quantin Tarantino, bırakma sebebi olarak yaşlılığın yaratıcılığı öldürdüğünü ve iyi filmler yaparak, dinç bir şekilde veda etmek istediğini söylemişti. Tarantino’ya hak versek de sinema tarihinde geriye doğru gidip, usta yönetmenlerin yaşlılık dönemlerinde de çok önemli filmler, hatta başyapıtlar ürettiklerini görürüz. Öte yandan birçok yönetmenin aynı temalar etrafında döndükçe, yaratıclığını ve heyecanını kaybettiğini, vasat veya kötü filmlerle sinemaya veda ettiğini biliyoruz. Film çekmenin belki de artık sanatını icra etmekten ziyade bir alışkanlığa, geride daha fazla eser bırakma amacıyla üretmek için üretmeye dönüşmesi gibi etkenler, usta isimlerden kötü filmler çıkmasını bir nebze açıklıyor.

En görkemli vedaların, listenin ilk iki sırasına koyduğum Once Upon a Time in America ile Sergio Leone ve Eyes Wide Shut ile Stanley Kubrick’inki olduğunu düşünüyorum. Leone, A Fistful of Dynamite’ten sonra 13 yıl, Kubrick ise Full Metal Jacket’tın ardından 12 yıl bekledi. İki yönetmenin de son filmlerine baktığımızda, Leone’nin Spagetti Western dışında da harikalar yaratabildiğini göstermesi oldukça önemliydi. Kubrick’in ise sinemasının tüm özelliklerini barındıran, cesur ve ayrıksı bir başyapıtla dönmesinin yanı sıra, film gösterime girmeden ölmesi vedasını daha etkileyici kıldı. Unutulmaz komedi filmleriyle gönlümüzde ayrı bir yeri olan Ertem Eğilmez’in son filmi Arabesk, Yeşilçam filmlerinin kusursuz bir parodisiydi. Filmografisine baktığımızda Eğilmez’in bambaşka bir komedi anlayışıyla seyirci karşısına çıkması bir yana, Arabesk’in sinemamıza eşik atlatan sayılı filmlerden biri olması değerini artırıyor. Yönetmenin son filmi olması da o kadar anlamlı ki… Alfred Hitchcock’un son çalışması Family Plot ise genellikle Hitchcock sevenleri pek tatmin etmemiş. Ama bana kalırsa olay örgüsü, mizahı ve kimi akılda kalıcı gerilim sahneleriyle üstada yakışır bir sinemaya veda filmi oldu. Son anda liste dışında kaldığını belirteyim.

10 film arasına almasam da Carl Dreyer'in Gertrud'u, Kenji Mizoguchi'nin Akasen Chitai'ı, Yılmaz Güney'in Duvar'ı, Howard Hawks'ın Rio Lobo'su, Reiner Werner Fassbinder'ın Querelle'i, Frank Capra'nın Pocketful of Miracles'ını, Hayao Miyazaki'nin The Wind Rises'ını ve geçtiğimiz günlerde aramızda ayrılan büyük sinemacı Mike Nichols'ı ve son filmi Charlie Wilson's War'ı da bu vesileyle analım.

Aramızdan ayrılan veya emekliliğini açıklayan, dolayısıyla da filmografisi son halini almış yönetmenlerin sinemaya veda niteliği taşıyan filmlerine baktığımızı, uzun zamandır film çekmeyen, çekip-çekmeyeceği de belirsiz olan Alan Parker ve David Lynch gibi yönetmenleri ise değerlendirme dışında tuttuğumuzu belirteyim.

