30 Ocak 2015

Inarritu Birdman'i anlatıyor


En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil 9 dalda Oscar adaylığı elde eden Birdman veya Cahilliğin Umulmayan Erdemi, 27 Şubat'ta ülkemizde vizyona girecek. Filmin Meksikalı yönetmeni Alejandro Gonzalez Inarritu'nun beşinci uzun metraj çalışması hakkında neler söylediğine bakalım.

Yönetmen Iñárritu hikayede Riggen’ın onun kısa ömürlü başarı hikayesini sorguladığını belirtiyor. “İnsan her ne kadar başarılı olursa olsun, ne kadar zengin veya ün sahibi olursa olsun bunun geçici bir ilüzyon olduğunu bilerek verdiği egoların savaşını keşfetmek istedim. Yani istediğinizi düşündüğünüz şeylerin elde ettiğinizde verdiği geçici zevki” “Riggan derin bir insan.“diye ekliyor Iñárritu “Ben onu eşitsizlik ve onursuzca hırsların çevrelediği gerçeklerden gelen Don Kişot olarak görüyorum. Bu aslında hepimizin hikayesi”

“Ben şüpheler ve çelişkiler tarafından yönlendirilen, belirli belirsiz kusurlu karakterleri seviyorum. Yani bu bildiğim herkes demek oluyor. Riggan’ın seçimleri pek iyi değil ancak bu sefer etrafındakileri de etkileyecek. Riggan hayatı boyunca aşkla hayranlığı birbirine karıştırdı. Ancak ikincinin ilgisizliğinin farkına varınca kendini ve etrafındakileri sevmeyi acı çekerek öğrenecek.”

“Riggan’a sadece insan olarak baktım ama aktör olmak özel bir kişilik ister. Riggan’ın egosu gerçekle ilüzyon hayatın arasındaki kısa çizgide yaralanmış durumda. Birdman’in gölgesi o istese de istemese de can sıkıcı bir şekilde yanında. O kendi için bir “ben” yolculuğuna çıkar ve burada egosuyla savaşır. Birçok kısıtlamaya karşı kalıplarını arkasında bırakmak ister.

“Burada biraz trajik biraz komik ancak sürreal bir geçeklik söz konusu” diye ekliyor Iñárritu. “Birdman Riggan’ın süper egosu ve Birdman’in perspektifinden Riggan bu oyunu oynamaktan aklını kaçırmış birisi. Riggan’ın perspektifinden ise Birdman aklını kaçırmış biri. Dışardan bakıldığında ise ikisi de çok tutarsız. Ben her zaman söylerim, 40 yaşına geldiğinizde sizi korkutmayan şeyler denemeye değmez. Ve bu beni iyi bir şekilde korkuttu. Bu benim konfor alanımın dışında yeni bir bölge oldu.” diye ekliyor Iñárritu.

28 Ocak 2015

İlk İzlenim: Jupiter Ascending


Matrix üçlemesi sonrasında bilimkurgu sinemasında marka haline gelen yönetmen kardeşlerimiz Wachowski'ler Matrix ile yakaladıkları başarıyı bir daha tekrarlayamadılar. Cloud Atlas, seveni ve yücelteni olsa da büyük bir fiyasko olarak tarihe geçti. Filmin gişede batması da yönetmenlerimizi The Matrix'in kazanan formüllerini uygulayabilecekleri Jupiter Ascending'e yöneltti. 25 Temmuz'da vizyona girecekken, çeşitli sebeplerle ertelenen filmin yeni gösterim tarihi 6 Şubat 2015.

Jupiter Yükseliyor eleştirim için tıklayınız

Jupiter Ascending, insanoğlunun evrimsel sürecini bir fantezi biçiminde ele almayı deneyen bunu da yaşanabilir tek gezegenin dünyamız olmadığı bir galaksi düşleyip hayata geçiren bir bilimkurgu\aksiyon. Jupiter Ascending'in dünyasında daha doğrusu evreninde insanoğlu besin zincirinin en alt tabakasını oluşturuyor. Evrenin Kraliçesi ile aynı genetiğe sahip bir kadın, -bir hizmetçi- bir suikasta kurban gitmek üzere. Kraliçemiz, bu sıradan dünyalının hükümdarlığına son vereceğine inandığı için onu yok etmeyi seçmesiyle, bir ödül avcısı hedefine doğru süzülecek ama ne var ki, beklenmedik bir şekilde kadına aşık olunca, çiftimiz gezegenler arasında heyecanlı bir maceraya atılacaklar.

The Matrix'de olduğu gibi hikayede yine bir kehanete yer veren Watchowski biraderler, Cloud Atlas'ın yarattığı hüsranı göz önünde tutarak en iyi bildikleri işe soyunmuşlar. The Matrix'in formülünü, Jupiter Ascending'in sadece fragmanlarına ve hikayesine bakarak görebiliyoruz. Yalnız bu kez felsefi derinliğin ikinci hatta üçüncü planda kalabileceğini söylemekte yarar var. Cloud Atlas gibi bir film zaten beklemiyoruz.

Jupiter Ascending'den üç fragman yayınlandı ve sonuncusunda filmin inşa ettiği evrene dair daha fazla detay sunuldu. İlk iki fragmanda insan formu dışında bir tür göremezken, artık çeşitli yaratıkların filmde yer aldığını biliyoruz. Bu açıdan uzay operası tanımını da belki yapabiliriz ama önce filmi görmek gerekiyor.  Toparlarsak ülkemizde 6 Şubat'ta vizyona girmesi beklenen Jupiter Ascending'in Cloud Atlas gibi büyük beklentilerle izlenilmediği sürece tatmin edebileceğini, gördüklerimiz ışığında potansiyeli olan bir bilimkurgu filminin bizi beklediğini söyleyebiliriz.

26 Ocak 2015

!f Günleri 12 Şubat’ta Başlıyor!


