29 Aralık 2014

2014'ün en iyi 20 filmi


Toplamda 358 filmin vizyona girdiği 2014’ü geride bırakırken, her yıl olduğu gibi bu yıl da vizyona göre en iyi 20 film listemi paylaşıyorum. Son 7 yılın en iyisi olduğunu düşündüğüm Spike Jonze başyapıtı “Her”, açık ara bu yılın en iyisi olurken, Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’ye uzanan ve filmografisinin de en iyi filmi olan Kış Uykusu, sinema sanatının bu yıl izlediğimiz en iyi icraatlarıydı. Ancak yılı iki başyapıtla kapattık. David Fincher’ın Gone Girl’ü, Christopher Nolan’ın Interstellar’ı, Dan Gilroy’un Nightcrawler’ı ve Martin Scorsese’nin The Wolf of Wall Street’i kıl payı başyapıtlık mertebesine erişemeyen muazzam yapımlardı.

20- Inside LIewyn Davis


19- The Double


18- The Grand Budapest Hotel


17- Edge of Tomorrow


16- Dallas Buyers Club
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/01/dallas-buyers-club.html


15- Filth


14- Kusursuzlar


13- The Lego Movie


12- Only Lovers Left Alive


11- The Babadook
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/11/yln-en-iyi-korku-filmi-babadook.html


10- August Osage County


9- X-Men: Days of Future Past
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/05/x-men-tarih-yazyor-days-of-future-past.html


8- Locke


7- The Congress
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/08/the-congress.html


6- The Wolf of Wall Street
http://www.filmloverss.com/para-avcisi/


5- Nightcrawler


4- Gone Girl
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/12/gone-girl-kayp-kz.html


3- Interstellar
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/11/uzay-zamanda-boyut-acma-arzusu.html



2- Kış Uykusu
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/06/5-soruda-ks-uykusu.html


1- Her
http://www.filmloverss.com/ask-3/

26 Aralık 2014

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #12 - The Face of Another


Japon sinemasının en önemli isimlerinden Hiroshi Teshigahara’nın Otoshiana (1962) ve Suna no onna (1964)'nın ardından yeniden bir Kobe Abe romanı uyarlamasına giriştiği (Kobe Abe üçlemesi diyebiliriz) filmi The Face of Another; geçirdiği bir kaza sonucunda yüzü tanınmayacak hale gelen Okuyama adlı bir adamın, bu yeni durumla birlikte hayatını sorgulamasını ve genel olarak benzer yaralarla yaşamak zorunda kalan insanların toplum içinde nasıl ötekileştirildiğini ele alıyor. Estetik cerrahiye yönelik ciddi çalışmaları olan ve bunu gizlilik içinde yürüten bir psikiyatristin Okuyama için gerçek bir yüzden ayırt etmenin neredeyse imkansız olduğu bir maske yapması ve bu maskenin karakterimizin belli ölçüde kişiliğini değiştirmesi filmin bilimkurguya açılmasını olanaklı kılıyor. Bilimadamının eseri (yarattığı yüz) ile olan ilişkisi ve yeni bir yüze kavuşan bireyin ruhsal açmazları ve dönüşümü, bilimsel yaratım etrafında düşündüğümüzde, The Face of Another bilimkurgu tanımıyla örtüşüyor.

Yönetmenimiz Teshigahara, yüzümüzün ruhumuza açılan bir kapı olduğunu vurgularken, onu kaybetmenin kimliğimizi kaybetmek anlamına geldiğini, böylece de bireyin hem kendisine yabancılaşmasına hem de kendisini toplumdan soyutlamasına yol açabileceğini söylüyor. Yüzümüzü kaybetmenin duygularımzı ve kişiliğimizi değiştirip değiştirmeyeceği sorusu kadar insanoğlunun ikiyüzlülüğüne de vurgu yapan film, ikinci kısmında yüzü yaralı bir kızı da yan hikaye olarak devreye sokuyor. Teshigahara, böylelikle II. Dünya Savaşı sonrası ülkenin toplumsal kimliğini masaya yatırıyor. Kobe Abe’nin psikolojik tahlilleri ve oldukça sağlam metni, Teshigahara’nın yönetmenlik becerisi ve kusursuz sinematografisiyle The Face of Another şiddetle önereceğimiz bir klasiğe dönüşüyor.

