29 Mart 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #20 The Stendhal Syndrome


Suspiria, Inferno, Profondo Rosso gibi iz bırakmış korku filmleriyle tanınan türün ustalarından Dario Argento'nun daha az bilinen ve düşüşe geçtiği döneme denk gelen çalışması The Stendhal Syndrome'da; tecavüzcü bir seri katilin peşine düşen dedektif Anna Manni'nin Floransa'daki Uffizi Müzesi'nde bu sapık tarafından tuzağa düşürülmesi ve daha sonra da kaçırılmasıyla gelişen ve ilginç noktalara varan bir polisiye hikaye anlatılıyor.

Kadın dedektiflerin merkeze yerleştirildiği polisiyelere pek rastlamıyoruz. Bu anlamda The Stendhal Syndrome önemli bir örnek denilebilir. Tabi dedektif karakterimizin avcıyken av durumuna düşmesi, kadına yine kurban rolü biçilmesi sonucuna götürüyor bizi. Argento filmlerinde kurbanlar zaten çoğunlukla kadındır. Ana karakter bir dedektif olsa da bu durumun değişmediğini görüyoruz. Dedektifimizin Stendhal Sendromu'na yakalanması hikayenin çekiciliğini artırırken, estetik açıdan hep hatırlanacak bir polisiye filmin doğuşunu olanaklı kılıyor. Film, ilk dakikasından başlayıp son anına dek merak duygusunu ve gerilimi ayakta tutan, diğer Argento filmlerinde olduğu gibi kanlı sahnelerle bezeli ve doğa üstüne de göz kırpan şaşırtıcı bir deneyim. Korku\gerilim\polisiyenin yanı sıra resim\heykel\mimari gibi sanat dallarına da ilgi duyuyorsanız Stendhal Sendomu tam size göre. Filmin aksayan tek yönü oyunculukları diyebiliriz. Daria Argento'nun kızı Asia Argento, Anna Mannia rolü ile tatmin etse de diğer oyuncular vasatı aşamadığını söyleyelim.

Stendhal Sendromu'nun Uffizi Müzesindeki açılış sekansı görmelere seza. Anna Manni müzeyi gezmeye başlıyor ve resim sanatının en gözde örneklerinden oluşan koleksiyona baktıkça fenalaşıyor ve tabloların içinde kayboluyor, bir çeşit kabus görüyor. Argento, Rönesans ve Barok tabloları birer gerilim öğesine dönüştürüyor. Filmin bütününde gerilime hizmet eden Ennio Morricone'nin ezgileri bu sahneyi unutulmaz kılıyor.

Son söz: 90'lı yılların bu az bilinen polisiyesini türü seven herkese tavsiye ediyorum.  8\10

Not. Fransız yazar Stendhal, 1817 yılında Floransa'daki Santa Croce kilisesini ziyaret eder ve sanat eserlerini gördüğünde kendinden geçer. Sanat eserleri karşısında heyecana kapılmak, yanılsamalar görmek ve baygınlık geçirmek gibi semptomları olan bu hastalık daha sonraları Stendhal Sendromu olarak adlandırılmıştır.

27 Mart 2015

Üç perdelik şiddet gösterisi: The Passion of the Christ


Mel Gibson’ın üçüncü yönetmenlik çalışması The Passion of the Christ, gösterime girdiğinde içerdiği yoğun şiddet sebebiyle büyük tartışmalar koparmıştı hatırlarsanız. Üzerinden 10 yıl geçen filmi tekrar gördüğümde, düşüncelerimi yazma ihtiyacı hissettim. Ve açıkça söylemek istiyorum ki; Gibson’ın Hz. İsa’nın son 12 saatini ele aldığı The Passion of the Christ, sinema tarihinin en gereksiz uyarlaması.

İyi fikirlerle yola çıkılmış oysaki

Hz. İsa, sinemaya sayısız kez konuk oldu. Dini epik dediğimiz türün en önemli figürüydü. Hala da öyle.. İsa filmleri Jesus Christ Superstar ve The Last Temptation of Christ gibi ayrıksı filmler dışında büyük oranda İncil’e sadık uyarlamalarla çıktı karşımıza. Buradan baktığımızda Gibson’ın İsa’nın son 12 saatini anlatma girişimi takdir edilesi. Filmin süresini de hesaba katınca detaylara inme şansı yakalanacağını düşünmemiz olası. Son 12 saatin flashback sahneleriyle desteklenmesi de kağıt üzerinde iyi bir fikir gibi görünmesine karşın uygulamada filme pek bir katkısı olmadığını söyleyebiliriz.

Gibson, filmi ‘Zeytin Dağı’nda Dua’ sahnesiyle açıyor. Burada diğer uyarlamalardan hemen ayrılıyor. Şeytan’ın ortaya çıkışı, dua eden İsa’ya yanaşması ikonografinin dışına çıkılması bir artı diyebiliriz. Tarihi veya dini epiklerde İngilizce konuşulması da eleştiri konusudur. Bu açıdan The Passion of the Christ’te karakterlerimizin Aramice konuşması anlamlı. Ama Ne var ki, kullanılan dil, sanat ve görüntü yönetimi gibi teknik ayrıntılar, Gibson’ın az sonra üzerinde duracağımız tutumu nedeniyle okyanusta bir damla olmaktan öteye gidemiyor.