14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, yılın en çok konuşulan filmlerini, etkinlikleriyle dünyamızı değiştirmeye devam Türkiye’ye getiriyor, partileriyle şehri ayağa kaldırıyor ediyor. Brezilya'dan İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde düzenlenecek Endonezya'ya, Hindistan'dan Kenya'ya, 42 ülkeden 115 filmin gösterileceği !f İstanbul, 12 Şubat’ta İstanbul’dan yola çıkıyor, 26 Şubat-1 Mart tarihlerinde de Ankara ve İzmir’e uğruyor!

İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde ve Mars Cinema Group ortaklığında yapılacak 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12 - 22 Şubat 2015 tarihlerinde İstanbul’da, 26 Şubat - 01 Mart 2015 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleşecek. !f İstanbul bağımsız sinemanın en iyilerini, yılın çok konuşulan ve bol ödüllü filmlerini sinemaseverlerle buluştururken, !f music partileri İstanbul’un eğlence hayatına alternatif olacak, !f² de 34 şehir, 40 farklı noktaya film götürecek.

42 ülkeden 115 filmin gösterileceği 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da Beyoğlu Cinemaximum Fitaş, Cinemaximum Kanyon, Cinemaximum Budak; 26 Şubat-1 Mart tarihlerinde de Ankara Cinemaximum Armada ve İzmir’de ise Cinemaximum Konak Pier sinemalarında gerçekleşecek.

!f Büyük Gözler’le açılıyor

Festivalin açılış filmi, “Beetlejuice/Beterböcek”, “Edward Scissorhands/Makas Eller”, “Corpse Bride/Ölü Gelin” gibi fantastik öyküleriyle tanıdığımız usta yönetmen Tim Burton’dan geliyor: “Big Eyes/Büyük Gözler”. Sanat tarihinin en sansasyonel olaylarından birine odaklanan film, 50’li yıllarda iri gözlü çocuk tablolarıyla meşhur olan Margaret Keane’in, eserlerini ve yeteneğini sahiplenmeye çalışan eşi Walter Keane’e karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor. Amy Adams ve Christopher Waltz’un başrolünde olduğu “Büyük Gözler”, eleştirmenlerce Burton’ın “‘Ed Wood’dan sonraki en kişisel filmi” ve “‘Big Fish’ten beri yaptığı en iyi film” yorumlarıyla karşılandı.

Digiturk Galaları: Yılın yıldızları ilk kez burada!

Digiturk Galaları, Toronto’dan Venedik’e, Cannes’dan Sundance’e, dünyanın önemli festivallerinde büyük ilgi görmüş, yılın en çok beklenen filmlerini Türkiye’de ilk kez seyirciyle buluşturuyor.

!f İstanbul ayrıca, ödül sezonunun öne çıkan yapımlarının da Türkiye galalarına ev sahipliği yapıyor.

“Walking on Water” ve “The Home Song Stories” ile pek çok ödül toplamış, Avustralya’nın en önde gelen yönetmenlerinden Tony Ayres’in hikâyesi ve anlatımıyla yılın en beklenmedik, en tekinsiz filmlerinden birine dönüşen kara filmi “Cut Snake/Kesik Yılan”; 2005’te “Forty Shades of Blue” ile Sundance’ten büyük ödülü, 2012’de ise “Keep the Lights On/Işık Açık Kalsın” ile Berlin’den Teddy Ödülü’nü kapan Ira Sachs’ın John Lithgow ve Alfred Molina’nın performanslarıyla çok konuşulan bağımsızı “Love is Strange/Aşk Başkadır”; üç yıl önce “Un amour de jeunesse/Elveda İlk Aşk”ıyla !f’çilerin gönlünü fetheden Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve’ın Daft Punk ve Cassius gibi efsanelerin doğuşuna tanıklık etmiş elektronik müzik akımının kurucularından Fransız DJ Paul'un 18 yıllık yükseliş ve düşüş hikâyesini anlattığı “Eden/Cennet”; David Zellner’ın Coen Kardeşler’in kült filmi “Fargo”nun sonundaki gömülü çantayı bulmak için kendini yollara vuran bir kadını anlattığı, Sundance’ten Jüri Özel Ödülü, Fantastik Film Festivali’nden de En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan filmi “Kumiko, the Treasure Hunter/Kumiko, Hazine Avcısı”; matematik dehası otistik bir çocuğun hayatına odaklanan, özellikle başroldeki genç oyuncu Asa Butterfield’in oyunculuğuyla övgüler toplayan ve yılın en iyi İngiliz bağımsızlarından “X+Y/X+Y”; Niki Caro’nun “Whale Rider”ından beri yapılmış en etkileyici Yeni Zelanda filmi sayılan ve çok az bilinen Yeni Zelanda kahramanı ve satranç şampiyonu Genesis Potini’nin gerçek hayat hikâyesinden esinlenen “Dark Horse/Kayıp Şampiyon”; “Dogma”, “Chasing Amy” gibi filmleriyle sıkı bir hayran kitlesi yaratmış kült yönetmen Kevin Smith’in korku ve komedi kıvamı bolca yerinde, Justin Long, Michael Parks, Johnny Depp ve Haley Joel Osment’lı garip filmi “Tusk/Mors Dişi”; 2003’te izlediğimiz “The Yes Men”den beri aktivizme yepyeni bir soluk getiren, yaptıkları çılgın eylemleriyle bugün bile tartışılan Yes Men grubunun son beş yılına tanıklık eden “The Yes Men Are Revolting/Yes Men İsyanda” ve “Careful”, “The Saddest Music in the World” filmleriyle tanınan, “Kanada’nın David Lynch’i” Guy Maddin’in Roy Dupuis, Geraldine Chaplin, Udo Kier, Charlotte Rampling, Amira Casar gibi iddialı bir kadroyu bir araya getirdiği son filmi “The Forbidden Room/Yasaklı Oda”, “Digiturk Galaları” bölümü filmlerinden sadece birkaçı.

Bu bölümde ayrıca; yılın merakla beklenen filmlerinden “Birdman”, “The Tale of the Princess of Kaguya”, “Look of Silence”, “The Last Five Years”, “Dear White People” ve “Rosewater” da Türkiye galasını yapacak filmler arasında...

