29 Haziran 2015

Bir Harakiri Denemesi - Terminator: Genisys


Terminator serisi sinemadaki yolculuğuna yeni bir üçlemeyle devam etme kararı aldığından beri belli belirsiz bir heyecan yarattı. Arnold Schwarzenegger’siz dördüncü filmin kendi içinde başarılı olmasına karşın genel olarak bekleneni verememesi, yapımcıları farklı arayışlara itti. Olması gereken şüphesiz ki, makine – insan savaşının geleceğin dünyasında devam etmesiydi. O maya tutmayınca eski formüllerin izini süren ancak Terminator evreni içinde devrimci sayılabilecek cesur bir adım atılmak için harekete geçildi. Evet, Teminator: Genisys’in böyle bir iddiası var. Önce geçmişi, ardından da geleceği değiştirmeye soyunuyor. Ancak yeni bir başlangıç yaparken, serinin klasik öğelerini sonuna kadar kullanıp önceki filmleri yok saymak bir anlamda ihanet sayılabilir. 

Şimdi, yönetmen koltuğunda Alan Taylor’ın oturduğu Terminator: Genisys’in ne yapmaya çalıştığına bir bakalım.

Alternatif gerçeklik yaratayım derken…

Serinin ilk filmlerinde olduğu gibi yine geleceğin dünyasında açılan Genisys, ilk etapta The Terminator’ın eksik parçalarını tamamlamaya girişiyor denilebilir. Kyle Reese’in bakış açısından, geleceği ve John Connor’ı görüyoruz. Zaman yolculuğunun nasıl olup da devreye girdiğini ve döngüyü başlattığını görme şansına erişiyoruz. Genisys’in bozucu nitelikteki hamleleri de bu noktada başlıyor. Yeniden 1984 yılındayız ama hiçbir şey eskisi gibi değil. Serinin ilk iki filmi üst üste bindiriliyor, tekrar etmekle yeniden yaratmak arasında ince çizgide oldukça tuhaf ve bir o kadar da eğlenceli bir alternatif gerçeklik bölümü izliyoruz. İlk 20 dakikadan sonra ise filmin yönü tamamen değişiyor. 2017’nin dünyasına geçiş yaptığımızda alternatif gerçeklik senaryosunun da ikinci kısmına geçmiş oluyoruz. Zaten ne oluyorsa burada oluyor. Sürprizlerini bozmamak için detaya girmeyelim ama alternatif gerçeklik yaratayım derken John Connor’a biçilen rolün yenir yutulur cinsten olmadığını, serinin özüne ters bir yola girildiğini de söylemeden geçmeyelim. Diğer önemli nokta da geçmişi değiştirirken nostaljik tadlar verip artı puan toplarken, geleceği değiştirme cüretinin gösterilip bir çuval incirin berbat edilmesi bana kalırsa.

Ekibi bir araya getirme düşüncesi ve sonuçları

Serinin önceki filmlerine dönüp şöyle bir baktığımızda farklı karakter kombinasyonları gördük. Sarah Connor, John Connor ve de Kyle Reese’in olmadığı bölümler izledik ancak tüm kült karakterleri aynı zaman diliminde, bir arada hiç görmemiştik. Bu kombinasyonun altında hiç kuşku yok ki, serinin küllerinden doğmasının arzulanması ve böylece de gişeden tatmin edici bir geri dönüş alabilmek var. Filmin hemen hemen tamamında T-800, Kyle Reese ve Sarah Connor arasındaki atışmalardan mizah üretilmeye çalışıldığını görüyoruz. Ve ancak bir Terminator parodisinde olabilecek espriler –bazıları gerçekten komik kabul edelim- yapılıyor. Mizah dozunun iyi ayarlanamadığını ve kalitesinin de beklenenin altında olduğunu düşünüyorum. Peki, ekibi bir araya getirdik de kimyalarını tutturabildik mi? Bence hayır. Bunun en önemli sebebi karakterlerin, onları canlandıran oyunculara birer numara büyük gelmesi, yani cast seçiminde çuvallanmış olması.

Terminator: Genisys, serinin en önemli temalarından zaman yolculuğundan hiç olmadığı kadar medet umuyor. Zaman yolculuğunun yarattığı klasik paradoksla yetinmeyip, kişinin kendi gençliğiyle karşılaşması ve zamanda açılan gedikle komplikle bir senaryoyu hayata geçiriyor. Evet, belki havada kalan pek bir şey yok ama Terminator’dan geriye ne kaldığı da sorgulanmalı. 