1- Once Upon a Time in America (Sergio Leone)
2- Eyes Wide Shut (Stanley Kubrick)
3- Papurika (Satoshi Kon)
4- A Torino Lo (Bela Tarr)
5- Red (Krzysztof Kieslowski)
6- Offret (Andrei Tarkovsky)
7- Arabesk (Ertem Eğilmez)
8- That Obscure Object of Desire (Luis Bunuel)
9- Solo, or the 120 Days of Sodom (Pier Paolo Pasolini)
10- Before the Devil Knows You’re Dead (Sidney Lumet)

19 Kasım 2014

Yılın en iyi korku filmi: The Babadook


Geçtiğimiz yaz sinemalarımıza uğrayan korku filmi The Babadook (Karabasan), 2005’te çektiği kısa filmi Monster’ı, uzun metraja dönüştüren Avustralyalı sinemacı Jennifer Kent’in ilk filmi olma özelliğini taşıyor. Çocuğunun doğduğu gün eşini kaybeden bir kadının, bu olaydan 7 yıl sonra oğlunun kitapları arasında Mister Babadook adlı esrarengiz bir çocuk kitabı bulup okuması neticesinde adı geçen canavarın kendilerine musallat olması hikayenin özeti. Anne-oğul ilişkisinden beslenen ve klişelerle, yeni fikirler arasında gidip gelen The Babadook, yılın en iyi korku filmi diyebileceğimiz yetkinlikte bir iş.

Dramatik yapı sağlam olunca…

Kent, filmin omurgasını trajik bir olay üzerine kurmuş. Amelia, oğlu Samuel’i dünyaya getirdiği gün eşini kaybediyor. Mutluluk acının gölgesinde kalıyor ve hiç yaşanamıyor. Samuel’in her doğum günü, bir yas gününe dönüşüyor ve kutlanamıyor. Samuel cephesinden baktığımızda ise babasız büyümek onu olumsuz etkiliyor. Rüyalarına giren canavardan, tek varlığı annesini korumak için çeşitli oyuncaklar\silahlar yapıyor. Yaşıtlarıyla da pek anlaşamadığını, farklı bir çocuk olduğunu anlıyoruz. Anne-oğul arasındaki ilişkinin iyi kurulması ve hikaye ilerledikçe derinlik kazanması, karakterlerimizle sıkı bir bağ kurmamızı kolaylaştırıyor. Canavar ortaya çıkıp korku saldığında, dramatik yapının önemi daha da artıyor.

Bir canavar yaratmanın abecesi

Jennifer Kent, Mister Babadook’u yaratırken pek çok kaynaktan beslenmiş. Korku sinemasının kültleşmiş canavarları ciddi bir esin kaynağı olmuş ona. Canavarın ilk olarak Samuel’in rüyalarında belirmesi Freddy Krueger’ı anımsatırken, çocuk kitabının okunmasıyla adını üç ya da beş kez söylediğinizde Beetlejuice ve Candyman’in ortaya çıkması, The Babadook’ta biraz daha farklı bir uygulama alanı bulmuş. Canavarın korkutucu bir şekilde “Baba dook dook dook” diyerek belirdiğini görüyoruz. Babadook’un nasıl bir canavar olduğu hakkında çok fazla detay verilmese de doğa üstü, ya da şeytani bir varlık olduğu sonucuna varabiliriz. Canavarın hedefine ulaşabilmek için insanların korkularını, özlemlerini kısacası geçmişlerini kullanmasını, daha da ileri giderek bedeni ele geçirmesini de düşünürsek şeytan figürünün yeni bir yorumla karşımıza çıktığı sonucuna varabiliriz. Diğer yandan senarist-yönetmenimizin, Babadook’a bir amaç ve belli bir hedef yüklediğini ama onu bir şehir efsanesine dönüştürmediğini görüyoruz. Belki de Babadook’un kendi mitini yaratması için muhtemel bir devam filmini beklememiz gerekiyor. Sonuç olarak filmin yeni bir canavar yaratırken önemli bir parçasını eksik bıraktığını ama bunun film üzerinde çok da olumsuz bir etki bırakmadığını belirtmek istiyorum.