“Amores perros”, “21 Grams”, “Babel” ve “Biutiful” filmlerinin yönetmeni Alejandro González Iñárritu’nun merakla beklenen yeni harikası “Birdman”, Michael Keaton, Emma Stone, Zach Galifianakis, Edward Norton, Naomi Watts gibi ünlü oyuncuları buluşturuyor. Bir zamanlar ikonik bir süper kahramanı canlandırmış, ama artık gözden düşmüş bir aktörün Raymond Carver’ın hikâyesinden uyarlanan bir Broadway oyunuyla eski günlerine dönme çabasını anlatan film, “Boyhood” ile birlikte Oscar yarışının en güçlü adayı sayılıyor.

70’lerin kült animasyonu Heidi’nin yönetmenliğinin yanı sıra “Grave of the Fireflies”, “Only Yesterday”, “My Neighbors the Yamadas” gibi pek çok kült animeye imza atmış Isao Takahata’nın 14 yıl aradan sonra çektiği ilk film olan “The Tale Princess of the Kaguya/Prenses Kaguya'nın Masalı”; geçen yılın en iyileri listesinde ilk sıralarda yer alan “The Act of Killing” ile bizi şoke eden Joshua Oppenheimer’ın Venedik’te 5 ödül birden kazanan yeni filmi “Look of Silence/Sessizliğin Bakışı”; Richard LaGravenese’nin Jason Robert Brown’ın ayrılıkla biten evliliğinin son 5 yıllını kadın ve erkek gözünden anlattığı aynı adlı meşhur müzikalinden uyarladığı Anna Kendrick ve Jeremy Jordan’lı “The Last Five Years/Son Beş Yıl”; ağırlıklı olarak beyaz insanların okuduğu özel bir okuldaki Afro Amerikalıların mücadelelerini ironik bir dille anlatan, Sundance’te Jüri Özel Ödülü’nü alırken, başrolde övgüler toplayan Tessa Thompson’ın Gotham Bağımsız Film Ödülleri’nde Umut Vaat eden Oyuncu seçildiği “Dear White People/Sevgili Beyaz Irk” ve sadece ekran başarısıyla değil, zekası ve mizahıyla da Amerikan popüler kültürünün en etkili isimlerinden biri sayılan 13 Emmy ödüllü Jon Stewart’ın Gael Garcia Bernal ve Haluk Bilginer’i başrole taşıdğı filmi “Rosewater/Gül Suyu” ve kısalarıyla pek çok ödül kazanmış İranlı kadın yönetmen Ana Lily Amirpour’un İran’daki Bad City adlı bir hayalet kasabada geçen ve bu çivisi çıkmış kasabaya yeni gelmiş gizemli bir kadının hikâyesini anlattığı, İran sinemasının ilk vampir filmi olan “A Girl Walks Home Alone at Night/Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız”, Digiturk Galaları’nın en çok konuşulacak filmlerinden...

Bölümün en heyecan uyandıran filmlerinden biri de hiç kuşkusuz, dünya galasını !f İstanbul’da yapacak olan “Çekmeceler”. İlk filmleri “Zenne”yle büyük ilgi gören M. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yeni filmleri “Çekmeceler”, otuzlarının başındaki genç bir kadının doğumgününde kanlar içinde hastaneye kaldırılmasının ardında yatan korkunç gerçekleri konu alıyor. Senaryosu gerçek olay ve kişilerden esinlenilerek yazılan filmde, Ece Dizdar, Tilbe Saran, Taner Birsel, Nilüfer Açıkalın başrolde.

Sanat Hayat İçindir!: Sanat mı hayattan doğar, hayat mı sanattan?

!f’in geçen yıl başlayan “Sanat Hayat İçindir!” bölümü sanat ve hayatın birbirine karıştığı etkileyici hikâyeleri buluşturuyor.

40 küsur yıl boyunca Amerika’yı şekillendiren kültürel ve siyasi etkiler konusunda yazmış ve konuşmuş, neslinin ikonlarından Susan Sontag’ın hayat hikâyesini arşiv görüntüleri, yazdıkları ve yakın çevresiyle yapılan görüşmelerden kurarak anlatan, Tribeca’dan “En İyi Belgesel” ödüllü “Regarding Susan Sontag/Susan Sontag Hakkında”; Star Trek’in Kaptan Zulu’su, Clinton hükümetindze Japon-Amerikan ilişkilerinin elçisi, eşcinsel haklarının sesli savunucusu, 7 milyondan fala takipçisiyle facebook fenomeni 77 yaşındaki George Takei’nin hayatına yakın baktığımız “To Be Takei/Takei Olmak”; belgesel sinemanın ustalarından Steve James’in Pulitzer ödülü alan ilk film eleştirmeni Roger Ebert’in hayatına dair samimi ve duygusal bir yolculuğa çıkardığı, aralarında Martin Scorsese, Werner Herzog, Errol Morris, Ramin Bahrani ve Ava Duvernay gibi ünlü sinemacıların da bulunduğu arkadaşları, meslektaşları ve ailesinin yorumlarıyla adeta bir sinema dersi veren “Life Itself/Hayatın Kendisi”; babasının ölüm haberiyle birlikte Meksika’dan Buenos Aires’e dönen Victor adlı genç bir adamın burada sevgilileri, arkadaşları ve tiyatro arasında kalışını konu alan, Arjantinli yönetmen Matías Piñeiro’nun diğer filmlerinden de alışkın olduğumuz lezzet ve özgünlüklükle seyirciye yeni bir film izleme biçimi sunan tuhaf kurmacası “The Princess of France/Fransa’nın Prensi”; dünyanın en ünlü dominatrixi Catherine Robbe-Grillet’nin sado-mazo partileriyle ünlü evine konuk eden, efendi ve kölelerin deneyimlerini aktarışıyla da merak uyandıran “The Ceremony/Seremoni” ve 2000’lerin kült televizyon serisi “The Wire” ile tanıdığımız, tam da şöhretin zirvesindeyken hamile kalınca oyunculuğa ara veren Brandy Burre’nin yıllar sonra sektöre geri dönmek istediğinde yaşadığı zorlukları anlatan “Actress/Oyuncu”, sanat tutkunlarının kaçırmaması gereken yapımlar.