22 Aralık 2014

Dini-epik maskesi düşerse: Exodus: Gods and Kings


Son 15 yılda çektiği epik filmler; Gladiator, Kingdom of Heaven ve Robin Hood ile türün en önemli isimlerinden biri haline gelen Ridley Scott, bir kez daha bu alanda bir eserle geri döndü. Hz. Musa’nın hikayesini dev bir prodüksiyonla peliküle aktaran yönetmen, Darren Aronofsky’nin Noah’ı gibi tartışma yaratacak bir dini epik çekmiş. Esasen dini epik olduğunu söylemekte zorlandığımız bir film var karşımızda.

Dini epik değil, sadece epik!

Darren Aronofsky, Nuh Tufanı’ndan bir epik\fantezi çıkarmıştı. Ancak film için dini epik de diyebiliyorduk. Sebebiyse hikayesini kutsal metin tabanlı anlatırken, bunu dini epiklerin klasik örneklerine öykünerek yapmasından kaynaklanıyordu. Exodus’a baktığımızda, Scott’ın hiçbir dini argüman kullanmadığını görüyoruz. Zaten Scott’ın kafasında hiçbir zaman bir dini epik çekmek yokmuş. Dolayısıyla “Hz. Musa’nın öyküsünden nasıl bir epik film çıkarırım?” düşüncesiyle yola çıkmış ve senaryo da ona göre kaleme alınmış. Açılış sekansı Scott’ın ne yapmak istediğini hemen açık ediyor. Seti, Ramses ve Musa, Hititler’e nasıl saldıracaklarını konuşuyorlar. Sonrasında da bir savaş sahnesi canlandırılıyor.

Exodus: Gods and Kings, neden bir dini epik değil onu açalım. Öncelikle Scott’ın Musa’sı bir peygamber değil. Tanrı ile İbraniler arasında aracılık yapan iyi eğitimli bir general, bir savaşçı. İbraniler’i vadedilen topraklara götüren bir liderden öteye gitmiyor Musa. Olan biteni seyretmekle yetinen, yolunu bulmaya çalışan bir adam o. Peygamber değil demiştik. Tanrı’yla iletişim kurmasına rağmen, kendisine kurtarıcı değil, sadece bir haberci misyonu yüklendiğini görüyoruz. Tüm felaketleri, mucizeleri bizzat Tanrı gerçekleştiriyor. O zaman Musa’ya ne gerek vardı demezler mi? İşin bir diğer boyutu da Scott’ın bir Firavun mantalitesiyle hareket etmesi. Felaketleri ve mucizeleri bilimle açıklamaya çalışıyor. Özellikle Kızıl Denizi geçiş sahnesi gülünç olmaktan öteye geçemiyor. Ancak bir dini epik parodisinde görebileceğimiz bir Kızıl Deniz'i geçiş sahnesi izliyoruz. Tüm bu veriler ışığında Exodus’a dini epik demek abes olacaktır. Scott, kutsal metinlerdeki Musa hikayesini alıp, inanç mekanizmasını işlevsiz hale getirmiş, dine ait ne varsa çıkarmış ve dini epik’i bir maske olarak kullanmış.

Kopuk ve dengesiz bir film

Scott’ın filmografisine baktığımızda daimi bir dengesizlik vardır. Bir bakarsınız bir başyapıtla çıkagelmiş, bir bakarsınız ardından kariyerinin en kötü çalışmasını yapmış. Bu dengesizlik Exodus’un tamamına sinmiş. Karakterlerde derinlik olmadığı gibi inandırıcı da değiller. Ben Kingsley ve Sigourney Weaver’ın karakterleri örneğin o kadar sığ ki, oyuncuların bu rolleri nasıl kabul ettiklerini anlamak mümkün değil.