3 perdelik şiddet gösterisi

Gibson, filmin açılışında Yeşaya’dan yaptığı “Günahlarımız için o yaralandı. Suçlarımız yüzünden ezildi.” alıntısı ile hazır olun mesajı veriyor adeta. Şiddet, İsa’nın yakalanma anından başlıyor. İsa’nın suçlanma sürecinde, Vali Pilate’in onu önce suçsuz bulması, halkın baskısı sonucunda ağır kırbaç cezası vermesi, filmin şirazeden çıkmasına sebep oluyor. Öncelikle, bu uzun kırbaçlanma sahnesi nasıl peydah oldu? Pilate’in İsa’nın hayatta kalmasını sağlamak için bazı adımlar attığını biliyoruz. Ve bu adımlar arasında kırbaçlama cezası da olabilir pekala. Diğer uyarlamalarda bir iki kırbaçla geçiştirilen veya hiç gösterilmeyen sahnenin varlığını, İsa'nın son 12 saatinin anlatılıyor oluşuyla açıklamak mümkün değil. Sadist Romalı askerlerin kahkahaları eşliğinde, halkın önünde önce ince-uzun sopalarla ardından da ucu kancalı bir kırbaçla cezalandırılan bir İsa izliyoruz. Eğer amacınız kırbaçlandığını göstermekse bunu ivedilikle yapabilirsiniz. Buradan varacağımız nokta ise Gibson’ın filmini şiddet gösterisine çevirerek, çarmıha giden yolu istismar ederek; sansasyon yaratıp maddi kazanç sağlama amacıyla kullandığıdır. Daha da ileri gidip, Gibson'ın işkenceyi neredeyse bir şova dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. “İsa, bizim günahlarımız için acı çekti” söylemini tam anlamıyla istismar etmiş. Bunu filmin her anında görmek mümkün. İsa’nın başına dikenli taç takılma sahnesi de oldukça acımasız. Zaten filmin tamamı tahrik edici ve inanç meselesine olabildiğince uzak.

İsa’nın çarmıhını sırtlanıp Golgota’ya yaptığı yolculuk için şiddet gösterisinin ikinci perdesi diyebiliriz. Yürümeye mecali kalmamış İsa, düşe kalka yoluna devam etmeye çalışıyor. Gibson yine sahneyi uzatmak için elinden geleni ardına koymuyor. Seyirci de artık, İsa’nın çarmıha gerilip, ölmesi ve filmin de bitmesi için yalvarır hale geliyor. Üçüncü perdede ise çarmıhta mızraklanarak karnı deşilen bir İsa izliyoruz. Bir Tarantino filmindeymişçesine İsa’nın bedeninden fışkıran kanlar, Gibson’ın nefretini kusmasından başka bir şey değil.

Yahudilerin rolü üzerine...

Öncelikle Amerika gibi Yahudi lobisinin çok güçlü olduğu bir ülkede böyle bir film çekilmesinin şaşırtıcı ve aynı zamanda cesaret isteyen bir iş olduğunu söyleyelim. Ancak cesaretinden dolayı Gibson'ı takdir edecek değiliz. Şimdi Hristiyanlar ile Yahudiler arasında asırlardır süregelen teolojik anlaşmazlıkların çıkış noktasının çarmıh olayı ve Roma İmparatorluğu'nun Hristiyanlığı kabul etmesi sonrasında yaşanan süreç olduğunu biliyoruz. Peki, İsa'nın suçlanması ve onu çarmıha götüren süreçte hangi taraf suçluydu veya daha suçluydu? Araştırmalara baktığımızda çarmıhın Roma usulü bir ceza yöntemi olmasından tutun söz sahibinin ve uygulayıcının Roma olması gibi etkenler ışığında cevabın netleştiğini görüyoruz. Filme dönüp baktığımızda Yahudi Ruhban sınıfının asıl sorumlular olarak gösterildiğini, daha da ileri gidilerek tüm Yahudi ırkının hedef tahtasına yerleştirildiğini söylersek abartmış olmayız. Özetle Hristiyanların, Yahudilerin İsa'yı öldürdükleri tezinin kendilerine göre haklı gerekçeleri olabilir ancak koyu bir Hristiyan olduğunu bildiğimiz Gibson'ın böylesine hassas ve de kesinliği olmayan bir tarihi olayı taraflı ve kötü niyetli bir yaklaşımla seyircinin gözüne sokarak işlemesi bir cesaret göstergesi değildir. Amacın sanatsal bir üretim olmadığı açıktır.