Bu bölümün Türkiye’den konuğu ise “Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması”. Cem Kaya’nın binlerce Yeşilçam filminin ve yaptığı yüze yakın söyleşinin ürünü olarak yedi yılda tamamladığı filmi, 1960 ve 1970’lerde dünyanın en büyük film üreticilerinden birine dönüşen Yeşilçam’ın Tarzan’dan Drakula’ya, Oz Büyücüsü’nden Uzay Yolu’na, pek çok Batı çıkışlı filmin Türk versiyonlarını çekme süreçlerini konu alıyor. Aralarında Memduh Ün, Kunt Tulgar, Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Aydemir Akbaş, Nuri Alço, Halit Refiğ, Süleyman Turan, Fatma Girik, Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit, Metin Erksan gibi dönemin “kahraman”larının görüşlerini barındıran film, bir dönemin Türkiye sinemasının tuhaf ve renkli portresini çiziyor.

25 Ocak 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #15 Los Cronocrimenes


Nacho Vigalondo’nun senaryosunu da kaleme aldığı ilk yönetmenlik denemesi Los Cronocrimenes, Amenabar’ın Abre Los Ojos’unun ardından İspanyol sinemasının en iyi bilimkurgu filmi denilebilir. Film, karısıyla yeni bir eve taşınan Hektor’un yaşadğı inanılmaz olayı anlatıyor. Elinde dürbünüyle çevreyi gözetlerken çıplak bir kadın gören Hektor, merakına yenik düşüp kadının peşinden gider. Biri tarafından bıçaklanır ve olaylar gelişir. Zaman yolculuğu temasına ele atan Vigalondo, spoiler vermeden anlatılması oldukça güç bir filme imza atmış. Yönetmen, karakterleri ve mekanı minimumda tutup, dikkatimizi belli bir noktaya -olayın kendisine- çekiyor. Seyirciyi sürekli şaşırtması ve son ana kadar oynayacak yeni kartlarının olması Los Cronocrimenes’ı alanında özel bir film yapıyor.

Vigalondo, zaman yolculuğundan ziyade bu yolculuğun yarattığı paradoksla ilgileniyor. 2014 yapımı Predestination gibi döngüsel bir hikaye anlatıyor. Zaman yolculuğunun sebep olduğu hataları geçmişe müdahale ederek geri döndürmenin ve her denemede biraz daha dibe batmanın nasıl bir şey olduğunu resmediyor. Giriş bölümünün ardından gözlerinizi ayıramadan izleyeceğiniz bir seyir sunan Los Cronocrimenes, aynı olayı farklı bakış açılarından parçalar halinde ve tek bir zaman düzleminde veriyor. Ve sona geldiğinizde bütüne ulaşmanın verdiği hazzı yaşamamızı istiyor. Döngüsü nedeniyle tam bir çözümün olmadığı Los Cronocrimenes, iyi bilimkurgu çekmek için yüksek bütçelere gerek olmadığını kanıtlayan nefis bir film.

20 Ocak 2015

60’lı yılların en iyi 15 korku filmi


60’lı yıllara korku sinemasının yeniden doğduğu veya evriminde önemli bir basamağı atladığı dönem olarak bakabiliriz. Çünkü bu dönemin hemen başında modern korku sinemasının ilk örnekleri çıkageldi. Alfred Hitchcock’un Psycho’su ile Herk Harvey’nin Carnival of Souls’u klasik anlatıyı yıkarak türün önünü açan yapımlar olduğunu söyleyebiliriz. Psycho’da ana karakterin ilk yarım saatte ölerek filmden çıkması ve finaldeki sürpriz, o dönem korku filmlerinde görülmüş şeyler değildi ve derin bir iz bırakması zor olmadı.

60’lı yılların korku sineması açısından altın çağ öncesi dönem olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncenin temelini oluşturan ana argüman ise özellikle 70’li yılların korku eğilimlerini bu dönemin belirlemesi. Bunu da açarsak; Psycho’nun 70’li ve 80’li yıllara damgasını vuran Slasher alt türünün öncülerinden olmasını, Rosemary’s Baby’nin ise 70’lerde şeytan filmlerinin patlamasındaki yadsınamayacak rolünü örnekleyebiliriz. Genel olarak da modern korku sinemasının doğuşuyla türün çehresinin değişmesi ve bu dönemde üretilen filmlerin niteliği, türün altın çağına girmesini kaçınılmaz kılmıştır.

Bu dönemde korku sinemasındaki bir diğer önemli gelişme de kan ve şiddet oranının artmasıydı (70’lerde en üst seviyeye çıkacaktır). Mario Bava, Lucio Fulci gibi İtalyan yönetmenlerin ve George A. Romero’nun Night of the Living Dead’i en iyi örnekler denilebilir. Öte yandan Amerikan sinemasının 30’lu ve 40’lı yıllarda bolca ürün verdiği ve her biri birer klasiğe dönüşen (Frankenstein, Dracula, Mummy, Werewolf vb.) canavarlar, 50’li yıllarda Hammer stüdyosu tarafından yeniden çekildi ve çok da başarılı oldu. Hammer filmleri 60’lı yıllarda da hız kesmeden üretimini sürdürdü. Hammer üretimleriyle korku filmleri renklense de 60’lı yıllarda siyah-beyaz estetiğinin hakimiyeti devam etti. Bunda ekonomik sebepler (renkli filmlerin maliyetinin daha fazla olması) de etkili oldu. Listeme bakarsak 15 filmden 11’inin siyah-beyaz olduğunu görürüz. Bir tesadüf değil. B tipi korku filmlerinde bir markaya dönüşen Roger Corman da, özellikle 60’lı yıllarda Little Shop of Horrors, House of Usher ve The Raven gibi başarılı korku filmleriyle türe katkı yaptı.

