29 Temmuz 2015

Kick-Ass


İlk iki filmi Layer Cake (2004) ve Stardust (2007) ile vasatı aşamayan yönetmen Matthew Vaugh, süper kahraman mitini yerle bir ettiği Kick-Ass'le şeytanın bacağını kırıyor. Vaugh, Kick-Ass'in hemen ardından çektiği bir başka süper kahraman filmi X-Men: First Class'ta yeteneklerini sergileme şansını tekrar yakalayıp, Kick-Ass'in bir tesadüf olmadığını da ispatladı. Hiçbir yeteneği ve özelliği olmayan bir gencin, -Dave Lizevski'nin- bir gün süper kahraman olmaya karar verip, kostümünü kuşanması ve kötülerin peşine düşerek kısa zamanda bir internet fenomenine dönüşmesinin hikayesi, günümüz gerçekliğinde böyle bir olayın popüler kültürde yaratacağı olası etkileri sorgulatıyor. Süper kahraman kavramına yeni bir bakış açısıyla yaklaşmayı da deniyor Kick-Ass.

Film, işe süper kahramanları yok sayarak başlıyor

Eğer bir süper kahraman filminde, karakterlerinizi Spider-Man, Batman ve Süpermen hakkında konuşturursanız, en baştan onları yok saymış ve aslında çizgi-romanların ve sinemanın yarattığı kurgusal kahramanları hayal gücünün içine hapsedersiniz. Ve hikayenizi de süper güçleri olan kahraman üzerine değil, onların varolmadığı ve olamayacağı bir temel üzerine inşa edersiniz. Süper kahramanlığın sınırlarını belirleyen nedir, süper güçler olmadan da süper kahraman olunabilir mi? gibi sorularla yola çıkan ve tatmin edici cevaplar bulan Kick-Ass, kendi gerçekliğinde süper kahramanlara yeni bir yaşam alanı sunuyor. Dolayısıyla süper kahramanlar olmadığı gibi kötüler de uyuşturucu tacirleri ya da mafyadan başkası değil.

Spider-Man'in hikaye iskeletini kullanıyor

Kick-Ass'in ilk yarım saatinde hikayenin genel seyri Spider-Man'in açılışına benziyor. Dave de Peter Parker gibi kızların ilgisini çekmeyen sıradan bir öğrenci. Peter, May halası ve amcasıyla yaşıyor, Dave ise babasıyla... Peter örümcek güçlerine sahip olduğundan sokak aralarında yeteneklerini keşfe çıkar. Dave de süper kahraman olmaya karar verip, kostüm aldıktan sonra sokaklarda olmayan güçlerini deniyor. Hatta tıpkı Spider-Man gibi çatıya çıkıp, kendi sınırlarını zorluyor. Peki bunca benzerliğin sebebi nedir? Burada yönetmen Vaugh'un halktan biri olan Peter Parker ve onun dönüşüm hikayesini örnek aldığını söyleyebiliriz. Ana karakterini yerleştirebileceği en uygun süper kahraman filmi kalıbı Spider-Man çünkü. Elbette diğer karakterlerin, baba-kız süper kahramanlarımızın da devreye girmesiyle bu benzerlik daha ileri gitmiyor. Mindy ve babasının hikayesi, Kick Ass'le kesiştiğinde orataya daha zengin bir menü çıkıyor. Henüz açılış sekansında türdeşlerinden ayrılan Kick-Ass, bu bildiğiniz süper kahraman filmlerinden biri değil diyor. İlk yarım saat de dahil olmak üzere Kick-Ass'in tamamı için özgün sıfatını kullanabiliyoruz.

Kick-Ass ya da kıça tekme, "Hayatınızın herhangi bir anında, hepiniz süper kahraman olmak istemişsinizdir" diyor. Dave'in bu sözlerinden anlıyoruz ki, bir popüler kültür ürünü olan çizgi romanların ve sinemanın sürekli pompaladığı süper kahramanlar, insanları yaşadıkları gerçeklikten koparma anlamında ciddi bir etkiye sahip. Filmin açılışında süper kahramanlığa özenip, bir gökdelenin tepesinden kendisini aşağıya bırakan genç, 3. sayfa haberlerinde duyduğum bir kaç vakayı hatırlatacak cinsten. Sözün özü Kick-Ass, süper kahraman filmlerinin parodisini yapmaya girişiyor girişmesine ancak, bunun yanında inceden bir eleştiri getirmeyi de ihmal etmiyor. Kick-Ass sona ulaştığında süper kahraman filmi olmaktan kurtulamıyor. Bir farkla: bu, süper kahraman filmi klişelerini de kullanan, fakat yepyeni bir dünya inşa edebilen bir film.