Son söz: Kimse Mel Gibson'ı ve filmi savunmaya geçmesin! Sahi istismar filmleri ne zamandır savunuluyor ki? 1\10

23 Mart 2015

60'lı yılların en iyi 10 bilimkurgu filmi


Bilimkurgu sineması, kendi iç dinamikleri, çağının toplumsal olaylarının etkisi ve teknolojik atılımlarla tematik ve biçimsel anlamda sürekli değişim geçiren bir tür. 60’lı yıllarda korku sinemasıyla birlikte atılım yapan, kendisini bulan başlıca tür konumunda bilimkurgu. 50’li yıllarda Soğuk Savaş’ın etkisiyle uzaylı istilası filmleri ve türlü kıyamet senaryosunun hayata geçirildiği distopik bilimkurgularda yaşanan patlama, türün gelişiminde önemli bir basamaktı. 60’larda azalarak devam eden Soğuk Savaş etkisini bir yana bırakırsak, bilimkurgu edebiyatından yapılan The Time Machine, The Last Man on Earth, Fahrenheit 451, The Face of Another, Planet of the Apes gibi uyarlamalar ve Fantastic Voyage, Seconds gibi özgün yapımlarla tematik anlamda 50’li yıllara oranla çeşitlilik yakalanabildi bu dönemde. Bilimkurgu janrına uzak isimler Jean-Luc Godard’ın Alphaville’i, Alain Resnais’in ise zaman yolculuğu temalı romantik filmi Je t’aime Je t’aime’i, önemli yapımlar olmasa da türe farklı anlayışlar kazandırması açısından katkı yapan işler oldu.

Bilimkurgu sinemasının gerçek manada miladı ise hep söylediğim gibi 1968’di. Türe yeni açılımlar kazandırmakla kalmayıp, kökten bir dönüşüm başlatan başyapıtlar 2001: A Space Odyssey ve Planet of the Apes’in vizyona girip, hem eleştirel hem de gişe başarısını yapımcılarına tattırması türün önünü açtı. Ancak daha önemli bir şey var. O da bilimkurgunun bu dönemde derinlik yakalamasıydı. Bilimkurgu algısı yaratmayan ve çok ses getirmeyen The Face of Another, Seconds gibi başyapıtlar felsefi bilimkurgu eğilimi başlatacak güçte olmasalar da öncü veya haberci diyebileceğimiz filmlerdi. 2001: A Space Odyssey ve Planet of the Apes ise sinemaseverlerin bilimkurguya bakışını değiştirdi ve altın çağı müjdeledi.

50’lerde uzaydan gelen istilacılar bilimkurguya konu edilirken, 60’larda insanoğlunun uzaya yaptığı yolculuklar onun yerini almaya başladı. Robinson Crusoe on Mars (1964), Journey to the Far Side of the Sun (1969), Countdown (1969), Marooned (1969) kısmen önemli örnekler.

Kısa film olduğu için La Jette değerlendirme dışında tutulmuştur.

1- 2001: A Space Odyssey (1968)
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2011/11/2001-space-odyssey.html


2- Planet of the Apes (1968)


3- Seconds (1966)


4- Dr. Stranglove (1964)

5- The Face of Another (1966)

6- Barbarella (1968)

7- Fantastic Voyage (1966)
http://birzamanlarsinema.blogspot.com.tr/2014/04/fantastic-voyage.html


8- Village of the Damned (1960)


9- Fahrenheit 451 (1966)


10- The Last Man on Earth (1964)

19 Mart 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #19 Dr. Stranglove


Stanley Kubrick'in Peter George'un 'Red Alert' romanını alıp ona yeni bir hüviyet kazandırma çabası bir bilimkurgu klasiğinin doğuşunu sağladı. Küba Krizi sebebiyle Soğuk Savaş'ın en can alıcı yılı kuşkusuz 1963'tü. Bu açıdan Kubrick'in tam adı Dr. Stranglove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb olan ve nükleer kıyameti işaret eden filminin zamanlamasının harika olduğunu söyleyebiliriz. Amerika-Rusya arasındaki Soğuk Savaşı hiçbir film Dr. Strangelove kadar acımasız ve bir o kadar da komik anlatamazdı. Ancak Kubrick gibi bir sinemacı buna cesaret edebilir ve başarılı olabilirdi bana kalırsa. Soğuk savaş paranoyasının 50 ve 60'lar bilimkurgusunu esir aldığı dönemin göbeğinde, akılını kaçıran bir subayın, kıyameti getirebilecek nitelikte bir bombayı ateşlemesi sonrasında yaşanan kaotik ortamı bir güldürü havasında işlemek tam da Kubrick'ten beklenebilecek zekice bir hamleydi diyebiliriz özetle. 

Film, insanoğlu kaderini teknolojinin ellerine bıraksa da insan faktörünü devre dışı bırakamaz söylemiyle kötücül bir sona ulaşıyor. Üç farklı karaktere can veren Peter Sellers'ın kompozisyonu ise bu kara mizah başyapıtının en leziz ayağını oluşturuyor denilebilir. Nükleer silahlanma yarışının varabileceği noktayı göstermesi ve bunu ele aldığı konuyu hicvederek yapması Dr. Strangelove'ı türdeşlerinden ayırıyor. Kubrick'in yazar ekibiyle uyarlama sırasında yaptığı değişiklikler, usta işi diyaloglar ve karakter yaratmadaki üstün başarısı 60'lı yıllar bilimkurgu sinemasının en kıymetli filmlerinden birinin ortaya çıkmasını sağladı. Dr. Strangelove'daki yönetmenliğiyle Kubrick de En İyi Yönetmen kategorisinde ilk kez Oscar adaylığı elde ettiğini de not düşelim.