1- Psycho (1960)
2-  Night of the Living Dead (1968)
3- The Birds (1963)
4- Repulsion (1965)
5- What Ever Happened to Baby Jane? (1962)
6- Jigoku (1960)
7- Yobu no naka no kuroneko (1968)
8- Rosemary’s Baby (1968)
9- The Haunting (1963)
10- Kwaidan (1960)
11- The Innocent (1961)
12-  Peeping Tom (1960)
13- Onibaba (1964)
14- Eyes Without a Face (1960)
15-  Vargtimmen (1968)

17 Ocak 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #14 - The Killing Fields


İngiliz yönetmen Roland Joffe’nin sinemadaki ilk başarısı, gerçek olaylara dayanan çalışması Ölüm Tarlaları (The Killings Fields) idi. 57. akademi ödüllerinde de adından söz ettiren film, Vietnam Savaşı sonrasında Kamboçya’da patlak veren iç savaş sırasında Kamboçyalı bir The New York Times muhabirinin, ülke insanını vahşice öldüren Kızıl Kmerler örgütüne esir düşmesi, esaret hayatı ve özgürlüğe uzanışını etkiliyeci bir sinema diliyle anlatıyor. Kamboçya’da yaşananların sinemaya pek yansımadığını ve Vietnam’ın gölgesinde kaldığını düşündüğümüzde filmin değeri çok daha iyi anlaşılıyor.

Oscar ödüllü görüntü yönetimiyle, savaşın insanoğluna yaşattığı cehennemi tüm çıplaklığıyla betimlemesiyle, savaşın ortasında kalan çocuklar ve masum insanların yaşadığı dehşet anlarından unutulmaz enstanteneler çıkarmasıyla, oyunculuklarıyla ve gerçekçi yapısıyla oldukça değerli bir yapım Ölüm Tarlaları… Amerika’nın Vietnam ve Kamboçya’daki politikasını kıyasıya eleştiren bu anti-militarist film, son bir saatinde iyice açılıyor. Seyrettiklerimizin gerçekten yaşandığını aklımıza getirdikçe etki gücü iyice artıyor Ölüm Tarlaları’nın. Dostluk hikayesi ise finalde duygusal anlar yaşatacak cinsten.

15 Ocak 2015

87. Oscar Ödülleri'nde adaylar açıklandı!


Bu yıl 87. kez dağıtılacak Akademi Ödülleri'nde adaylar açıklandı. Ödüller 22 Şubat'ta sahiplerini bulacak.

En İyi Film
American Sniper
Birdman
Boyhood
The Grand Budapest Hotel
The Imitation Game
Selma
The Theory of Everything
Whiplash

En İyi Yönetmen
Wes Anderson | The Grand Budapest Hotel
Alejandro González Iñárritu | Birdman
Richard Linklater | Boyhood
Bennett Miller | Foxcatcher
Morten Tyldum | The Imitation Game

En İyi Erkek Oyuncu
Steve Carell | Foxcatcher
Bradley Cooper | American Sniper
Benedict Cumberbatch | The Imitation Game
Michael Keaton | Birdman
Eddie Redmayne | The Theory of Everything

En İyi Kadın Oyuncu
Marion Cotillard | Two Days, One Night
Felicity Jones | The Theory of Everything
Julianne Moore | Still Alice
Rosamund Pike | Gone Girl
Reese Witherspoon | Wild

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Robert Duvall | The Judge
Ethan Hawke | Boyhood
Edward Norton | Birdman
Mark Ruffalo | Foxcatcher
J.K. Simmons | Whiplash

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Patricia Arquette | Boyhood
Laura Dern | Wild
Keira Knightley | The Imitation Game
Emma Stone | Birdman
Meryl Streep | Into the Woods

En İyi Özgün Senaryo
Birdman | Alejandro González Iñárritu, Nicolas Giacobone, Alexander Dinelaris ve Armando Bo
Boyhood | Richard Linklater
Foxcatcher | E. Max Frye ve Dan Futterman
The Grand Budapest Hotel | Wes Anderson ve Alec Guinness
Nightcrawler | Dan Gilroy

En İyi Uyarlama Senaryo
American Sniper
The Imitation Gams
Inherent Vice
The Theory of Everything
Whiplash

En İyi Kurgu
American Sniper | Joel Cox ve Gary Roach
Boyhood | Sandra Adair
The Grand Budapest Hotel | Barney Pilling
The Imitation Game | William Goldenberg
Whiplash | Tom Cross

En İyi Görüntü Yönetimi
Birdman | Emmanuel Lubezki
The Grand Budapest Hotel | Robert D. Yeoman
Ida | Ryszard Lenczewski ve Lukasz Zal
Mr. Turner | Dick Pope
Unbroken | Roger Deakins

En İyi Prodüksiyon Tasarımı
The Grand Budapest Hotel | Adam Stockhausen ve Anna Pinnock
The Imitation Game | Maria Djurkovic ve Tatiana Macdonald
Interstellar | Nathan Crowley, Gary Fettis ve Paul Healy
Into the Woods | Dennis Gassner ve Anna Pinnock
Mr. Turner | Suzie Davies ve Charlotte Watts

En İyi Kostüm Tasarımı
The Grand Budapest Hotel | Milena Canonero
Inherent Vice | Mark Bridges
Into the Woods | Colleen Atwood
Maleficent | Anna B. Sheppard & Jane Clive
Mr. Turner | Jacqueline Durran

En İyi Özgün Müzik
The Grand Budapest Hotel | Alexandre Desplat
The Imitation Game | Alexandre Desplat
Interstellar | Hans Zimmer
Mr. Turner | Gary Yershon
The Theory of Everything | Jóhann Jóhannsson 

En İyi Özgün Şarkı
“Everything Is Awesome” | The Lego Movie
“Glory” | Selma
“Grateful” | Beyond the Lights
“I’m Not Gonna Miss You” | Glen Campbell: I’ll Be Me
“Lost Stars” | Begin Again

En İyi Makyaj & Saç Tasarımı
Foxcatcher
The Grand Budapest Hotel
Guardians of the Galaxy

En İyi Ses Kurgusu
American Sniper
Birdman
The Hobbit: The Battle of the Five Armies
Interstellar
Unbroken

En İyi Ses Miksajı
American Sniper
Birdman
Interstellar
Unbroken
Whiplash

En İyi Görsel Efekt
Captain America: The Winter Soldier
Dawn of the Planet of the Apes
Guardians of the Galaxy
Interstellar
X-Men: Days of Future Past

