9 Şubat 2017

Gücünü Gerçekliğinden Alan 3 Tv Filmi


Escape from Sobibor

Toplama kampı filmleri Yahudi soykırımı sonrasında sayısız filmle popüler bir alt türe dönüştü. Schindler’s List, Life is Beautiful ve The Great Escape gibi klasikleri bir kenara bırakırsak, Tv filmi olmasının da etkisiyle Escape from Sobibor gibi adı pek duyulmamış Nazi toplama kampı filmleri de çekildi. Nazilerin Doğu Polonya’da kurdukları gizli bir toplama kampı olan Sobibor’da 14 Ekim 1943’de II. Dünya Savaşı’nın en büyük ve başarılı mahkûm ayaklanması yaşandı. Jack Gold’un yönettiği film, bu ayaklanmayı ve toplama kampından kaçışı konu ediniyor. Tv filmi olmasına rağmen prodüksiyon kalitesiyle göz dolduran yapım, duygu sömürüsü yapmıyor ve hikayesini -özellikle son yarım saatlik dilimde- bir macera filmi edasıyla anlatıyor. Alan Arkin ve Rutger Hauer’ın başrollerini üstlendiği Escape from Sabibor, uzun süresini iyi kullanan, heyecan dolu bir film. Hikâyenin gerçek olması filmin etki gücünü artırıyor ve seyirciler olarak ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu umursamıyoruz. Ne kadar toplama kampı filmi izlemiş olursanız olun, Sobibor’dan kaçışın gerçek hikâyesini izlemeniz gerekiyor.


And the Band Played On

And the Band Played On, Randy Shilts aynı adlı çok satan kitabından Tv’ye uyarlanan başarılı bir film. 80’li yılların başında eşcinsel erkekleri etkileyen öldürücü bir virüs (HIV) saptanır. Daha sonra adına AIDS denecek bir hastalığa sebep olan bu virüsün herkese bulaşabildiği anlaşılır. Ant the Band Playes On, kabaca AIDS hastalığının keşfedilmesini konu ediyor diyebiliriz. Film, kronolojik olarak ilerliyor ve olayı yer yer bir belgesel havasında aktarmasına rağmen seyircisini etkilemeyi başarıyor. Hastalığın eşcinsel erkeklerde ortaya çıkmasının, muhafazakâr Amerikan toplumunda yarattığı etkiyi, ötekileştirilen eşcinsellerin hastalık karşısındaki tutumlarının görsel karşılığını bulmakta zorlanmıyor. Hastalığın uzun bir süre ne olduğunun anlaşılamaması, vakalar üzerinden yürütülen araştırmalarla adım adım sonuca gidilmesi ve bilim dünyasındaki ego savaşları filmi keyifli bir seyirliğe dönüştürüyor. Yönetmen Roger Spottiswoode, çok karakterli bir hikâye anlattığı için karakterlerin özel hayatlarına girmemeye özen gösteriyor. Bu durum karakterlerin derinleştirilememesi anlamına gelse de hikâyenin derli toplu anlatılabilmesi ve hastalığın odak noktasına tutulması filmin amacına ulaşmasını sağlıyor.


Recount

Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri, Cumhuriyetçi parti adayı George W. Bush ile Demokrat parti adayı Al Gore arasındaki başkanlık yarışının bir benzerini daha görmedi. Al Gore daha yüksek oy olmasına karşın, seçimin kazananı Bush oldu. Esasında Florida’daki oyların yeniden sayılması ve başkanlık seçiminin mahkemelik olması neticesinde Amerika’nın 43. başkanının kim olduğu uzun bir süre belirlenemedi. Jay Roach’ın yönettiği Recount, bu sancılı süreci Demokratlar ve Cumhuriyetçiler cephesinden bakarak yansıtıyor. Roach, mağdur olduğunu düşündüğü Al Gore’dan yana tavır alsa da haksız sayılmaz. Yönetmen, sonunu bildiğimiz gerçekle değil, o sonucun nasıl ortaya çıktığıyla ilgileniyor. Film bir bakıma belgesel niteliği taşısa da Roach’ın dinamik anlatısı, iyi kurguyla birleşiyor ve seyircinin ilgisini iki saat boyunca ayakta tutmayı başarıyor Recount. Amerikan seçim sistemiyle ilgili pek çok şey öğrenebileceğimiz filmi sistemindeki aksaklıkları, siyasetin kirli yüzünü ve adalet sistemindeki boşlukları göstermesi açısından son derece önemli bir iş olarak görüyorum. Kevin Spacey, Tom Wilkonson, John Hurt ve Laura Dern gibi başarılı isimler de filmden alacağınız keyfi artırıyor.