Son söz: "Bir süper kahraman filminin ana işlevi eğlendirmektir" diyenlerdenseniz, Kick-Ass'i izleyin. "Süper kahramanlardan sıkıldım" diyorsanız, yine izleyin. 8.5\10

25 Temmuz 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #28 Human Nature


Eternal Sunshine of the Spotless Mind ile 2000’li yılların en sevilen filmlerinden birine imza atan senarist Charlie Kaufman, yönetmen Michel Gondry'nin birlikte çalıştıkları ilk proje de ilgiye değerdi. Gondry’nin aynı zamanda ilk uzun metraj çalışması olan Human Nature (İçgüdü) genellikle ıskalanan özgün bir film. Hikayesini öyle bir çırpıda anlatmanın hiç de kolay olmadığı, eksantrik karakterlerle dolu absürt bir komedi bu.

Davranış bilimleri alanında hayvanlar üzerinde araştırmalar, deneyler yapan ve geliştirdiği metodları insanlar üzerinde deneyerek daha iyi bir dünya yaratma amacında bir bilim adamı (Nathan), hormon bozukluğu sebebiyle tüm bedeni tüylerle kaplanan, ormanda yaşamaya başlayan ve yazdıklarıyla best-seller olan bir kadın (Lila) ve kendisini orangutan sanan babası tarafından vahşi doğada büyütülen ve de insanı insan yapan yetilerden bihaber yaşayıp giden başka bir adamın (Puff) hikayesi işleniyor Human Nature’da. Ve bu üç hikaye daha doğrusu bu üç karakter bir araya gelirse ne olur? sorusu ortaya benzerine kolay kolay rastlayamayacağınız bir komedi çıkarıyor.

Yönetmen Gondry’nin insanın kendisi olmasının nasıl yanlış sayılabildiği üzerine bir film diyerek tanımladığı Human Nature, insan doğası hakkında oldukça yerinde tespitler yapan gerçek bir yaratıcılık ürünü. İnsanoğlu kendisini diğer canlılardan üstün görse de, o üstün gördüğü canlılar gibi içgüdüleriyle yaşadığı vurgulanıyor. Bilimadamı da olsanız, ilkel bir canlı da değişen bir şey yok deniyor. Medeniyetle birlikte özgürlüğün ve saflığın kaybedildiğini söylüyor Gondry. Kaufman’ın vahşi doğada, hayvanlarla birlikte büyüyen insan hikayesini alıp farklı bir bakış açısıyla kaleme aldığı senaryosu ne yazık ki, o vurucu son hamleyi yapamıyor. Evet, cesur bir deneme ve özgün hikaye arayışındaki seyirciye ilaç gibi gelecektir ama unutulmaz olduğunu da söyleyemeyiz.

16 Temmuz 2015

Ted 2


Üç yıl önce izlediğimiz Ayı Ted ile yeni nesil için bir nevi Alf yaratan ve komedide ne kadar yetkin bir isim olduğunu kanıtlama şansı yakalayan Seth MacFarlane, geniş kitlelere ulaşan ve genel olarak takdir toplayan Ted’in devam filmiyle geri döndü. 8 yaşında bir çocuğun, bir Noel gecesi oyuncak ayısının canlanmasını istemesi ve bu dileğin gerçeğe dönüşmesiyle bir kişilik ve belki de bir ruh kazanan Ted’in John ile kurduğu gerçek dostluğun hikayesini izlemiştik. Devam filminde ise Ted’in bir birey olarak hayata atılması ve böylece ortaya çıkan bir mal mı, yoksa bir insan mı olduğu sorunu etrafında bir hikaye kurgulanıyor.