Son söz: Terminator: Genisys, kendisini tüm serinin üzerinde görüyor ama bu en zayıf halka olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Biraz daha zorlasalar bir Terminator parodisi izleyebilirmişiz. 5\10

24 Haziran 2015

Önermediklerimiz - #2 The Way of the Gun


90'lı yılların en akılda kalıcı filmlerinden, bir Neo Noir klasiği olan Olağan Şüpheliler (The Usual Suspect)'in Oscar ödüllü senaristi olan Christopher McQuarrie, bu parlak çıkışın devamını getirememiş bir isim. McQuarrie'nin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini üstlendiği Silahların Gölgesinde (The Way of the Gun), yine suç dünyası etrafında dönen bir hikaye anlatmakta.

Zengin bir çiftin taşıyıcı anneliğini yapan Robin adındaki genç bir kadını kaçırarak kısa yoldan zengin olma hayalleri kuran iki sahtekar, çok geçmeden baltayı taşa vurduklarını anlarlar. Çünkü kendi liglerinin çok dışında oynamaktadırlar ve karşılarına mafyayı almışlardır. Başlarının belada olduğunu anladıklarında ise artık çok geçtir.

McQuarrie, aksiyona buladığı bir suç gerilimi çekmek istemiş. Basit bir kaçırılma hikayesi şeklinde başlayan film, bir süre sonra karakterler kendi aralarında iç çatışma yaşamaya başladıklarında çetrefilli bir hal alıyor.  Silahların Gölgesinde'de klasik bir iyi karaktere rastlayamıyoruz. Hamile Robin dışında herkes bir şekilde suça bulaşmış. Bu da çatışmanın en basit tabirle 'kötüler' arasında cereyan etmesi anlamına geliyor. McQuarrie, mafyayı azılı suçlular olarak çiziyor ve karşılarına da insani değerlerini yitirmemiş iki basit suçlu çıkartıyor. Ve onların birer anti-kahramana evrilişini resmediyor diyebiliriz. Böylece 'kötü' de olsa seyirciye yanında durabileceği iki karakter vermiş oluyor yönetmen.

Filmin 2 saatlik süresi en büyük handikabı olmuş. Öyle ki, bu süreyi 90 dakikaya düşürsek tempolu ve daha akışkan bir aksiyon\gerilim izleyebilirdik. Gereksizce uzatılmış sahneler, karakter derinliği yakalama düşüncesinin bir ürünü bu çok açık. Çatışma ve takip sahnelerinde McQuarrie'nin hakkını teslim etmek şart. Özellikle son yarım saatte bu alanda yetkin bir iş ortaya koyuluyor. Ancak filmin geneline baktığımızda sizi içine çekebilecek bir karakter çatışmasının, bir aksiyonun ve kurgunun olmadığını hemen fark edeceksiniz.

Son söz: Türün her örneğini görmeniz gerektiğini düşünüyorsanız buyrun, aksi halde vakit kaybı olabilir. 5\10

21 Haziran 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #26 Jacob the Liar


Jurek Becker’ın romanı Jacob the Liar, aynı adla 1975’te başarılı bir şekilde sinemaya uyarlanmıştı. Frank Beyer’in yönettiği Alman yapımı her ne kadar daha iyi eleştiriler alsa da, ben Peter Kassovitz’in kamera arkasına geçtiği, Robin Williams’ın başrolünü üstlendiği 1999’da çekilen Jacob the Liar’ı öneriyorum. Yeni versiyona bir yeniden yapım olarak bakmamak gerekiyor. Aynı romana getirilen farklı bir yorum söz konusu çünkü.

II. Dünya Savaşı sırasında Polonya Getto’larından birinde geçen filmde; tesadüfen bir radyo programına kulak misafiri olup, Rusların ilerleyişinin sürdüğünü bilgisini alan Jacob’ın bu bilgiyi arkadaşlarıyla paylaşmasıyla gelişen olaylar işleniyor. Nazilerin yasağına rağmen kendisinde bir radyo bulunduğuna inanılması ve bu haberin tüm Getto’ya yayılmasının ardından, kimseyi kendisinde radyo olmadığına inandıramayan Jacob’ın bu yanlış anlaşılmadan faydalanıp, insanların moralini yükseltmek için uydurduğu haberleri yaymaya başlaması, yer yer komik, yer yer dramatik anlar doğuruyor.