Yabancı Dilde En İyi Film
Ida (Polonya)
Leviathan (Rusya)
Tangerines (Estonya)
Timbuktu (Moritanya)
Wild Tales (Arjantin)

En İyi Animasyon
Big Hero 6
The Boxtrolls
How to Train Your Dragon 2
Song of the Sea
The Tale of the Princess Kaguya

En İyi Belgesel
CitizenFour
Finding Vivian Maier
Last Days in Vietnam
The Salt of the Earth
Virunga

En İyi Kısa Film
Aya | Oded Binnun ve Mihal Brezis
Boogaloo and Graham | Michael Lennox ve Ronan Blaney
Butter Lamp (La lampe au beurre de yak) | Hu Wei ve Julien Féret
Parvaneh | Talkhon Hamzavi ve Stefan Eichenberger
The Phone Call | Mat Kirkby ve Kames Lucas

En İyi Kısa Animasyon
The Bigger Picture | Daisy Jacobs ve Christopher Hees
The Dam Keeper | Robert Kondo ve Dice Tsutsumi
Feast | Patrick Osborne ve Kristina Reed
Me and My Moulton | Torill Kove
A Single Life | Joris Oprins

En İyi Kısa Belgesel
Crisis Hotline: Veterans Press 1
Joanna
Our Curse
The Reaper (La parka)
White Earth

14 Ocak 2015

Wild (Yaban) 6 Şubat'ta vizyona çıkarılıyor


Café de Flore, Dallas Buyers Club gibi başarılı filmleriyle tanıdığımız Jean-Marc Vallée, Oscar ödüllü Reese Witherspoon ve Oscar adayı senarist Nick Hornby, yazar Cheryl Strayed’in çok satan, sıradışı bir macerasını ekranlara taşıyor. Yıllar süren umursamaz davranışları, eroin bağımlılığı ve evliliğinin yıkımıyla beraber Strayed acele bir karar alır. Lanetlenmişçesine aklında kalan annesi Bobbi’nin (Oscar adayı Laura Dern) hatıraları ve tamamen tecrübesizce, bin mili aşan Pacific Crest Yolu’nu tek başına yürümeyi kafasına koymuştur. Wild, onu çıldırtan, güçlendiren ve sonunda iyileştiren bu maceradaki korku ve tatminleri ortaya koyuyor.
                       
Wild, ona ilham veren annesinin başdöndürücü ani ölümü, harabolmuş bir evlilik ve küstahca kendini yok etmeye adamış olmasına rağmen bunlara artık bir “Dur!” demek isteyen Chreyl Strayed’in akılalmaz macerasını anlatıyor. Hiç deneyimi olmadan, kocaman ağır bir çanta ve zayıf düşmüş iradesinin etkisiyle Strayed, Amerika'daki en uzun, en zorlu ve en vahşi transit yol olan Pasific Crest Yolu'nu tek başına yürümeye karar verir. Yürüyüşe başlamasından biraz sonra bırakmayı düşündü fakat azmetti ve o birkaç ay boyunca korku, yorgunluk ve tehlikenin içinde ona neşe, cesaret ve güzelliği hatırlatanları buldu. Hayatını yeniden düzene oturtmasını sağlayan, yeni ama dikkat çekici hikayesini su yüzüne çıkartan bir macera.
           
Strayed’in açıklaması: “Pacific Crest Yolu’nu 94 günde yürümek benim için büyük fiziksel bir girişim olduğu kadar ruhani bir seyahatti aynı zamanda. Çoğu insanın yabana döndüğü kadar bende patikaya döndüm. Kaybolmuş ve çaresiz hissettiğim zaman, nasıl ilerleyebileceğimi bilmediğim bir yerde bile olsam, patika bana motomot bir ayağımı öbürünün önüne atmamı öğretti.”
           
Strayed’in hikayesi kendisi için çok anlamlıydı fakat yazılarının diğer insanların hayatlarını bu kadar değiştirebilecek eserler olacağını öngöremezdi. 2012’de, Yaban basılır basılmaz çok satanlar listelerine girdi. Maceraperestliği ve saygısız ama bir o kadar da samimi tarzı ile çılgın çizgisini gösterdi. The New York Times Book Review, Yaban için “edebi ve insani zafer” yakıştırmasını yaparken, The Boston Globe ise “bağışıklık yapan, muhteşem kitap. Yalnızca eğlendirmekle kalmıyor, okumuş olmanın hazzını bırakıyor.”
           
Kitabı yayımlanmadan birkaç ay önce okuyanlardan birisi de Oscar ödüllü oyuncu ve prodüktör Bruna Papandrea ile kendi film şirketlerini oluşturmaya başlayan Reese Witherspoon’dan başkası değildi. Elinden geçen onlarca müsveddeden sonra Witherspoon’un tepkisi anlık ve hararetliydi.
           
“Kitabın ilk yarısını uçakta okudum ve gözyaşları içinde kaldım.” diye anlatıyor Witherspoon. “Sonra, fazla sabredemedim ve kitabın kalanını geri dönüşte bitirdim. Dedim ki, “Cheryl Strayed’in kim olduğunu bilmiyorum ama hemen telefon numarasına ihtiyacım var.”

12 Ocak 2015

72. Altın Küre Ödülleri sahiplerini buldu


72. Altın Küre Ödülleri sahiplerini buldu. Boyhood beklendiği gibi geceye damgasını vurdu. Drama dalında En İyi Film, En İyi Yönetmen ve Patricia Arquette ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü almayı başardı. Komedi\Müzikal dalında The Grand Budapest Hotel'in En İyi Film ödülü ise gecenin sürpriziydi kuşkusuz. Inarritu'nun Birdman'ine yönelik beklenti oldukça yüksekti.