Klişe kullanan ama onlardan medet uman bir korku filmi değil

Hayaletli ev veya şeytan çıkarma filmlerinde olduğu gibi korku anlarının ve olayın tamamen evde cereyan ettiği The Babadook, çeşitli klişelere başvursa da klişelerden medet uman bir korku filmi değil. Yönetmen Kent, elinde özgün bir hikaye olmadığını biliyor ve olay akışı üzerinde yaptığı birtakım hamlelerle fark yaratmayı başarıyor. Öncelikle korkuyu anne-oğul ve canavar arasında tutuyor. Karakterlerimizin dışardan yardım almasının önüne geçiyor. The Babadook, korku filmlerinde kendisine musallat olan kötü ruh, hayalet veya yaratıktan kurtulmak için karakterlerimizin araştırmaya girişme safhasına da yer vermeyerek, bu klişeye sığınmayarak takdirimizi kazanıyor. Çözümün içerden gelmesi de The Babadook’un bağımsız korku filmi etiketiyle örtüşüyor.

Son söz: Atmosfer oluşturma ve korku yaratma açısından da oldukça başarılı olan The Babadook, korku sineması adına vasat geçen yılın en iyi örneği 8.4\10

15 Kasım 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #9 - Seksmisja


Polonya'nın bilimkurgu sinemasına armağanı olarak niteleyebileceğimiz 1984 yapımı Seksmisja, komedi öğesinin baskın biçimde hissettiren bir bilimkurgu. Bilimkurgu sinemasının özellikle uzay yolculuklarında sıkça kullandığı kış uykusunun -tıp dilinde hibernasyon- keşfini ve deneysel amaçlı kullanımının bir tür erkek fantezisiyle sonuçlanmasının hikayesi diyebiliriz film için. 3 yıl sonra uyandırılmak üzere uyutulan iki erkek -Albert ve Maks- erkeklerin soyunun tükendiği, kadınların ise eşeysiz üreme ile kendi kendilerine yetebildikleri bir gelecekte -2044'te- uyandırılırlar. Mevcut gerçekliği kabullenmekte zorlanan karakterlerimiz, bir süre sonra bu durumdan faydalanmak, dünyayı kendileri için bir cennere dönüştürme düşüncesine kapılsalar da kadın toplumunun onlar için başka planları olduğunu öğreneceklerdir.

Seksmisja, kadınları yüceltmekle dibe batırmak arasında gidip geliyor. Önce evrimci bir çıkarımla güçlü olanın -kadınların- ayakta kalmayı başardığını söyleyerek şirin görünüyor. Ancak sadece kadınların varolabildiği dünyayı oldukça kaotik-boğucu bir yer olarak tasvir etmesi ve çözümün yine erkeklerden geçtiğini vurgulamasıyla da okları üzerine çekiyor. Bilhassa finaldeki sürprizleri kadınları kızdıracak cinsten. "Kadınlardan kurulu bir dünya nasıl olurdu?" sorusunun pek de önemli bir yer tutmadığı Seksmisja, ana karakterlerimizin geleceğin dünyasında yaşadıkları maceraya mizahi bir bakış atmakla yetiniyor. Planet of the Apes'te maymunların evrim geçirerek dünyada hüküm sürmeye başladıktan sonra dünya tarihini baştan yazarak kendilerince yorumlamalarına diğer türü kötü göstermelerine benzer bir şekilde, kadınlar da "Kabil adında bir erkek, kızkardeşi Habil'i öldürerek cinayeti icat etti" gibi saptırılmış gerçeklerle tüm suçu karşı cinse atıyor. 

Son söz: Oldukça keyifli bir seyir vadeden Seksmisja, tam bir keşif filmi 8\10

12 Kasım 2014

‘Korku’dan yükselen epik\fantezi: Dracula Untold


Son dönemde Twilight serisi, Thirst, Byzantium ve Only Lovers Left Alive gibi yapımlarla korku sinemasının vazgeçilmez figürleri vampirlere yeni bir kimlik kazandırma çabası içine girildiğini gözlemliyoruz. Daha da ileri gidilerek Vampir mitolojisini baştan yazma misyonuyla hareket eden filmlerin de üretildiği ama daha çok mitolojinin deşildiği ve böylelikle de vampir alt türünün taze kalmaya çalıştığı bir dönemde geçiyoruz. Untold yani anlatılmamış hikayeler ise son yıllarda Hollywood’da artan önbölüm hüviyetindeki filmlerle benzer bir nitelik taşıyor. Buradan baktığımızda mitolojisi ve tarihsel kişiliğini düşünürsek Dracula, anlatılmamış bir hikaye için oldukça isabetli bir karakter diyebiliriz.