Oldukça kötü koşulların yaşandığı Getto’lardaki hapis hayatını beyazperdeye taşıyan film, bir umut hikayesi anlatıyor. Jacob yalanlarıyla insanlara umut aşılıyor. Dış dünya ile bağlantısı tamamen kopmuş bir halk için savaşın seyrine dair alacakları bir haberin ne kadar değerli olabileceğini görüyoruz. Umutsuzluk esaret altındaki insanları intihara sürüklüyor, onların dirençlerini kırıyor. Toplama kampından pek de farklı olmayan bir yerde yaşananlar üzerine trajedi ile mizah arasında ince bir çizgi çeken yönetmen, hikayesini kurduğu bu denge ile temiz bir biçimde anlatıyor. Özellikle hiç var olmamış bir radyonun yarattığı umut ve heyecan dalgası görülmeye değer. Atmosferi ve oyunculuklarıyla da başarılı bir iş çıkartıldığını düşündüğüm Jacob the Liar’ı, döneme, II. Dünya Savaşı’na ve Yahudi soykırımını işleyen filmlere ilgi duyanlara öneriyorum.

16 Haziran 2015

İlk izlenim - Terminator: Genisys


Bilimkurgu sinemasının en önemli birkaç serisinden biri olan Terminatör, James Cameron ayrıldığından beridir düşüşünü sürdürüyor. Evet, bugüne dek vasat bir Terminator filmi izlemedik belki ama serinin potansiyelinin çok altında seyrettiğini de kabul etmek gerekiyor. Şimdi dördüncü filmin bıraktığı ufak çaplı enkazı temizleme zamanıdır diyerek, 26 Haziran 2015'te izleyeceğiz beşinci film Genisys'i adından başlayarak inceleyelim. 

Genisys yaratılış anlamına gelmekte bildiğiniz gibi. Bu da seriyi diriltme amacı göz önünde tutulduğunda olabilecek en iyi isim. Bunun dışında Genisys adının filmin hikayesiyle de ilgili olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Terminator küllerinden doğacak bir anlamda. Genisys'in senaryosu ilk iki filmle sıkı bir bağ kurularak yazıldı. Terminator: Genisys, 2029 yılında makine-insan savaşında insanoğlunun zafere yakın olduğunu bir dönemde açılacak. John Connor, annesini kurtarması için Kyle Reese'i (yani babasını) geçmişe gönderecek. Reese ise karşısında ilk Terminator filmindekinden daha farklı bir Sarah Connor bulacak. Yani zamanda yolculuk yapıp geçmişe gittiğinde T-800 de orada olacak. Filmin hikayesinden yola çıkıp, şöyle bir yorumda bulunabiliriz: Terminator Genisys, The Terminator ile Judgement Day arasında bir zaman diliminde geçecek. Daha doğrusu iki filmin de geçtiği zamanı yeniden yorumlayacak, değiştirecek. En azından geçmişte geçen kısmı. Ki zaten filmin büyük bölümü geçmiş zamanda geçecektir. Bunun anlamı da ilk filmlere yakın duran bir Terminator izleyeceğimiz. Fragmandan anladığımız kadarıyla ilk üç filmin kaçmalı kovalamacalı yapısı da korunacak. Kötü karakter olarak civa alaşımlı terminatörün yanı sıra ilk filmdeki makinelerin tarafındaki T-800'ü ve onun karşısında John Connor'ın tekrar programladığı T-800'ü göreceğiz. Kafa karıştırıcı gibi görünse de yaratıcı hamleler yapıldığını şimdiden söyleyebiliriz. Evet, ilk iki filmle sıkı sıkıya bağlı bir film olacak Genisys. Görsel olarak da aynı şeyi söylersek yanılmış olmayız. İlk filmlere yapılan göndermeler ve atıflar nostalji hissini artırırken, Terminator filmlerinin makine-insan savaşının yanında diğer önemli teması zaman yolcuğunun bu filmde seride hiç olmadığı kadar etkin bir biçimde kullanılacağını düşünüyorum. İlk iki filmde yaşananların zaman yolculuğu ile yeniden yorumlanması nasıl bir sonuç verecek merak konusu. Son olarak filmi gören James Cameron'ın Genisys için "Rönesans" yorumu yapması, oluşan olumsuz havayı biraz olsun dağıttı. Merakla bekliyoruz...