En İyi Film (Drama) - Boyhood
En İyi Film (Komedi/Müzikal) - The Grand Budapest Hotel
En İyi Yönetmen Richard Linklater - Boyhood
En İyi Erkek Oyuncu (Drama) Eddie Redmayne - The Theory of Everything
En İyi Kadın Oyuncu (Drama) Julianne Moore - Still Alice
En İyi Erkek Oyuncu (Komedi / Müzikal) Michael Keaton - Birdman
En İyi Kadın Oyuncu (Komedi / Müzikal) Amy Adams - Big Eyes
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu J.K. Simmons - Whiplash
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Patricia Arquette - Boyhood
En İyi Senaryo Birdman - Alejandro Gonzalez Inarritu, Nicolas Giacabone, Alexander Dinelaris ve Armando Bo
En İyi Özgün Şarkı "Glory" - Selma
En İyi Özgün Müzik The Theory of Everything -|Jóhann Jóhannsson
En İyi Yabancı Film Leviathan (Rusya)
En İyi Animasyon How to Train Your Dragon 2

8 Ocak 2015

‘Full Metal…’ Whiplash


Damien Chazelle’in yazıp yönettiği Whiplash, esasında yönetmenin 2013’de çektiği aynı adlı kısa filmin uzun metraj versiyonu. Sundance Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü ve İzleyici Ödülü’nü almayı başaran film, bağımsız sinemanın son yıllarda çıkardığı en unutulmaz yapım. Bir Caz bateristi olmaktan da öte en iyisi olmayı kafasına koymuş Andrew adlı bir öğrenciyle, müzikal dehalar yaratmak için öğrencilerini sınırlarını zorlamaktan çekinmeyen ve oldukça katı bir eğitim uygulayan bir öğretmenin ilişkisi ekseninde müzikal bir ziyafet sunan ve bunu da tırnak kemirten bir gerilimle veren film için şimdiden 2015 vizyonun en iyilerinden diyebiliriz.

Jazz öğretmeni Terrence Fletcher, sınıfa girdiğinde hazırola geçen öğrencileri, onun nasıl bir eğitmen olduğu hakkında ilk ipuçlarını veriyor. Ders başladığında ise isteklerini gerçekleştiremeyen öğrencilerine küfürler, hakaretler yağdıran ve bir çırpıda onları silebilen bir eğitimciyle karşı karşıya kalıyoruz. Burada aklımaza gelen ilk film de doğal olarak Kubrick’in başyapıtlarından Full Metal Jacket oluyor. Ordaki uzman çavuşun Jazz öğretmeninde canlandığını söylersek yanılmış olmayız. Eğitimde uyguladıkları katı yöntem kuşkusuz ki, askerlerin\öğrencilerin savaş meydanında ayakta kalabilmeleri için bir gereklilik olarak görülüyor. Whiplash’daki durum daha enteresan tabii. Buradaki amaç, ayakta kalabilmekten de öte müzikal deha yaratmak. Genç müzisyenlerin gerçek potansiyellerini ortaya çıkarmak. Yöntem ne kadar tartışmalı olsa da yönetmenimiz gerçek başarıya giden yolun, patika değil, en çetrefilli yol olduğunu söylüyor. Türleri ne kadar farklı olsa da Chazelle’nin Full Metal Jacket’ın ilk bölümündeki eğitim safhasını Whiplash’a uyguladığı çok açık. Öğretmen karakterimizin fiziksel olarak da Uzman Çavuş Hartman’a bezetilmesi aradaki bağı kuvvetlendiren bir veri olarak karşımıza çıkıyor.

İstediğini elde etmek için her yolu mübah gören öğretmen, yarışma için hazırladığı mini orkestrasını yöneten bir komutandan farksız. Zayıf halkaların elendiği sistemde Andrew’deki ışığı gören Fletcher, hiçbir zaman bir Louie Armstrong, bir Charlie Parker yaratamamış olmanın ezikliğiyle yeni öğrencisine yükleniyor. Film son düzlüğe girdiğinde ikili arasındaki sürtüşme akılllardan çıkmayacak bir müzikal düelloya dönüşüyor. Flatcher’ın öğrencilerini sınırlarını zorlamaya yönelik eğitimi Andrew’de meyvelerini veriyor. Chazelli, Andrew’e yüklediği kimi özellikler (hedefi doğrultusunda gözünü karartabilme, o hedef onu yapayalnız bırakacak olmasına karşın vazgeçmeme, fiziksel acıya göğüs gerebilme, cesaret vb.) ile müzikal dehaların geçmişte olduğu gibi bugün de arıza tiplerden çıktığına işaret ediyor. Filmin en güzel tarafı ise ana karakterlerimiz arasındaki çatışmanın, söz konusu müzik olduğunda bunu bir kenera bırakabilmeleri, birlikte hareket edebilmeleri ve müziğin kişisel anlaşmazlıklara üstün gelmesi…

Son söz: Sinema – müzik birlikteliğinin en görkemli örneklerinden biri Whiplash. 9.6\10

5 Ocak 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #13 - Insignificance


Görüntü yönetmenliğinden gelme usta sinemacı Nicholas Roeg’in başyapıtları Don’t Look Now, Walkabout ve The Man Who Fell to Earth’ün gölgesinde kalan 1985 tarihli özenli çalışması Insignificance (Önemsizlik), Terry Johnson’ın aynı adlı oyunundan, bizzat yazarın kendisi tarafından senaryosu yazılarak peliküle aktarılmıştı. Karakterlerini gerçeklikten alan Insignificance, onları tamamen bir kurgu içine hapsediyor. Bu sebeptendir ki Albert Einstein, Marilyn Monroe, dönemin ünlü beyzbolcusu Joe DiMaggio ve senator Joseph McCarthy, onlar olduğunu bilsek de isimsiz birer karakter olarak karşımıza çıkıyor. 50’li yılları fon alan film; bir gece, bir otel odasında bu dört isim bir araya gelseydi neler yaşanırdı sorusunu çıkış noktası olarak alıyor.