Hikayesini masalsı bir tabana oturtarak anlatan MacFarlane, bu yola girerek fantastik komedi alanında ilerlemişti. Hikayesini bir masal gibi ele aldığı için Ted’in varoluşunu sorgulama gereği duymamıştı. Seyirci olarak biz de öyle… Diğer yandan filmde, klasik bir romantik komedinin her safhasını görmek mümkündü. MacFarlane’in tutan formülde veya hikaye akışında ısrar etmemesi maalesef filmin aleyhine işlemiş. Ted’in hayatını yaşamaktan, hayatın olağan akışı içinde yaşayıp gitmesi, dertleriyle yüzleşmesi yazar-yönetmenimizin mizaha asılmasını biraz olsun engellemiş gibi. Özellikle ilk filmle karşılaştığımızda espri kalitesinde düşüş olduğunu söylememiz gerekiyor. Ama elbette Ted’in içine düştüğü zor durum yeni komik durumlara gebe. Ted 2 de baştan sona kesintisiz bir eğlence vadediyor ve ilk filmi sevenleri çok üzmüyor. MacFarlane, seks komedisinin yine abartılı bir örneğini verirken, bu kez sınırları zorlamış desek yeridir. Evet, bazen kahkaha attırıyor ama ipin ucunu kaçırmış gibi. Tuvalet komedisi açısından ise ilk film kadar cesur değil ve inanın bu filmin artılarından biri.

Devam filminde Ted ve John’un rolleri değiştiğini görüyoruz. Ted’in evliliği ile açılan filmde, arkadaşına ilişkisinde yardımcı olma sırası John’da.. Evliliğini kurtarmak için çocuk yapmayı kafasına koyan Ted, John’dan yardım alıyor ve şamata başlıyor. Ted’in yürümeyen evliliğini kurtarma çabası filmin ana eksenini de belirliyor. Bu noktadan itibaren Ted’in hukuk savaşıyla birlikte varoluşunu da sorgulamaya başlıyoruz. İlk filmin masalsı yaklaşının tekrarlanmaması bir anlam kazanıyor. MacFarlane’in amacı; Ted gerçek dünyada gerçek sorunlarla başbaşa kalırsa ne olur sorusuna cevap aramak ve ortaya çıkan durumlardan komedi yaratmak. Mahkeme salonu ve Amerikan hukuk sisteminin kendisine bolca malzeme verdiğini görüyoruz. Ne var ki, iyi bir komedyen olan MacFarlane’in iyi bir hikaye anlatıcı veya iyi bir yönetmen olmadığı belli oluyor. Yer yer kendini tekrarlayan, sıklıkla belaltına vuran bir devam filmi yerine Ted’in bir eşya mı, bir birey mi olduğu sorusundan ayakları yere basan, dramatik anlamda daha sağlam bir film kotarabilirmiş. Son olarak şunu da söyleyelim; ilk filmdeki sayısız göndermeyi ve Flash Gordon nostaljisini Ted 2’de bulamayacaksınız.

Son söz: Her şeye rağmen iyi bir sonla seyircisinin salondan mutlu ayrılmasını sağlayan bir devam filmi Ted 2  6\10

13 Temmuz 2015

Carrie (1976) vs. Carrie (2013)


Stephen King’in 1974’te yayımlanan ilk romanı Carrie, iki yıl sonra Brian De Palma yönetmenliğinde sinema uyarlamasıyla seyirci karşısına çıktı ve büyük bir başarı yakalayarak klasikleşti. Hollywood’un son 10-15 yıldır iyiden iyiye yeniden çevrimlere sırtını yasladığı bir dönemde, Carrie gibi bir korku başyapıtının remake haberini duymak şaşırtıcı olmamıştı. Üzerine yeni bir şey koyulamayacağını bildiğimizden vizyona girdiğinde pek yüz vermedik. Gelin şimdi başarılı da bulunmayan 2013 model Carrie ile orijinali arasında ne gibi farklar ve benzerlikler olduğuna bir bakalım.