13 Haziran 2015

En iyi 5 bilimkurgu filmi serisini seçtik


İki hafta önce start verdiğimiz "En iyi bilimkurgu filmi serisi" başlıklı anketimiz sonuçlandı. İlginçtir ki, bilimkurgu mu değil mi tartışmalarına en çok maruz kalan ve bilimkurgu\fantezinin en unutulmaz serisi olduğunu söyleyebileceğimiz Star Wars efsanesi fazla zorlanmadan ipi göğüsledi. Uzay Operası alt türünün bir diğer görkemli örneği Star Trek ise sadece sinemada üç farklı nesil, 12 film görmüş olmasına karşın kimseden yüz bulamadı desek yeridir. Her zaman Star Wars'un gölgesinde kaldı ve kalmaya da devam edecek gibi görünüyor.

Anketimizde Planet of the Apes ve Mad Max'in yeterli oy alamayıp ilk 5 dışında kalması biraz şaşırtıcı oldu. Sonuçta iki seri de yeni bölümleriyle bir tazelenme sürecine girdi ve yeni neslin büyük beğenisini kazandı. En azından ilk beşi zorlamalarını beklerdim. Seri olarak o kadar da güçlü durmayan Matrix'in 7 filmden (remake'i saymıyorum) oluşan Maymunlar Gezegeni serisini alaşağı etmesi sürprizdi bana kalırsa. X-Men de beklendiği gibi 2000'li yılların bilimkurgu serilerinden  en çok oy alan yapımdı.

80 kişinin oy verdiği anketimizde: Star Wars 33, Back to the Future 24, Matrix 23, Terminator 16, Alien 15 oy alarak ilk 5 film içinde yer aldı. (Bir kişi birden fazla film için oy kullanabiliyordu. Filmlerin aldıkları oyların toplamı 80'i geçtiği için hatırlatayım dedim)

Anketimize katılan arkadaşlara/takipçilerimize teşekkür ederim..

1- Star Wars

George Lucas’ın bir fantezi olarak yarattığı Star Wars, çok geçmeden bilimkurgu sinemasının klasik serilerinden birine dönüştü. Bilimkurgu/fantezi alanında hiçbir seri böylesine bir başarı sergileyemedi. İlk üçleme, ikinci üçleme derken, 6 filmi muhtemelen birbirine bağlayacak yeni bir üçleme ve Spin-off filmlerle Star Wars evreni genişlemeye, yeni nesli de etkilemeye devam edecek. 

70’li yılların distopik bilimkurgu örnekleri arasından hızlıca sıyrılan ve deyim yerindeyse türe eşik atlatan birkaç filmden biri olan Star Wars, bu başarısını mitik karakerleri ve hikayesine borçluydu. Lucas’ın bilimkurgu ile fantezi arasındaki çizgileri iyiden iyiye silikleştirmesi, westernlerden ve samuray filmlerinden de beslenerek hayal gücünü serbest bırakması neticesinde ortaya sadece bilimkurgu sinemasının değil, genel olarak sinema tarihinin en iyi serisi çıktı denilebilir.

2- Back to the Future

Tüm dünyada olduğu gibi bizde büyük bir hayran kitlesine sahip olan Back to te Future üçlemesi, Matrix serisiyle girdiği ikincilik yarışını kazanmayı başardı. Robert Zemeckis’in 80’lere damga vuran serisi, Star Wars gibi bilimkurgunun seyircisini eğlendirme potansiyelini sonuna kadar kullanan ama bunu yaparken, gelecek tasvirleri, öngörüleri ve paradokslarıyla türünün gereklerini yerine getiren bir iş oldu. Bizdeki adıyla ‘Geleceğe Dönüş’ üçlemesinin bu kadar sevilebileceğini kimse tahmin etmiyordu.

3- The Matrix üçlemesi

2000’ler bilimkurgu sinemasını en çok etkilemeyi başarmış seri Matrix’tir. Her ne kadar, devam bölümleri ilk filmi aratsa da en sevilenler arasındaki yerini korumayı sürdürdüğünü söyleyelim Matrix’in. Terminatör’de olduğu gibi makine-insan savaşının insanoğlunu yokoluşa sürüklediği bir gelecek tabolosu çizen Matrix, post apokaliptik bilimkurgular içinde sanal gerçekliğe yer açmasıyla kendisine özel bir yer edindi. İnsanoğlunun yapay zeka ile olan savaşını sanal aleme taşımasının yanı sıra, dini göndermeleri, felsefesi ve bilimkurgu/aksiyon anlayışıyla derin bir iz bıraktı.