Bir canavardan anti-kahraman yaratmak

Son yıllarda Hollywood’un sıkça başvurduğu bir yöntem bu. Masalları eğip bükmek, tarihe bakıp oradan kurgusal yeni bir tarih yazmak-çıkarmak ve hepimizin bildiği karakterleri aslında yanlış tanıdığımızı, onların geçmişlerine ışık tutarak gerçek hikayelerini anlatma adı altında yeni filmler üretmenin yolunu bulmuş Hollywood. Yakın zamanda Cadı Maleficent’i kötü yola iten süreci, özündeki iyiliğe işaret ederek önümüze sürmüşlerdi. Bram Stoker’ın yarattığı ve sayısız kez sinemaya konuk olan Kont Dracula da geçmişe doğru benzer bir yolculuğa çıkıyor. Ancak, Bram Stoker’ın esin kaynağı olan Kazıklı Voyvoda olarak da bildiğimiz Eflak prensi III. Vlad Tepeş, binlerce insanı kazığa geçirmesiyle adını tarihe zalimliğiyle yazdırmış tarihsel bir kişilik. Filmde ise halkını ne pahasına olursa olsun koruyan bir prens, iyi bir eş ve sorumluluk sahibi bir baba olarak çiziliyor. Buradan varacağımız nokta, ister Dracula dönüşümüyle olsun, isterse de Eflak prensinin tarihsel kişiliği olsun, Hollywood’un ondan bir kahraman yaratmayı kafasına koymuş olması.

Vampirizmin kökenine doğru…

Dracula filmleri genel olarak vampir mitiyle pek ilgilenmez ve nasıl başladığı üzerine kafa yormaz. Bram Stoker’ın eserinden yapılan uyarlamalar olduğundan belli bir olay akışını takip ederler çünkü. Geçtiğimiz yıl izlediğimiz Byzantium ise elini taşın altına koyup, vampirizmin köklerine inme cesaretini göstermiş, kendince bu fenomeni yorumlamıştı. Gözünü 15. yüzyılda açan Dracula Untold ise vampirizmin kökenini, tüm kötülüklerin anası Şeytan’a bağlıyor. Şaşırtıcı olansa bunu Faustvari bir biçimde yapması. Güç elde etme amacıyla Şeytanla yapılan bir antlaşma, vampir mitinin doğuşu ve akabinde benzer şekilde güce ihtiyaç duyan Prens Vlad’ın Vampir Dracula’ya dönüşümüne uzanmamızı sağlıyor. Vampirliğin şeytani bir kötülük olarak sunulmasına itirazımız olmamasına karşın, bugün genelgeçer olmaktan çıkan vampir kurallarının nedenlerine inilebilseymiş, Dracula Untold, vampir filmleri külliyatı içinde daha önemli bir yer edinebilirmiş kendisine.

'Korku'dan yükselen epik\fantezi

Korku figürü Dracula’yı esin kaynağı olan tarihsel kişiliğiyle ele almak, hikayeyi 15. yüzyıla taşımak demek. Osmanlı boyunduruğu altındaki Eflak’ın devşirme usulüne karşı çıkmasıyla patlak veren savaş ve yönetmen Gary Shore’un anlatısı, Hollywood’un sıkça ürün verdiği tarihi\epik dediğimz türe ulaştırıyor bizleri. Dracula’nın doğuşu ise korkunun epikle buluşmasına ve filmin de epik\fanteziye dönüşmesine imkan tanıyor. Şunu da söylemekte fayda var: Dracula Untold, her ne kadar bir vampir filmi olsa da, korku öğesinin epik anlatı içerisinde tamamen eridiğini görüyoruz. Fatih ve Vlad’ın birlikte büyümeleri, kardeşlik sözleri ve günün birinde karşı karşıya gelmeleri durumunu Ben-Hur başta olmak üzere bazı epik filmlerden anımsıyoruz.