* En başta söylememiz gereken şey hikayenin 70’li yıllardan günümüze taşınması sonucunda inandırıcılığını kaybetmiş olmasıdır. Açmak gerekirse; bağnaz annesiyle büyüyen Carrie’nin ilk adet kanamasını okulda duş aldığı sırada yaşaması ve cehaleti sebebiyle panikleyip, tüm okulu diline düşmesi 70’li yıllarda pekala olabilecek bir şey. Sonuçta annesinin katı tutumu ve dogmatik düşünceleri sebebiyle kapalı büyüyen bir kız kendisi. Ancak ne olursa olsun 2013’te, her an her bilgiye ulaşabildiğimiz internet çağında ve Amerika gibi bir ülkede böyle bir olayın yaşanması pek olası değil. İşte bu detay filmin en büyük handikaplarından biri. Hikayenin güncel bir versiyonunu çekelim derken, bir çuval incir berbat edilmiş.

* Carrie’nin telekinetik güçlerinin farkına varması ve onları kontrollü bir biçimde kullanmaya başlaması açısından bakarsak, yeni filmin en olumlu yönlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Farklılığını daha çabuk özümseyen, kabullenen bir Carrie var karşımızda. Telekinetik gücün kullanıldığı sahnelerde ise ciddi bir farklılık söz konusu. Yeni nesil korku filmi izleyicisi düşünülerek, el hareketleri ve çeşitli yönlendirmelerle etrafa dehşet saçan bir Carrie görüyoruz.

* De Palma’nın Carrie’sinde anne-kızı oynayan Sissy Spacek – Piper Laurie ikilisiyle Kimberly Peirce’ın remake’inde Chloe Grace Moretz – Julianne Moore çiftini karşılaştırırsak kazanan açık ara orijinal film olacaktır. Sissy Spacek gerek duruşu gerek oyunculuğu, gerekse de naifliği ve personasıyla Carrie rolüne cuk oturuyor. Annelere baktığımızda Julianne Moore’un bağnazlık anlamında evet ama karakterinin deliliğiyle Piper Laurie’nin unutulmaz performansını arattığını düşünüyorum.

* İki filmin de en önemli ve akılda kalan sahnesi kuşkusuz ki uzun balo sahnesidir. De Palma, ekran bölme tekniğini de kullanarak öyle bir gerilim yaratır ki, türün neden en yetkin sinemacılarından biri olduğunu hemen anlarsınız. 2013 model Carrie’de ise yönetmen Peirce, malum sahneyi 3 farklı açıdan tekrarlayarak heyecanı ayakta tutmaya çalışıyor. Sahnenin devamında görsel efektlerden medet umarak, gösterişli bir işe imza atar. Yine de De Palma’nın versiyonundan fersah fersah uzakta kaldığı bir gerçektir. Seyirciyi huzursuz etmeyi sürdüren finalin ise yeni filmde ufak bir değişikliğe gidilerek tekrar edildiğini söyleyebiliriz. 

Sonuç: Kimberly Peirce’ın Carrie’si orijinalinin kötü bir kopyası olmaktan öteye geçemiyor.

9 Temmuz 2015

50’li yılların en iyi 10 bilimkurgu filmi


Bilimkurgu sineması, 50’li yıllara kadar korku ve western gibi türlerin gölgesinde kaldı. 30’lu ve 40’lı yıllardaki denemeler atılım yapmasına olanak vermedi. 2. Dünya Savaşı’nda atom bombasının kullanılmasının karanlık bir geleceği işaret etmesi ve bunun yanında bilimsel gelişmelerle bilimkurguya olan ilgi artmaya başladı 50’li yıllarda. Ancak bu dönemde türün üretim anlamında bir altın çağa girişinin başlıca sebebi Soğuk Savaş’tı. Soğuk Savaş paranoyasının tüm ülkeyi etkisi altına alması, sinemayı da doğrudan etkiledi ve reaksiyon gösteren tür de doğal olarak bilimkurgu oldu. Soğuk Savaş’ın bilimkurgu sinemasındaki tezahürü uzaylı istilası filmleri biçimindeydi. Bilinmeyenle yapılan savaş ve düşmanın bir şekilde def edilmesi, Amerikan halkı için üzerlerindeki stresi atmanın, rahatlamanın bir yoluydu. Uzaylılar bir bakıma Rusları temsil ediyordu denilebilir. İster uzaylılar ister Ruslar olsun, düşman gökyüzünden gelecekti. Bu, 50’ler bilimkurgu sinemasının ana hatlarını belirleyen en önemli faktördü.