16 Mart 2015

Deneysel Epik: Valhalla Rising


Yakın zamanda Hollywood’un kanatları altında çektiği ve büyük bir başarı yakalayan suç filmi Drive ile tanıdığımız, -son filmi Only God Forgives ile de çokça eleştirilen- Danimarkalı sinemacı Nicholas Winding Refn’in yükseliş dönemini imleyen epik denemesi Valhalla Rising; yönetmenin deneysel sularda yüzdüğü ve sırtını simgesel anlatıma dayadığı, ne olup bittiğini idrak etmenin ve yorumlamanın oldukça zorlayıcı bir edime dönüştüğü filmlerden… Genel olarak bahsettiğimiz sebeplerden ötürü pek beğenilmeyen Valhalla Rising’i öneri listeme eklememin başlıca nedeni ise gerçek bir keşif değeri taşıması ve sinemada farklılık arayan arkadaşların ilgisini çekeceğini düşünmemdir.

Hristiyanlığın Avrupa’da yayılmaya başladığı ve Paganlarla savaşın sürdüğü bir 11. yüzyıl portresi çizen Renf, filmin merkezine de Tek Göz adlı dilsiz bir savaşçıyı yerleştiriyor. Yıllarca tutsak olarak Normanların esaretinde, sonu ölümle biten dövüşlere sokulan ve hiç kaybetmeyen Tek Göz’ün özgürlüğünü kazanmasıyla birlikte yolu kendilerini Tanrıya adayan Hristiyan Vikinglerle kesişmesi ve birlikte kutsal topraklara doğru çıktıkları yolculuğun onları Cehennem olarak adlandıracakları yabancı topraklara sürüklemesi hikayenin ana hatları denilebilir.

Refn’in sembolik anlatısını çözmek ve tam olarak ne anlatmak istediğine vakıf olabilmek bir hayli zor. Yine de parçaları birleştirdiğimizde bir yerlere varabiliyoruz. Refn’in, Paganların söylemleri ve Hristiyanlığı kabul eden Vikinglerin eylemleri üzerinden bir Hristiyanlık eleştirisine soyunduğu kanısına varabiliriz. Kutsal topraklara ulaşıp tanrının arzusunu gerçekleştirme amacının Cehennem olarak adlandırılan topraklarda hüsranla son bulması ve bu amaca körü körüne bağlanan karakterlerimizin, her olumsuzlukta tanrısal  bir  açıklamayla yönlerini bulmaya çalışmaları veya kendilerine hemen yeni bir amaç edinmeleri bahsettiğim eleştirel tutuma iyi bir örnek diye düşünüyorum. Kutsal topraklara yapılan yolculuğun motivasyon kaynaklarına baktığımızda en dikkat çekici olanının “zenginlik” düşüncesi olduğunu görüyoruz. İşler sarpa sardığında amacından sapabilen, benim tanrım yok diyebilen yeni Hristiyanlar olarak çiziliyor Vikingler. Tabi burada eleştirilen Vikingler değil, Hristiyanlık ve onun da üzerinde din olgusu denilebilir. Açılışta beliren “Başlangıçta sadece insan ve doğa vardı”, “İnsanoğlu haçlarıyla geldi ve kafirleri sürdü”, “Dünyanın sonuna kadar..” ifadeleriyle din olgusunun bırakın dünyayı daha iyi bir yer yapmayı; savaşlara, kıyıma ve nedensiz kötülüklere yol açtığı gibi fikirlerin savunulduğunu söyleyebiliriz.

Yönetmen Refn, formalist bir sinemacı. Biçimi, içeriğin önünde tuttuğu veya en az içerik kadar önemli bir unsur olarak gördüğü çok açık. Görsel anlamda genelde benzersiz işler ortaya koyuyor. Valhalla Rising’de ani renk değişimleri -aralara giren keskin kırmızı tonlar- dikkat çekici mesela. Yönetmenin özellikle bu filmde biçimi birinci planda tutup, hikayesini de az diyalogla, imgelerle anlatması ve farklı okumalara açık bırakması gibi nedenlerle seyirciye ulaşamadığını düşünüyorum. Ancak Valhalla Rising’in bir atmosfer filmi olduğu unutulmamalı. Kuzey ülkelerinin soğuk, puslu iklimini ve coğrafyasını, bir o kadar soğuk karakterler ve 11. yüzyılın dünyasında kusursuz bir şekilde resmeden Refn, farklı bir sinemacı olduğunu filmin her anında belli ediyor.

Valhalla Rising’e tür kapsamında bakarsak yine dumur olmamız garanti. Refn, epik film şablonunu kullanmadığı gibi türün bariz özelliklerine de yüz çevirmiş. Ana karakterimiz dilsiz savaşçı Tek Göz’ün neyi\kimi simgelediğinin belirsizliği veya seyircinin özdeşleşeceği klasik bir epik film kahramanı olmaması, filmin episodik bir anlatısının ve sürreal bir yapısının olması aklıma ilk gelen ayırt edici noktalar. Kısaca “deneysel epik film nasıl olur?” sorusunun cevabı niteliğinde bir çalışma diyebiliriz. 8\10

11 Mart 2015

47. SİYAD Ödülleri açıklandı


Erkal Sinema yazarları derneği (SİYAD) ödülleri 47. kez dağıtıldı. Beklendiği gibi Altın Palmiye ödüllü Kış Uykusu geceyi domine etti. En iyi film ve yönetmen dahil 6 ödülle taçlandırıldı Kış Uykusu. Sinemamızın 100. yılı sebebiyle En İyi 10 Türk filmi de belirlendi.