Tarihsel gerçek aramak abes olur

Osmanlı’nın, Fatih Sultan Mehmet’in ve devşirme usulünün yansıtılışında bir gerçeklik aramamak gerekiyor. Zira, Darren Aronofsky’nin Noah’taki Nuh karakteri kutsal metinlerdekinden ne kadar uzak, kabul edilemez ve peygamberlik vasıflarından arındırılmış ise Dracula Untold’un Fatih’i de aynı şekilde bir Hollywood prodüksiyonunun klasik bir kötü karakterine dönüştürülmüş. İki film de epikte kalsa işin içine fanteziyi karıştırmasa ciddiye alabilirdik ama bu şartlarda karakterleri sadece filmlerin kendi gerçekliğinde kabul etmemiz gerekiyor.

Son söz: Korkudan beslenerek, epik\fantezinin hakkını veren Dracula Untold, Dracula efsanesine ilgiye değer bir ön bölüm sunuyor. 6.9\10

8 Kasım 2014

Uzay-zamanda boyut açma arzusu: Interstellar


Inception ile kendi The Matrix’ini yaratmak için yola çıkan ve bilimkurgu sinemasına yaratıcılıkta sınır tanımayan özgünlükte bir eser armağan ederek, tür için yeni bir altın dönemin (Avatar’ın da desteğiyle) kapısını aralayan Christopher Nolan, Spielberg’den devraldığı yeni bilimkurgusu Interstellar’la da 2001: A Space Odyssey’in insanoğlunun evrimini odağına alıp, uzaya açılarak yazdığı destanı ve tür için çığır açmasını örnek alıp, uzayın sonsuzluğuna doğru bir yolculuğa çıkmak istemiş. Tematik açıdan zengin bir filmle karşımıza çıkan Nolan, büyük düşünüp bir uzay destanı yaratırken hangi yollara sapmış, neyi ne kadar doğru yapmış bir bakalım.

Klasik temalar, türsel dönüşümlere gebe

İnsanoğlunun kendi dünyasını artık yaşanmaz bir yere dönüştürmesi veya yok oluşa doğru sürüklemesi durumu, özellikle 2000 sonrasında küresel ısınmanın da etkisiyle bilimkurgu sinemasında oldukça gerçekçi temsillerle tezahür etmeye başaldı. Yakın zamanda izlediğimiz After Earth’de olduğu gibi kendimizi yeni bir dünya arayışı içinde bulduğumuz Interstellar, insanlığı açlık tehdidiyle yavaşça yok oluşa sürükleyen felaketten, tek çıkış yolunun Armageddon’daki gibi uçuk bir kurtuluş planı olduğu bir hikayenin peşine düşüyor. Nolan’ın meseleyi ciddiyetle ele alışı, uçuk plan desek de bilimsel gerçekler ve teorilerle hareket ederek, insanlığın sonu - kıyamet ve dünyayı kurtarma durumu gibi üzerine yeni bir şey eklemenin pek mümkün olmadığı klasik temaları; uzayın sonsuzluğuna uzanarak, yeni boyutlar açmayı deneyerek, temelini felaket üzerine attığı filmi, bir uzay yolculuğu filmine evirerek en azından alt tür bazında bir dönüşüm gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz.

Baba-kız ilişkisi, dramatik yapı ve işlevi

Nolan, filmin dramatik çatısını baba-kız (Cooper-Murph) ilişkisi üzerine kurmak istediğinden, aile içinde ikisi arasındaki bağa ayrı bir parantez açmış. İlk 45 dakikalık dilimin bu açıdan oldukça verimli olduğunu belirtelim. Ancak, Cooper-Murph ilişkisinin olgunlaşıp meyvelerini vermesi için ‘zaman’ geçmesi gerekiyor. Nolan, bir anlamda Contact’taki baba-kızın hikayesini Interstellar’a adapte etmiş. Bilim adamı babanın erken vedası, bilime meraklı kızının onun peşinden giderek önemli işlere imza atması ve bağlantı noktaları birbiriyle örtüşüyor. Nolan, filmin dramatik yapısının felaket ve uzaylı istilası filmlerinde sıkça karşılaştığımız baba-kız, baba-oğul ilişkisine sözünü ettiğimiz tür filmlerinden farklı bir işlev daha yüklüyor. Sevginin üstün veya galip geleceği vurgusuyla duygusal bir damar açarken, filmin asıl numarasının- Nolan’ın kozunun son bölümde bu ilişkiyle bağlantılı olması Cooper-Murph ilişkisinin anlam kazanmasını sağlıyor.