50’li yıllarda bilimkurgu alanında üretim anlamında bir patlama yaşansa da, tür belli kalıpların dışına çıkamıyor, seri üretim mantığıyla birbirinin kopyası filmler çekiliyor ve derinlik yakalanamadığı için de dönem boyunca yerinde sayıyordu bilimkurgu sineması. Hal böyle olunca seyirci -ilgisini eksik etmese de- izlediklerini ciddiye almıyordu. Yine de 50’li yılların ikinci yarısından itibaren The Incredible Shrinking Man (1957) ve On the Beach (1959) gibi o bahsettiğimiz derinliğe sahip birkaç film çıkageldi ve 60’lı yıllarda yaşanacak değişimin ilk sinyalleri verilmeye başlandı diyebiliriz.

Elbette genellikle mutasyon geçirmiş canavarlar da bu dönem bilimkurgusunun gözde temalarından biriydi. Creature from the Black Lagoon (1954), Them! (1954) The Qutermas Experiment (1955), It Came from Beneath the Sea (1955) ve Japon sinemasından çıkan Gojira (1954) gibi pek çok örnek verilebilir. Listeme almasam da uzaya açılan Destination Moon (1950), Howard Hawks’ın John Carpenter’ın The Thing’i ile bildiğimiz roman uyarlamasının ilk versiyonu The Thing from Another World (1951) ve dönemin yüksek bütçeli yapımlarından War of the Worlds (1953) gibi 50’li yıllar bilimkurgusunun kayda değer örneklerinin adlarını da anmak istedim.


1- Invasion of the Body Snatchers (1956)
2- The Day the Earth Stood Still (1951)
3- The Incredible Shrinking Man (1957)
4- Forbidden Planet (1956)
5- Gojira (1954)
6- On the Beach (1959)
7- The Curse of Frankenstein (1957)
8- The Fly (1958)
9- 20.000 Leagues Under the Sea (1954)
10- Creature from the Black Lagoon (1954)

7 Temmuz 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #27 Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok


Eric Maria Remarque'ın "Im Western Nichts Neues" adlı romanından "All Quiet on the Western Front" adıyla 1930 yılınında sinemaya uyarlanan, yönetmenliğini pek de tanımadığımız Lewis Milestone'un yaptığı bu savaş karşıtı başyapıt, aradan geçen onca zamana karşın etkisinden hiçbir şey kaybetmemiş, yeni kuşaklarca keşfedilmeyi bekleyen bir klasik...

Bir grup Alman gencinin 1. Dünya Savaşı'nın öncesinde okullarındaki milliyetçi bir öğretmenin onları kışkırtması, gözlerini boyaması ve vatanseverlik duygularını istismar etmesi sonucunda neyle karşı karşıya kalacaklarını bilmeden okulu bırakıp orduya yazılmalarının ve savaşmak için gönderildikleri cephede yaşadıklarının öyküsüdür anlatılan.

Gençlerin savaşın ne anlama geldiğini fark etmeleri çok sürmeyecektir; açlık, sefalet, korku, arkadaşlarını kaybetme, hayatın gerçekleriyle yüzleşme, insan öldürmenin ve ölümle burun buruna yaşamanın verdiği ızdırapla masumiyetlerini kaybedişleri seyirci olarak bizlerin de savaşı sorgulamasına sebebiyet veriyor. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, savaşın açtığı kapanmaz yaraları tüm çıplaklığıyla resmederken kaos ortamında -cephede- zaman zaman komik anlara da yer veriyor. Öne çıkan karakterimiz Paul Baurner'ın savaş anında bir çukurda sıkıştığı sırada yaşadıkları filmin söylemek istediklerini özetliyor. Savaş sahneleri olabildiğince gerçekçi, tanınmamış yüzlerden oluşan oyuncu kadrosu ve filmin genel yapısı bir karakter üzerine yoğunlaşmamıza izin vermiyor. Bilinçli bir tercihle savaşın kendisi ve karakterler üzerindeki yıpratıcı etkisi gözler önüne seriliyor. Filmin Remarque'ın alt metinleri sağlam romanından uyarlanması zamana karşı koyabilmesindeki en büyük etken. Anti-militarist tavrı, savaşın anlamsızlığını vurgulaması, klasik öğeleri yalın ve bir o kadar da çarpıcı bir dille anlatması onu türün unutulmaz örneklerinden biri yapıyor.