- En İyi Sanat Yönetimi: Soydan Kuş - Unutursam Fısılda

- En iyi kurgu: Yorgos Mavropsaridis - Sivas

- En İyi Yabancı Film: Two Days One Night

- En İyi Görüntü Yönetimi: Gökhan Tiryaki - Kış Uykusu

- En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Performansı: Lale Başar - Köksüz

- En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Performansı: Ayberk Pekcan - Kış Uykusu

- En İyi Müzik: Kenan Doğulu - Unutursam Fısılda

- Cahide Sonku En İyi Kadın Oyuncu Performansı: Melisa Sözen - Kış Uykusu

- En İyi Erkek Oyuncu Performansı: Haluk Bilginer - Kış Uykusu

- Mahmut Tali Öngören En İyi Senaryo: Deniz Akçay - Köksüz

- En İyi Yönetim: Nuri Bilge Ceylan - Kış Uykusu

- En İyi Film: Kış Uykusu  

- Onur ödülleri:  Attila Özdemiroğlu, Nebahat Çehre, Yavuz Turgul, Genco Erkal

 100 yılın en iyi 10 Türk filmi

1) Umut - Yılmaz Güney
2) Yol - Şerif Gören
3) Sevmek Zamanı - Metin Erksan
4) Anayurt Oteli - Ömer Kavur
5) Vesikalı Yarim - Ömer Lütfi Akad
6) Muhsin Bey -  Yavuz Turgul
7) Sürü – Zeki Ökten
8) Selvi Boylum Al Yazmalım – Atıf Yılmaz
9) Masumiyet - Zeki Demirkubuz
10) Bir Zamanlar Anadolu'da- Nuri Bilge Ceylan

9 Mart 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #18 Immortal Beloved


Klasik müziğin, çağdaşı Mozart ile birlikte en büyük müzikal dehalarından biri olarak kabul edilen Ludwig van Beethoven’ın, hayatının Bernard Rose tarafından peliküle aktarıldığı biyografik film Immortal Beloved; usta bestecinin yazdığı gizli mektupların ölümünün ardından ortaya çıkmasını konu alıyor. Yola, yeni bir Amadeus yaratmak için çıkıldığını söyleyebileceğimiz film, Amadeus’ta olduğu gibi sanatçıyı ölümünün ardından ve başkalarının gözünden anlatmayı deniyor. Sekreteri ve arkadaşı Anton Schindler’in bestekarın odasında müziğinin ve mülkünün tamamını “Immortal Beloved” (ölümsüz aşkım) dediği bir kadına bıraktığını açıkladığı bir mektup bulması üzerine, bu son isteği yerine getirme çabası biyografinin odak noktası haline geliyor. Film de bu noktada Orson Welles başyapıtı Citizen Kane’de Kane’in son sözleri olan ‘Rosebud’un ne olduğunun açığa çıkarılma arzusuyla hareket edilmesini, Beethoven’ın ölümsüz aşkım dediği kadının kim olduğu sorusuyla değiştirerek, onu tanıyan insanların bakış açılarından, flashback sahneleriyle ilerleyen bir biyografi modeliyle Beethoven’ın hayat hikayesini anlatmaya koyuluyor.

Immortal Beloved, Beethoven’ın müzikal kariyeri ve eserlerini ikinci plana atması sebebiyle büyük bir fırsat kaçırmış. Özel hayatına odaklanılması dramatik açıdan sağlam bir film çıkmasını sağlarken, Beethoven’ı Beethoven yapan sanatın hangi koşular altında, nasıl bir motivasyonla üretildiğini, onun çalışma yöntemlerini, sağır olduktan sonra en önemli eseri 9. Senfoni’yi nasıl bestelediğini ve genel olarak da sağırlığının sanat yaşamı üzerindeki etkilerini (bir iki sahne ile geçiştirilmiş) göremiyoruz. Daha da önemlisi Bethoven’ın işi sebebiyle en önemli duyu organının işlevsizleşmesini nasıl karşıladığı gibi önemli ayrıntıların es geçilmesi filmin eksileri. Buna karşın sanatçının olumsuz özelliklerinin yansıtılması, filmin sanat yönetimi ve Gary Oldman’ın Beethoven yorumu Immortal Beloved’ı ortalamanın üzerinde bir Beethoven biyografisi yapmaya yetiyor. 2006 yapımı bir diğer Beethoven biyografisi Copying Beethoven’dan çok daha iyi bir iş olduğunu not düşelim.