4- Terminator 

James Cameron’ı sinemaya kazandıran The Terminator ve 90’ların başında sahne alan devam bölümü Judgement Day, bilimkurguyla yakından ilgilenen hemen hemen herkesin gönlünü çalmıştır. Serinin önemi aslında kıyamet sonrasına bugünün dünyasından bakmasıdır. Zaman yolculuğunun yarattığı paradoksun kallavi bir örneğini sunan Cameron, bilimkurgu sinemasının aksiyonla buluştuğu en göz alıcı serilerden birini yarattı. Görsel efektleri ve unutulmaz karakterleriyle devleşti. Cameron bıraktığında seri düşüşe geçti geçmesine ancak üçüncü ve dördüncü bölümlerin de ortalamanın üzerinde seyrettiğini söyleyebiliriz.

5- Alien 

Ridley Scott, 1979'da ilk Alien filmiyle 80'lerde bilimkurgu\korkuda yeni bir dönemi müjdeledi desek yeridir. Başka bir gezegene ait yaratıklarla girişilen hayatta kalma mücadelesinin uzaya taşınmasından ziyade, kapalı alanda klostrofobiden beslenerek tırmanan bir gerilim yaratarak muazzam bir deneyime dönüşmüştür Alien. Her yeni filmde yönetmen değişikliğine gidilmesi farklı tatlarda filmlerden oluşan bir seri doğurdu. Ridley Scott'ın yarattığı efsanenin tekrar başına geçerek Alien'ın doğuşunu görselleştirme şansı bulduğu Prometheus, Alien evrenini genişletirken, seriye taze kan  da pompaladı.

9 Haziran 2015

Quest for Fire


L’ours (Ayı) ve Deux freres (İki Kardeş) gibi belgeselvari filmler çekmeyi seven Fransız sinemacı Jean-Jacques Annaud’un, insanın ve hayvanın doğasına bakış atma fırsatı da bulduğu ilk dönemine denk düşen Quest for Fire (Ateş Savaşı), bizi 80 bin yıl öncesine götürüyor. Volkanik patlamalar ve yıldırımlar sayesinde ateşi tesadüfen bulan ve kullanmaya başlayan ama söndüğünden nasıl yakacağını bilemeyen Prehistorik insanların sönen ateşlerini bulma yolculuğunu konu edinen film, sinemanın pek el atmadığı mevzuya cesur yaklaşımıyla kendi yorumunu getiriyor.

“Ateşe sahip olan hayata da sahipti.” Filmin açılışında beliren bu cümle Quest for Fire’ın özeti niteliğinde. Küçük kabileler halinde mağaralarda yaşayan ilk insanları, soğuktan ve vahşi hayvanlardan koruyabilecek tek şeyin ateş olduğu, deyim yerindeyse ateşe tapınılan bir çağda açıyoruz gözlerimizi. Geceleri sönmemesi için nöbet tutulan ve sürekli canlı tutulmaya çalışılan ateş, kabileler arası güç dengesinin de belirleyicisi konumunda.

Evrim teorisine farklı bir yorum getirmeyi deniyor Annaud. 80 bin yıl öncesinin dünyasını resmederken, aynı çağda yaşadığı kesin olarak bilinmeyen/kanıtlanamayan ilk insan modellerini aynı zaman dilimine sıkıştırıyor. Filmde farklı homo cinslerini bir arada görüyoruz. Buradaki temel farklılık evrim basamağının kabileden kabileye değişkenlik göstermesi. Bu detaya takılmasak da senaristin ya da yönetmenin nasıl bir çıkarım yaparak böyle bir yorumda bulunduğunu merak ediyoruz izlerken. Homo türlerindeki ayrım dışında insanoğlu medeniyet ve kültür anlamında da ikiye ayrılıyor. Bazı kabilelerin yerleşik düzene geçmesi şüpesiz ki anlaşılabilir bir durum. Burada kapalı toplumlarla yeniliğe ve keşfe açık toplumlar arasındaki ince farkı binlerce yıl öncesinden gözlemleyebiliyoruz. Annaud, fiziksel olarak hayvandan insana geçişini tamamlasa da yaşam biçimi, davranış ve birbirleriyle olan ilişkileri hayvandan pek farklı olmayan ilkel insanları kusursuz bir işçilikle görselleştirmeyi başarıyor. Film, ister evrim teorisine ister yaratılışa inanın; kökeniniz, dürtüleriniz ve dünyamızın uzak geçmişi hakkında düşünmeye itecektir sizi.