Monroe’nun Billy Wilder’ın The Seven Years Itch filmindeki etek havalandırma sahnesenin çekimleri esnasında açılan film, tiyatro uyarlaması olduğunu her anında belli eden bir yapım. İzafiyet teorisi, kominist avı gibi başlıkları ve felsefi diyaloglarıyla oldukça akıcı ilerleyen film çabucak seyirciyi sarıyor. Monroe’nun özel hayatındaki çalkantılı durum, eşi DiMaggio’nun onu kaldıramamasının ve mutlu edememesinin verdiği eziklik, Einstein’ın atom bombasının üretilmesinde dolaylı da olsa yaptığı katkı yüzünden duyduğu büyük pişmanlık ve senatörün ülkesinin çıkarları için, Einstein’a tehdide varan baskısı ve tüm bunların bir gecede olup bitmesi, Roeg’in flashback ve rüya sahneleriyle de destekleyerek usta işi bir sinematografiyle kotardığı filmi özel kılıyor. Monroe, Einstein’a İzafiyet teorisini uygulamalı anlattığı sahneyle aptal sarışın algısını yıkıyor, Roeg de önyargılı yaklaşımı eleştiriyor. Insignificance'ın Einstein’ı daha iyi anlamak ve onla empati kurabilmek için de faydalı bir metni olduğunu düşünüyorum.

Son söz: Teatral filmleri sevenler ve farklı bir şeyler arayanlar için isabetli bir seçim olacaktır.

2 Ocak 2015

Çarpık sistemin anti-kahramanları: Nightcrawler


Usta senaristlerin zaman zaman kamera arkasına geçtiklerine şahit oluyoruz. Genelde çok iyi bir sonuç verdiğini söyleyemeyiz. Ancak anlaşılabilir bir şey bu. Belki kendi özgün üretimlerini en iyi kendilerinin peliküle aktarabileceklerine olan inançları, belki de sadece üstesinden gelip gelemeyeceklerini görmek ya da film vizyona girip de övgünün çoğunu yönetmenlerin toplamasından rahatsız olmalarıdır sebebi.. Her ne olursa olsun The Fall ve Reel Steel gibi filmlerin senaristi olarak tanıdığımız ve 20 yılı aşkın bir zamandır sektörde olan Dan Gilroy, ilk yönetmenlik denemesi olan Nightcrawler (Gece Vurgunu) ile 2014’ün en çarpıcı işlerinden birini ortaya koyuyor. Jake Gyllenhaal’ın unutulmaz performasıyla damga vurduğu filmi, hayat verdiği Lou Bloom karakteri üzerinden yorumlamak sağlıklı olacaktır.

Geçmişi olmayan adam

Yazar-yönetmenimiz Gilroy, ana karakterimizin geçmişi, ailesi, arkadaşları, sorunları vb. detaylarla klasik bir karakter gelişimiyle yol almıyor. Bunun yerine, karakter gelişimini onu sokaklara salıp, karşılaştığı olaylara verdiği tepkilerle, davranışlarıyla sağlıyor. Daha zor olan yolu seçmesiyle de yönetmeni takdir etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Gilroy, Lou Bloom’u Los Angeles sokaklarında, hırsızlık yaparken tanıştırıyor seyirciye. İlk sahneden ne kadar gözü kara bir adam olduğunu ve para için, hayatta kalabilmek için her şeyi yapabilecek nitelikte biri olduğunu anlıyoruz. Hırsızlıkla hayatını sürdürmesine karşın çalışarak kazanmak istediğini de görüyoruz. Bloom, bir gece polisin müdahale ettiği bir trafik kazasında son dakika habercisini iş üstünde gördüğünde kararını veriyor. Bir son dakika habercisi olup zirveye oynayacak… Bloom’un zirveye oynarken çizdiği yol, Nightcrawler’ın ana meselesi denebilir.

Ne kadar ileri gidebilirsiniz?

Gilroy, kendinize koyduğunuz hedef doğrultusunda ne kadar ileri gidebilirsiniz; iyi kazanmak, iyi bir kariyer yapabilmek uğruna hangi erdemlerinizden vazgeçebilirsiniz? diye soruyor. İş ahlakından, dürüstlükten ve insani değerlerin hiçbirinden nasibini almamış Bloom’un karşısına, gece vardiyasında çalışan yozlaşmış bir haber yönetmeni olan Nina’yı çıkarıyor Gilroy. Böylece çürümenin toplumun tamamına yayıldığını söylerken, daha vahim bir gerçeğe dikkat çekme fırsatı buluyor. Toplumu yozlaştıranın modern hayatın getirdiği çarpık sistem olduğunu söylüyor. Kapitalist sistemin kurbanlarıyız gibi bir sonuç da çıkarılabilir buradan. Yönetmenin yozlaşmış karakterlerini Bloom ve Nina gibi yalnız bireylerden seçmesi önemli bir ayrıntı. Gilroy, yalnızlık ve asosyalliği toplumu yozlaşmaya götüren bir tür hastalık olarak algılamamızı istiyor sanki.

Medyanın gör dediği

Sistemin çarpıklığından bahsederken, medyanın rolünü es geçemeyiz. Gilroy, reyting uğruna şiddet pompalayan haber bültenlerini topa tutarken, bunun da arz-talep meselesi olduğunun altını çiziyor ve tüm suçu medyanın üzerine atmamaya özen gösteriyor. Toplum şiddetle besleniyor. Polisle girilen silahlı çatışmalar, kazalar, cinayetler vb. olaylar toplumu yakından ilgilendiriyor. Ancak kimsenin -kendi başına gelene kadar- gerçekle ilgilendiği yok. Bu açığın farkında olan medya da gerçeği manipüle edip sunmakta sakınca görmüyor. Toplumu yönlendiren medya, neyi görmemizi isterse onu görüyoruz ve dolayısıyla da tıpkı Lou Bloom gibi anti-kahramanların çarpık başarı öyküleri doğuyor.

Son söz: Yozlaşmış insanlar ve yerel medya aracılığıyla bizleri Los Angeles’ın karanlık yüzüyle tanıştıran Gilroy, incelikle ördüğü hikayesiyle kolay kolay unutulmayacak bir sistem eleştirisi sunuyor. Şüphesiz ki, gücünü senaryosundan ve Jake Gyllenhaal’ın Oscar’a göz kırpan performansından alan Nightcrawler, Gilroy’un kamera arkasındaki işçiliğiyle iyice parlıyor. 9\10