Sırtını Musa ile Ramses arasındaki rekabete yaslamak isteyen Scott, yeni bir Gladiator yaratmak istemiş bellki ki.. En azından Maximus-Commodus arasındaki intikam öyküsünü Musa-Ramses arasında canlandırmak istemiş. Ancak, The Ten Commandments’ı iyi analiz edemediği çok açık. Kardeş gibi büyüyen Ramses ve Musa arasındaki bağı veremediği gibi, Musa’nın İbrani olduğu anlaşıldıktan sonra da karakterlerimizi çarpıştıramaması tam bir hezimet. Exodus: Gods and Kings oldukça kopuk bir film. Bunu Scott’ın filmini 30 dakika kısaltmak zorunda kalmasıyla açıklayamayız. Musa’nın hikayesini 150 dakikada anlatmak -hikayenin giriş bölümünü es geçseniz bile- Victor Hugo’nun Sefiller’ini 3 saate sığdırmak kadar zor.

Görsellikle kurtarılabilecek bir film değil

Exodus’un en dişe dokunur kısmı, kuşkusuz ki görüntü ve sanat yönetmenliği… Görsel olarak oldukça tatmin edici bir iş ortaya koyan Scott, erdemleri olan bir film ortaya koyamadığı için bu alandaki başarısının pek de önemi kalmıyor. Felaketlerin görsel karşılığını buluyor bulmasına ama felaketleri çok hızlı bir şekilde verdiğinden oradan da hanesine eksi puan yazdırıyor.

Son söz: Ridley Scott’ın kılıç-sandalet epiği çekme sevdası bu kez sert bir kayaya çarpmasına sebep olmuş. Ustadan yeni bir başyapıt beklerken, yılın en büyük hayal kırıklığıyla karşılaşıyoruz. 4\10

En iyi 10 Ridley Scott filmi
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/02/en-iyi-10-ridley-scott-filmi.html

18 Aralık 2014

Gone Girl - Kayıp Kız


Suç unsurundan beslenerek türeyen polisiyede Seven ve Zodiac gibi çarpıcı filmler üreten, Panic Room ve The Girl with the Dragon Tattoo gibi kabaca gerilim diyebileceğimiz filmleriyle de ana rotasından fazla şaşmayan David Fincher, 10. uzun metrajı Gone Girl (Kayıp Kız) ile de sanatını en iyi şekilde icra edebilidği alanda bir eserle çıkageldi. Gillian Flynn’ın çok satan gerilim romanından, bizzat yazarın senaryolaştırğı Gone Girl, odağını aldığı bir çift üzerinden Amerikan halkının toplumsal değerlerini sorguluyor, evlilik kurumuna bakış atıyor ve medya eleştirisine soyunurken, toplum üzerindeki gücünü, tüm acımasızlığıyla gösteriyor.

Bakış açılarında saklanan anlam

Kaybolan kadın motifiyle açılan Gone Girl, olay mahali ve ipuçlarının üzerine gitmesiyle polisiye sularında geziniyor. Ancak hikayesini polisin bakış açısından değil, ana karakterlerimizinkinden vererek kara filmlere göz kırpıyor. Fincher, ustalıkla ördüğü gizemi aydınlatmadan evvel, yani belli bir noktaya kadar seyircinin hangi tarafı tutacağını açık etmemeye özen gösteriyor. Hatta kurgusal hamlelerle (Açılış – kapanış) bir tür manipülasyon yaptığını da söyleyebiliriz Fincher’ın. Özellikle önce erkeğin bakış açısıyla verilen kaybolma anı çok geçmeden onu birincil şüpheli konumuna sokarken, ilk bir saatin ardından başa dönüp olayı bir de kadının bakış açısından izlediğimizde işin rengi değişiyor. Bu noktadan sonra, film çok farklı bir yöne doğru savruluyor.

Hikaye ileri doğru akarken sayısal veriler kullanan Fincher, ağır anlatısını hem kurguda yaptığı manevralarla hem de seyircisini sürekli şaşırtarak kırıyor. Nick ile Amy’nin ilişkisini tanışma safhasından, evliliğe, mutlu günlerden, monotonluğa ve mutsuzluğa uzanışını flashbacklerle verişi ise karakterlerimizi tanıyıp empati kurabilmemizin yanı sıra bugün gelinen noktayı değerlendirirken daha çok veri sağlama işlevi de görüyor. Flashback sahnelerinin bir karakterin bakış açısından verilmesi de Fincher’ın yanılsama yaratmasına hizmet ediyor denilebilir.