3 Temmuz 2015

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #6 Bir Cinayetin Psikanalizi


Yale Üniversitesi Hukuk profesörü olan Jed Rubenfeld'in ilk romanı Bir Cinayetin Psikanalizi, 2006'da okuyucusuyla buluşmuş ve ses getirmiş bir roman. Kapağa iliştirilen "Bir Sigmund Frued romanı" notuyla dikkat çeken eserin, polisiye örgüsü ve şaşırtmacaları oldukça sağlam. Ancak romanı türdeşlerinden bir adım öne taşıyan özelliği psikanalize yer vermesi denilebilir. Lisans tezini Frued üzerine yapan Rubenfeld, iyi bildiği sularda yüzüyor.  Okuyucunun zihninde yer eden psikolojik tahlilleri gerçekten görülmeye değer. Yazarın gerçekle kurguyu iç içe geçirirken bocalamaması da oldukça önemli. 

Hikaye

Bir Cinayetin Psikanalizi, 1909 yılında sıcak bir Ağustos akşamı Sigmund Freud'un, rakibi ve öğrencisi Carl Jung ile birlikte buharlı gemi George Washington'dan inmesiyle başlıyor. Şehrin diğer ucunda, şehri tepeden gören muazzam bir apartman dairesinde, çok güzel bir kadın avizeye asılmış bir şekilde ölü bulunur; cinsel işkenceye maruz kalmış, kırbaçlanmış, kesilmiş ve boğulmuştur. Ertesi gün, ikinci bir güzel kadın - yüksek sosyeteyle alay eden ve donuk, cansız anne-babasını küçümseyen asi bir mirasyedi - katilin elinden kıl payı kurtulur. Ama bir histerik olan Nora Acton, saldırıyla ilgili hiçbir şey hatırlamamaktadır. Amerika'nın ilk psikanalistlerinden biri olan Dr. Stratham Younger, Freud'un rehberliğinde onu tedavi etmeye başlar. 

Freud, Jung'un rekabetçi ruhuyla ve kendisini yok etme komplolarıyla uğraşırken, kendisini entrikalar, maskeler ve insan zihninin hileleriyle dolu bir cinayet gizeminin içinde bulan kişi Younger oluyor. 

Neden uyarlanmalı?

Öncelikle elbette polisiyeye renk katacağı için diyebiliriz. Karakterlerimiz arasında Freud ve Jung'ın olduğu bir filme sık rastlayamadığımız bir gerçek. Tür kapsamında bakarsak, polisiyenin en iyi örneklerinden Kuzuların Sessizliği'nin aklımıza gelmesi olası. Orada bir seri katili yakalayabilmek için başka bir seri katilden yardım alınıyordu. Bir Cinayetin Psikanalizi'nde ise bu rolü üstlenen genç bir psikanalist oluyor ve o da Freud'dan yardım alıyor. Polisiye vaka hem bir dedektif araştırması hem de bir psikanalistin yoğun çabasıyla iki koldan çözülmeye çalışılıyor. Bu iki koldan yürüme durumunun kurgusal açıdan filme lezzet katacağı aşikar. Diğer yandan hikayenin 20. yüzyıl başlarında geçmesi de sinematografik açıdan uyarlamayı zorunlu kılıyor bana kalırsa.. Çünkü Rubenfeld, ele aldığı dönemin Amerika'sını en ince ayrıntısına kadar ustalıkla tasvir etmiş. Polisiye dediğimiz tür de o döneme çok yakışmasına karşın olayların  19. yüzyıl sonları veya 20. yüzyıl başlarında vuku bulduğu fazla ürün vermiyor. Özetle; daha estetik ve psikolojik unsurların öne çıktığı bir polisiye için Bir Cinayetin Psikanalizi sinemaya uyarlanmalı. Sürpriz sonu, tırmanan gerilimi ve sürükleyici yapısıyla iyi bir yönetmenin ellerinde, özellikle de romanı okumamış seyircileri tavlamakta zorlanmayacak bir film çıkacaktır.