5 Mart 2015

‘Hayat Ağacı’nın köklerinde: The Tree of Life


Usta sinemacı Terrence Malick’in Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ödülüyle döndüğü beşinci filmi The Tree of Life, yönetmenin belki de en kişisel çalışması. İncil öğretilerinden beslenen, doğumu, ölümü, hayatı, kısacası varoluşumuzu sorgulayan ve bunu da üç farklı zaman dilimine uzanıp, hipnotik bir sinema diliyle beyazperdeye taşıyan Malick, uhrevi bir başyapıta imza atmış. Yönetmenin sinemasına aşina olanların dahi okumakta zorlanacağı alt metinlerle dolu olan film, benzerine kolay kolay rastlayamayacağımız türde sinemasal bir deneyim vadediyor.

Seçimlerimiz kaderimizi belirler

Malick, filmin başında hayatta iki tür yol olduğunu ve bunlardan birisini seçmemiz gerektiğini söylüyor: Doğanın yolu ve inayetin yani iyiliğin, erdemin yolu… 1950'li yıllarda üç çocuklu bir aileyi merkezine alan yönetmen, doğanın yolunu seçen baba ile inayetin yolunu seçen annenin, bu prensipler doğrultusunda yaşamlarının ne yöne doğru gittiğine ve çocuklarının yaptığı-yapmak zorunda olduğu seçimler üzerinden hem sistemi eleştiriyor hem de doğal seleksiyonun bugün de devam ettiğinin altını çiziyor. Babasının yolundan giden büyük oğul ayakta kalabilmek için acımasız olmayı öğreniyor ve yetişkin bir birey olduğunda sistemin işleyen bir parçası olmayı başarıyor. Ne var ki, geçmişine, çocukluğun masumiyetine duyduğu özlemi dindiremiyor. Ayakta kalmak, başarılı olmak onu mutlu bir birey yapmıyor. Annesi gibi inayeti seçen ortanca oğul ise gençliğinin baharında ölüyor. Böylelikle Malick, evrimin en önemli mekanizması olan doğal seleksiyonun, güçlü olanın hayatta kaldığı doğa yasasının halen geçerliliğini koruduğuna ve de insanoğlunun evriminin sürdüğüne işaret ediyor.

Teistik evrim modelini savunuyor

Malick, evrenin oluşumunu, dünyanın ilk evrelerini ve hayatın doğup serpilişini görselleştirdiği bölüm başta olmak üzere genel olarak evrimci bir bakış açısına sahip. Ancak karakterleri aracılığıyla tanrı arayışını, tanrıya yakarışını dillendirmesi ve İncil’den yaptığı alıntılarla da bunu desteklemesiyle Evrim teorisi’nde tanrıya yer açan cenah içinde olduğunu belli ediyor. Teistik evrim denilen yaratılışı evrimle açıklayan modeli kendisine düstur ediniyor yönetmen. Bu noktada, İncil’den yapılan alıntılar ışığında filmin dinlere bakışına da değinmek gerekiyor. Yaratılışı evrimle açıklıyorsa neden İncil’den alıntı yapıyor ya da odağına aldığı O’Brian ailesi neden muhafazkar Hristiyan gibi sorular türetilebilir. Elbette hepsinin açıklaması var. İlk olarak yönetmenin İncil öğreti ve hikayelerini besleyici bir kaynak olarak görüp kullandığını varsayabiliriz. Darren Aronofsky’nin The Fountain’de Adem ve Havva hikayesini bir mit gibi görüp, onu evrimci bir yaklaşımla filmine yerleştirmesinin bir benzerini Malick’in de The Tree of Life’da uyguladığını söyleyebiliriz. Karakerlerimizi Hristiyan olması ise Teizmin dinlere yaklaşımı ve Teistik evrimin din-bilim çatışmasını kabul etmemesiyle önemsiz bir ayrıntı olarak kalıyor. İnayet vurgusunun önemi burada bir kez daha ortaya çıkıyor. İnsanoğlunun iyilikle, sevgiyle kurtuluşa ereceği mesajı veriyor Malick.

Varoluşçu damarı çok güçlü

Çocuğunu kaybeden annenin, seçimini inayetten yana kullandığından, bu acı olay sonrasında çekeceği acıya ve kaderine razı gelmesi kaçınılmaz. Ancak bu kabullenme hali, kendi varlığını, yaratıcısını ve hayatını sorgulamasına da mani değil. “Tanrım neden?” gibi klasik yas süreci sorularının ardından gelen “Senin için biz kimiz?” suali, doğrudan yaratılış amacımızı sorguluyor. Tanrı için ne ifade ettiğimiz üzerine düşündürmesinden ziyade, daima kendi penceremizden bakarak cevaplamaya çalıştığımız varoluş amacımızın ne olduğu, hayatın anlamını nerede ve nasıl bulacağımıza yönelik sorulara alternatif ve daha önce sorulmamış başka bir soruyla yaklaşmamızı öneriyor. Malick’in farkı da burada ortaya çıkıyor. Yönetmen, hayatın içinden en sıradan anları resmediyor, insan ve doğa manzaraları sunuyor, klasik müzik kullanıyor, ışık-gölge oyunları yapıyor. Ve tüm bunlar son bölümde doruk noktasına ulaşan mistisizmle The Tree of Life’ın varoluşçu damarına hizmet ediyor.