Nolan’ın yeni bir boyut açma isteği sürüyor

Inception’da karakterlerimizin bilinçaltında yaptığı yolculukta katmanlar açarak, algılarımızla oynayan ve bilinçaltını sonsuz uzay misali kullanan Nolan, ikinci bilimkurgu denemesinde benzer bir yolculuk vadediyor. Inception’da yeni katmanlar açarak büyülerken, Interstellar’da uzay-zamanı kullanarak teoride var olan boyutlara yelken açıyor. Yani özetle Inception’da katman açma arzusu burada boyut açma biçiminde hayat buluyor. Beşinci boyutun hikayeye zekice eklenmesi de hem uzay yolculuğunun hem de baba-kız ilişkisini daha değerli kılıyor.

2001: A Space Odyssey – Interstellar ilişkisi üzerine…

Nolan, Interstellar’ın dramatik yapısı ve solucan deliği kullanımıyla Contact ile sıkı bir bağ kurmasına karşın amacının kendi uzay yolculuğu yani bir anlamda kendi 2001: Uzay Macerası’nı çekmek olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yine de, Interstellar’ın Darren Aronofsky’nin The Fountain ile günümüzün 2001’ini çekme girişimi gibi bir çaba içinde olmadığını belirtmek gerekiyor.

2001’de siyah yekpare taşın Mars yüzeyinde ortaya çıkması, Jupiter’e birtakım sinyaller göndermesi ve mevcudiyetinin sorgulanması, Intestellar’da “ihtiyacımız olduğunda solucan deliğini oraya kim koydu?” sorusuyla benzerlik taşımakta. Tanrının eseri mi, yoksa başka bir bilgeliğin ürünü mü olduğu düşündürülmek isteniyor. Ancak, Interstellar, evrim mi, yaratılış mı? sorusuyla ilgilenmediği gibi din-bilim çatışmasına da girmiyor. Uzay yolculuğunda karakterlerimize eşlik eden TARS adlı robot, 2001’in yapay zekası Hal 9000’in bir yansıması. İnsansı özelliklerinin olması akrabalığı kuvvetlendirirken, makine-insan savaşına da girilmeyerek 2001’in taklidi olma tuzağından kaçınılmış. Solucan deliği vasıtasıyla bilinmeze doğru yapılan uzay yolculuğu ise 2001’de Bowman’ın sonsuzluğun ötesine yaptığı yolculuğu anımsamamızı sağlıyor. Ne var ki, görsel karşılık bulma anlamında Nolan’ın elindeki imkanları kullanmadığının da altını çizmek gerekiyor. Son olarak, Interstellar’ın insanın evrimine kendi kurtuluşu için önemli rol yüklemesiyle 2001’in ana meselesine yaklaşmayı denediğini söylemek istiyorum. Bahsettiğimiz tüm ortak noktalara karşın, Interstellar’ın insanoğlunun yeni dünya arayışına, var olma mücadelesine odaklanması ve Nolan’ın büyük ölçüde ana karakterlerimiz arasındaki ilişki ve son bölümdeki sürpriz hamleye abanması gibi nedenlerle ortaya attığı soru ve kimi fikirlerin yüzeysel kaldığını düşünüyorum.

Bir bilimkurgu başyapıtı mı?