Medyanın gücü adına…

Kullanmasını bilirseniz medya çok güçlü bir silahtır. Bilhassa da Amerika gibi idam cezasının olduğunu ve fakat sizi ipe görtürecek veya ipten alacak gücün halk jürisi olduğu ülkelerde… Gone Girl’de olayın topluma malolması ve gündemin ilk maddesi konumuna gelmesiyle “kayıp kız muhteşem Amy” vakası medya için reyting, olayın tarafları Nick ve Amy içinse savaşı kazanmak için en önemli silaha dönüşüyor. Burada doğruyu söyleyenin değil, en iyi yalan söyleyenin kazanacağı bir savaş başlamış oluyor. Çünkü medyadan daha iyi bir manüpilasyon aracı yok. Fincher, bu olay aracılığıyla medyanın toplum üzerindeki inanılmaz gücüne dikkat çekiyor. Amerikan toplumunu da eleştirmekten geri durmuyor. Çıkarları söz konusu olduğunda önce birbirlerini karalayan, sonra yine aynı çıkarlar sebebiyle birlikte hareket edebilen insanoğlunun ikiyüzlülüğünden dem vuyuyor yönetmen.

Suç filmlerine yeni bir soluk getiriyor

Zodiac’da klasik bir seri-katil hikayesinden karakter odaklı bir drama-gerilim çıkaran Fincher, Gone Girl’de de benzer bir formülün peşine düşmüş. Ve başarılı olduğu da bir gerçek. Yönetmen, beslendiği tür ve alt türlerden aldığı motifleri ustaca kullanmış. Kara filmleri vazgeçilmezi femme fatale’ın devreye girişi iyi bir örnek mesela. Tabi burada klasik bir femme fatale karakterinin canlandığını söyleyemeyiz. Genel olarak da suç filmlerinin kolları neo noiri ve polisiyeyi bir potada eriten Gone Girl için eklektik suç filmi tanımı yapamasak da en azından türe yeni bir soluk getirdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Tür kapsamında izlediğimiz filmlerin tamamından ayrılan ama bütünüyle yeni de diyemeyeceğimiz bir film bu.

Son söz: Fincher’ın uzmanlık alanı olan türlerde yaptığı gezinti, yeni eserinde muazzam bir sonuç vermiş. Gone Girl, yılın en iyilerinden… 9\10

16 Aralık 2014

Before I Go to Sleep 2 Ocak'ta gösterime giriyor


Steve J. Watson'ın çok satanlar arasına giren aynı adlı romanında uyarlanan Before I Go to Sleep'te bir amnezi hastasının hikayesi konu ediliyor. Memento sonrasında amneziden müzdarip bir karakteri odağına alan filmler illa ki Nolan'ın filmiyle mukayese edilecek. Elbette Memento anlatısı başta olmak üzere pek çok açıdan ayrıksı bir işti.. Filmimize dönersek; geçmişindeki travmatik bir kaza sonucunda her gün hiçbir şey hatırlamadan uyanan evli bir kadının, Christine'in hikayesi güvensizlik üzerine kurulan bir gerilimde canlanıyor. İlk fragmana baktığımızda temposu git gide artan bir dramatik gerilimle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Kocası dahil kimseye güvenemeyen ve köşeye sıkışan bir kadın kompozisyonuyla Kidman'ın filmin en büyük kozu olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Film ve romanla ilgili önemli noktalar

Bizi insan yapan özellikler nedir? Hafızamızın birleşmesinden mi oluşuyoruz sadece? Bütün hafızamız silince geriye ne kalır? Bu sorular yazar J. Watson’ın aklını uzun yıllar kurcalamış. Watson’ın romanı Uyumadan Önce (Before I Go To Sleep) dünya çapında tam 30 ülkede yayımlandı. Amerika çok satanlar listesinde 7. Sırada uzunca bir süre yerini korudu. J. Watson bugüne kadar J. K. Rowling’den sonra en iyi sıraya yerleşen İngiliz yazar olma özelliğiyle de oldukça adından söz ettirdi.