Yeniden doğuş üçgeni

İnsanoğlunun evrimini, insanın doğuşundan uzay çağına uzanışına değin inceleyen 2001: A Space Odyssey, içeriğinin yanı sıra biçimi ve anlatısıyla da günümüz sinemasını derinden etkilemeyi sürdürüyor. Kubrick’in destanında olduğu gibi hikayesini üç bölümde, farklı zaman dilimlerinde ve büyük zamansal sıçramalarla anlatmaya koyulan Malick, lineer akışı tercih etmeyerek bir başka 2001 temsili sunan The Fountain’e yakın durduğunu belli ediyor. Üç farklı zamanda birbiriyle sıkı sıkıya bağlı üç hikayeyi iç içe geçirerek anlatma düşüncesi, Malick sineması ve anlatısına daha uygun olduğundan yönetmen de seçimini bu yönde kullanmış. Bunu da özgün minimalist tarzı ve yaratıcı bir kurgu anlayışıyla örnek aldığı işlerden sıyrılmayı başararak uyguladığını söylememiz lazım. Farklı şekillerde olsa da yaratılıştan beslenip evrime bakan, bunu da üç parçalı anlatılarıyla yapan filmlerimiz; felsefeleri, hikayeleri ve yaklaşımlarıyla birbirlerinden ayrılıyor. Ancak her biri, yeniden doğuş düşüncesiyle üçgenin bir köşesini oluşturuyor. 2001’de Bowman’ın yıldızçocuğa evrilmesi, The Fountain’de İzy’nin bir ağacın bedeninde yeniden doğması ve The Tree of Life’da da insanların yeni ve ebedi hayatlarına kavuşmak için hazırlanması, filmlerin temel aldıkları evrim meselesini farklı bir ucundan yakaladıklarını gösteriyor.

Terrence Malick sinemasının doruk noktası

Doğayı bir belgeselci gerçekçiliği ve doğallığıyla sunuşu, karakterlerinin sıklıkla iç sesleriyle dertlerini anlatışı ve genellikle de karakterleriyle aramıza bir mesafe koyması gibi artık kemikleşmiş özellikleriyle tanıdığımız Malick, The Tree of Life ile yeni bir sürece girdi diyebiliriz. Hayatından da izler taşıyan bu filmle, yönetmenin oldukça kişisel bir eser ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Son filmi To the Wonder’da elinin ayarını kaçırmış olmasına karşın The Tree of Life’da, o hep bahsettiğimiz şiiirsel tonu, hipnotize edici bir anlatı, dumura uğratan bir kurgu anlayışı ve müzik kullanımıyla bir araya getirip yönetmenlik sanatının en kusursuz icraatlarından birini sunuyor Malick. Simgesel anlatının olanaklarını zorlayarak, artık seyircisinden çok daha fazlasını istiyor yönetmen.

Son söz: The Tree of life, Malick’in erdiğinin ispatı… 10\10

2 Mart 2015

The Tale of the Princess Kaguya 13 Mart'ta Vizyonda!


Bizleri Ruhların Kaçışı’ndan, Prenses Mononoke’ye heyecanlı pek çok hikâyeyle tanıştıran ünlü Japon animasyon şirketi Studio Ghibli’nin şu ana kadarki en sıra dışı projesi olan Prenses Kaguya Masalı, efsane yönetmen Isao Takahata’nın 8 yıllık emeğinin ürünü. 87. Oscar Ödülleri’ne “En İyi Animasyon” dalında aday gösterilen film, “Bambucu Masalı” ismindeki ünlü Japon masalından beyazperde aktarıldı.

Bir zamanlar, fakir bir orman köyünde yaşlı bir oduncu yaşarmış. Geçimini kestiği bambuları satarak kazanan oduncunun, yaşlı karısından başka kimsesi yokmuş. Yine bir gün ormanda bambu kesmekle uğraşırken yerden bir bambunun filizlendiğini ve çabucak büyüdüğünü görmüş. Merakla bambunun yanına gidince, bambunun tomurcuklanıp açıldığını ve içinden minik bir prenses çıktığını fark etmiş. Şaşkınlık içindeki oduncu bu minicik prensesi evine götürmüş. Avcunun içinde sakladığı prensesi karısına gösteren oduncu, prensesin birdenbire bir bebeğe dönüştüğünü görünce şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacakmış! Diğer bebeklerden farklı olan bu bebek, hızla büyüyerek oduncunun bambu filizinin içinde görmüş olduğu prensese dönüşmüş - ama bu kez gerçek boyutlarda! Yıllar geçerken, küçük prensese öz çocukları gibi bağlanan oduncuyla karısının aklında tek bir soru varmış: Bu güzeller güzeli kız aslında kimdir ve nereden gelmiştir?

Dış basında çıkan yorumlar

Los Angeles Times: "Filmi herkes için sevilebilir kılan şey, film izleyenlerde bıraktığı bir boyama kitabını okuyormuş hissi bırakan sulu boya tekniği. Takahata ve ekibi Kaguya dünyasında doğanın her parçasına; coşkulu akan nehirler, neşeyle öten kuşlar ve bir bambunun içinde uğuldayan rüzgârlara sık sık yer veriyor. ”

Variety: “’Kaguya’ Japonca’da “parlamak” anlamına geliyor. Filmin her anı ise parlaklıkla karanlık arasında farklılığa dikkat çeken bir tekniğe sahip. Joe Hisaishi’nin halk ezgilerinden izler taşıyan mükemmel müzikleri de bu ayrımın hissedildiği önemli parçalarından.”