Yer yer Einstein’in Genel Relativite Teorisi’nin uygulamalı anlatımı izlenimi vermesine rağmen zaman kavramı ve göreceliliği üzerine söyledikleriyle düşündürmeyi başaran Interstellar; tematik zenginliği, zeka dolu senaryosu, karakter merkezli dramatik yapısı ve cesaret isteyen kimi hamleleriyle yüksek bütçeli bir Hollywood bilimkurgusu için oldukça tatmin edici olmakla birlikte, başyapıt seviyesinde bir iş olduğunu düşünüyorum. Başyapıt seviyesinde dememin sebebi ise, ilk 45 dakika ve son 45 dakika dışında yani filmin göbek kısmında ritmik bir sorun olması. Nolan, 2001: Uzay Macerası gibi bir uzay yolculuğu düşlerken, filmin dramatik yapısını ve duygusal damarını da düşünerek bahsettiğim bölümde Kubrickvari bir ağırlık-ağırbaşlılıkla hareket ediyor. Ancak, bu alanda aksiyon ve çeşitli kurgu numaralarında olduğu kadar yetkin değil. Uzayda geçen sessiz anlar, Hans Zimmer’ın müzikleri ve heyecanın katlandığı anlara oranla zayıf kalmış. Ayrıca, son bölümdeki sürprizin adeta geliyorum demesi ve uzaya çıkıldıktan sonraki uzun bölümün üzerine sinmesi de eklenince puan kırmak kaçınılmaz oluyor.

Son söz: Christopher Nolan’ın yeni bilimkurgusu Intersellar, yeni bir Inception olmasa da 2000’li yıllar bilimkurgu sinemasının göz alıcı ürünlerinden biri olarak öne çıkıyor. 9.4\10

4 Kasım 2014

En iyi 10 Clint Eastwood filmi


Sinemaya 50'li yılların ortasında adım adan Clint Eastwood, çıkışını Sergio Leone'nin Spagetti Western üçlemesindeki isimsiz kovboy karakteriyle yaptı ve kısa zamanda Hollywood'un dikkatini çekti. 70'li yıllarda alanını genişletip kamera arkasına da geçmeye başlayan Eastwood, ilk yönetmenlik denemesi Play Misty for Me ile hiç de fena olmayan bir ilk filme imza attı ve yönetmenlikte de ısrarcı ve de kalıcı olduğunu art arda çektiği filmlerle kanıtladı. Eastwood'un 70'lerde Dirty Harry'de hayat verdiği başına buyruk, kendi adaletini kendi eliyle dağıtan polis müfettişi Harry Callahan kompozisyonu o kadar tuttu ki, 4 devam filmi daha çekildi. Oyunculuk ve yönetmenliği bir arada yürüten ve ikisinde de çok başarılı olan Eastwood'un müzisyen kimliğine ve yapımcılığına değinmiyorum bile...

Eastwood'un filmlografisine yönetmen kimliğiyle bakarsak kendisine şöhret ve başarı getiren westernden kopamadığını, suç öykülerine sıklıkla yöneldiğini, aksiyondan ise 2000'li yıllara kadar vazgeçmediğini görüyoruz. Yönetmenin özellikle 90'lı yıllarda birbirinden başarılı dramlara imza attığını söylememiz gerekiyor. Kariyerine bütün olarak bakarsak da tür filmlerinin aranan isimlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu çerçevede Eastwood sinemasının meselesi olan sinema değil de daha çok avantür sinema olduğunu belirmek istiyorum. 2000'li yıllara Mystic River ve Million Dollar Baby gibi unutulmaz filmlerle giren ve üretkenliğinden hiçbir şey kaybetmeyen Eastwood'un yine çok sevdiğim Gran Torino'nun ardından hızla düşüşe geçtiğini ve bir daha da toparlayamadığını düşünüyorum. 2015 içerisinde Jersey Boys ve American Sniper filmlerini izleyeceğimiz yönetmenin bu kötü gidişe en azından son vereceğini umuyorum. Jersey Boys'dan bir beklentim olmasa da American Sniper yılın iddialı işlerinden biri olabilir.

Not: Bu liste oyuncu Eastwood'un değil, yönetmen Eastwood'un en iyi 10 filmini kapsamaktadır.

1- Unforgiven (1992)
2- Mystic River (2003)
3- The Bridges of Madison Country (1995)
4- High Plains Drifter (1973)
5- Million Dolar Baby (2004)
6- Outlaw Josey Wales (1976)
7- A Perfect World (1993)
8- Gran Torino (2008)
9- Midnight in the Garden of Good and Evil (1997)
10- Pale Rider (1985)