Roman, sinemaya uyarlanarak Oscar ödüllü güzel oyuncu Nicole Kidman’ın Christine rolünü de üstlenmesiyle daha da çekici hale geliyor. İki kez Oscar kazanmış olan aktör Colin Firth ise Christine’in artık hatırlayamadığı kocası rolüyle karşımıza çıkıyor. İngiliz oyuncu Mark Strong ise Dr. Nasch karakteriyle gerilim dolu dakikalar yaşatıyor.

“Filmin heyecan veren en önemli noktası da hafızasını kaybeden bir kadının dramıyla, gerilimi bir araya getirebilmesi” diyor yönetmen Rowan Joffe. “Bir kadın sabah uyanıyor ve yanında ki adamın kim olduğunu bilmiyor. Daha da kötüsü aynaya bakıyor ve kendini 27 sanarken, 40 yaşında olduğunu fark ediyor. Duvarlara baktığında; “Bu adam senin kocan” yazısını görüyor. Tüm bunların hepsi hikayenin ilk 5 dakikası. Bu 5 dakika bile hem dramatik hem gerilim için yetiyor ve hikaye sizi içine daha ilk baştan çekiyor” diyor yönetmen.

Yönetmen koltuğunda, senaryoyu da kaleme alan Rowan Joffe'nin oturduğu Before I Go to Sleep, 2 Ocak'ta gösterime giriyor.

12 Aralık 2014

Bilimkurgu Sineması: 2014


Geçtiğimiz yıla oranla daha verimli bir yıl geçiren bilimkurgu sineması; Interstellar, Her ve The Congress gibi özgün eserler çıkardı. Tür içinde yaygınlık kazanmaya başlayan Prequel (ön bölüm) filmler, bu yıl X-Men: Days of Future Past ve Dawn of the Planet of the Apes ile ağırlığını hissettirdi. Hunger Games sonrası The Maze Runner ve Divergent gibi başka edebiyat uyarlamalarının yeni seriler başlatması, türün gidişatı açısından bir yandan umut veren, diğer yandan bıkkınlık verebilecek yeni akımlar doğurmasıyla tepkiye sebep oldu. İnternet çağının etkileri ise bilimkurgu sinemasında iyiden iyiye hissedilmeye başladı. Bu da sanal gerçeklik bilimkurgularının yeni ürünler vermesi, dönüşümünü sürdürmesi ve tür içinde 2000’li yılların ana teması olma yolunda yürüyüşünü sürdürmesini sağladı. Geçen yıl Gravity, bu yıl Interstellar’ın yakaladığı yüksek başarı ise uzaya olan ilgiyi arttırdı. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda uzayı mesken tutan bilimkurgularda bir artış görmemiz olası.

2014 yılı içinde ülkemizde vizyona giren bilimkurgu filmlerini sıraladım. Eleştirisini yazdıklarımın linklerini ekledim. Guardians of the Galaxy’i fantezi öğesi baskın olmasına rağmen yeni bir Star Wars temsili olması ve fantastik\bilimkurgu tanımına uyması sebebiyle sıralamaya dahil ettim.

1- Her
Filmloverss'taki eleştirim
http://www.filmloverss.com/ask-3/


2- Interstellar

 

3- The Congress
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/08/the-congress.html


4- X- Men: Days of Future Past


5- Dawn of the Planet of the Apes


6- Edge of Tomorrow


7- The Maze Runner


8- The Signal


9- The Purge: Anarchy


10- Divergent


11- Lucy
 http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/09/evrime-bir-de-burdan-bakn-lucy.html


12- Godzilla
Filmloverss'taki eleştirim
http://www.filmloverss.com/godzilla/


13- The Giver
Filmloverss'taki eleştirim
http://www.filmloverss.com/secilmis-giver/


14- The Rover


15- The Zero Theorem


16- Guardians of the Galaxy


17- Hunger Games: Mockingjay Part 1


18- Transcendence
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/07/tanry-oynamak-transcendence.html


19- RoboCop


20-  I, Frankenstein
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/03/i-frankenstein.html


21- Transformers: Age of Extinction


Vizyon dışı: 2014


 

Snowpiercer


Predestination


Automata