Slant: “Yumuşak renk kullanımı, eğlenceli anlar, karakterlerin ve onların içerisinde bulundukları çevrenin temiz hatlarla çizilmesi ve çiçek bahçelerinin, floraların ve faunaların sürekli yakın planlarla gösterilmesi filmin ana konusun olan dünyada yaşamın ne kadar güzel olduğunu gözler önüne seren harika seçimler.”

Entertaintment: “Takahata ve Studio Ghibli’nin hayal dünyası, animasyonların yalnızca çocuklar için olmadığını ve evrensel değerler taşıdığını bir kez daha gözler önüne seriyor.” 

Yönetmenin Düşünceleri 

55 yıl önce bu hikâyenin, dönemin en iyi yönetmenlerinden Tomu Uchida tarafından Toei Animation için yapılması planlanıyordu. Yönetmen, şirkette çalışan herkesten bir senaryo yazmasını istemişti fakat ben bir senaryo yazmak yerine bu ilginç masala giriş niteliğinde olan Prenses’in ayda ayrılırken babasıyla konuştuğu sahneyi yazdım. Film, asla çekilmedi. 

Prenses’in Ay’da işlediği suç neydi ve verdiği “babasına verdiği söz”ün ya da “Ay Ülkesi’nde verdiği söz”ünün nasıl bir bağlayıcılığı vardı? Bu dünyaya cezalandırılmaya gönderildiyse cezası sonradan neden kaldırıldı? Peki, Prenses bu karardan neden memnun olmamıştı? Ay gibi saf bir gezegende nasıl bir günah işlenebilirdi? Prenses Kaguya, Dünya’ya neden gönderilmişti? 

O zamanlar bu soruların cevaplarını bulduğuma inanıyordum ama projeyi yeniden elime aldığımda geride kalan yılların tozu, “babasına verdiği söz”ün üzerini kaplamıştı. Tüm bu soruların cevaplarını bulduğum sahneyi hatırladığımda ise, bu sahneyi filme koymamaya karar verdim. Prenses Kaguya, seyircinin empati kurabildiği bir karakter olabildiği miktarda izleyicinin kalbinde yer edinecektir.

1 Mart 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #17 From Hell


"Tarihe bakıldığında 20. yüzyılı benim başlattığım görülecektir" diyen 19. yüzyılın son çeyreğinde Londra'da birtakım seri cinayetler işleyen ve kendisine "Karındeşen Jack" adı verilen tarihin en meşhur seri katilinin kurgusal hikayesinin anlatıldığı From Hell (Cehennemden Gelen), Alan Moore'un bir çizgi-roman şaheseri olarak görülen aynı adlı eserinden sinemaya uyarlandı. Filmin yönetmen koltuğunda ise bu film dışında kayda değer bir başarıları olmayan Albert ve Allen Hughes kardeşler oturuyor.

From Hell, için polisiye örgüye sahip bir dedektiflik hikayesi diyebiliriz. Ana karakterimiz Fred Abberline yöntemleriyle filme sürreal bir nitelik taşıyor. Afyon çekip, kendini kaybettiğinde üçüncü gözü Karındeşen Jack'in cinayetlerini görmesine olanak tanıyor. Toplumsal çürümenin önüne geçebilmek için başlıca suçlular olarak gördüğü fahişeleri öldürme misyonuyla hareket eden Karındeşen Jack, filmde esas kimliği son kısma kadar gizlenen bir karakter. Şüphesiz bu da merak unsurunu ve gerilimi artıran bir unsur. Her ne kadar, Karındeşen Jack hiçbir zaman yakalanamamış ve kim olduğu anlaşılamamış olsa da yönetmenlerimiz filmin havada kalmaması ve seyircinin tatminsizlik hissi yaşamaması için somut bir katil çıkarıyor karşımıza.

Polisiye örgüsü iyi işleyen From Hell, yan hikayelerle de zenginleştirilmiş. Masonlarla kurduğu bağlantı, o dönem insan anatomisi üzerine yapılan çalışmalar (canlı insanlar denek olarak kullanılmakta), sınıf farklılıkları ve ana karakterlerimiz arasına gelişen aşk hikayesi seri katil hikayesini besliyor diyebiliriz. Film, gücünü görselliğinden alıyor dersek yanılmış olmayız. Viktoria İngiltere'si kusursuz bir şekilde canlandırılmış. Evlerde ve sokaklardaki kesme taş örgüsü dönemin dokusunu hissetmemizi sağlıyor. From Hell'in büyük kısmının gece çekimlerinden oluştuğunu ve hikayenin karanlık yanının filmin atmosferiyle birebir örtüştüğünü söyleyebiliriz. Filmi izlerken katil kim sorusu zihninizi hep meşgul edecek ve bu da kurgusu, görselliği ve sanat yönetiminde ortaya konan birinci sınıf işçilikle birleştiğinde seyir keyfi denen şeyi sonuna kadar yaşamanıza olanak tanıyacak.