Kubrick’in destanı 2001: A Space Odyssey’in 15 dakikalık “The Dawn of Man” bölümünde kabileler halinde yaşayan insansılar için su birikintileri hayati bir önem taşıyor ve küçük çaplı bir savaşa neden oluyordu. Evrim basamağını atlayan insansılar ilk aleti keşfederek diğerlerine üstünlük sağlıyordu. Quest for Fire’da savaşa neden olan ise ateş… Her kabile ateşe sahip olmak, onu muhafaza etmek ve diğerlerininkini söndürerek bir üstünlük sağlamayı amaçlıyor. Annaud, kötülüğün insanoğlunun doğasında varolduğunun altını çizmekle kalmıyor, hayvan ya da insan fark etmeksizin güç ve iktidarın bir doğa yasası olduğunu belirtiyor.

Bir kabilenin kaybettikleri ateşi bulma öyküsünü, vahşi doğada ayakta kalma savaşı ve yaşama içgüdüsü odaklı ele alan Annaud, bu tehlikeli yolculuğu insanoğlunun kendisini ve hakkında pek bir şey bilmediği dünyasını keşfetme öyküsü biçiminde sessiz bir serüven edasıyla anlatıyor. Anlayabileceğimiz bir diyaloğun olmadığı filmde, anlam kaybı olmadığı gibi tam bir doğallık da sağlanmış oluyor.

Son söz: Quest for Fire, saf sinema sevenlerin mutlaka yaşaması gereken bir yolculuk vadediyor. 8.5\10

3 Haziran 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #25 Straw Dogs


Sinemada şiddet temasını derinlemesine işleyen en iyi iki filmin de 1971 yapımı olması güzel bir tesadüf.  Biri Stanley Kubrick'in başyapıtı A Clockwork Orange diğeri ise Sam Peckinpah'ın en iyi işi diyebileceğim Straw Dogs (Köpekler). Hollywood'un yeniden çevrim furyasının son kurbanlarından olan filmin yeni versiyonunu izlemediyseniz, hala şanslısınız. Yönetmenin eskimeyen klasiği sizi bekliyor. Ülkesinde yasaklanan ve pek çok tartışma koparan filmi keşfetme zamanı...

Straw Dogs'da şiddet olgusu masaya yatırılıyor. Film, şiddetten uzak duran, uygar, kentli ve tabi pısırık bir adamın mecbur kaldığında şiddete başvurmasını ele alsa da genel anlamda ne kadar kaçmaya çalışsak da insanoğlunun doğasında vahşi bir yanın, şiddetin varolduğunun altını çiziyor. Peckinpah, şiddeti en saf-yalın haliyle perdeye taşıyor. Zaten Straw Dogs'ın şiddeti günümüz korku filmlerindeki bol kanlı, istismara yakın duran şiddet sahnelerinden çok farklı. Daha çok şiddetin doğası üzerine denilebilir. Peckinpah'ın şiddetin yanı sıra bireysel adalet kavramını eşelediğini de söyleyebiliriz.  Filmdeki kırılma anı ana karakterimiz David'in yanlışlıkla bir genç kızı öldüren akli dengesi bozuk bir köylüyü evine alması ve peşindeki kızgın köylü gruba teslim etmemesi diyebiliriz. Böylece film boyunca sürtüşen karakterlerimizin savaşı başlamış oluyor. Evinde kendi kurallarını uygulamakta kararlı bilimadamı ile adaleti kendi elleriyle uygulamak isteyen kaba saba taşra insanın savaşı başladığında ilginç bir şekilde aradaki statü farkları ortadan kalkıyor. Peckinpah, son yarım saatlik dilimi uzun zaman unutulmayacak bir şiddet gösterisine dönüştürüyor.

Evet, karşımızda oldukça zengin bir klasik var ama eş rolü biçilen Amy'nin tecavüze uğradığı sahne kopardığı fırtınayla filmin önüne geçmiş durumda. Elbette bu sahnenin sinema tarihinde bir benzeri daha olmadığını düşündüğümüzde önemi artıyor. Kadının başta dirense de tecavüzden zevk alması, bunun normal bir cinsel ilişkiye dönüşmesi ve sahnenin devamında yaşananlar Peckinpah'ın kadın düşmanı olarak yaftalanmasına kadar çeşitli tepkilere sebep oldu.