Bugün bir popüler kültür ürünü olan vampirlerin kökeni çok eskilere dayanır ve çıkış noktasıyla ilgili farklı inanışlar ve efsaneler vardır. Vampirleri popüler kültürün vazgeçilmez bir figürüne dönüştüren ise sinemadan önce edebiyattır. İlk vampir hikâyesi Johann Ludwig Tieck’in Wake not the Dead’i olsa da Bram Stoker’ın 1897’de yayımlanan Dracula adlı romanı öyle bir başarı yakaladı ki, kısa süre içinde vampir mitosuna yepyeni bir alan açtı. Bu alan da sinemaydı… İlk vampir filmi Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi (Nosferatu: eine Symphonie des Grauens), Dracula’nın ilk uyarlamasıydı ancak romanın hakları satın alınmadığı için efsanevi vampir Kont Dracula’nın adı, Kont Orlok yani nam-ı diğer Nosferatu olarak değiştirildi. Her ne kadar, karakterlerin adlarında ve hikâye örgüsünde bazı değişiklikler yapılmış olsa da Bram Stoker’ın eşi filmi dava etti. Dava kazanılınca, filmin gösterimi durduruldu, kopyaları yakıldı. Bu süreçte yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi, korku sinemasını derinden etkilemeyi başardı.
Bir canavar yaratmak!
Yönetmen F. W. Murnau, Nosferatu’yu Dracula’dan uyarlasa da sinemanın ilk vampirini yaratırken Bram Stoker’ın eserinden belli ölçüde uzaklaşmış. Stoker’ın pelerinli bir asilzade olarak tasarladığı Kont Dracula, Murnau’nun yaratmak istediği canavarın karşılığı değildi. Murnau, yaratacağı vampir için belli başlı özellikleri Dracula’dan ödünç alıp, onu bir ürkünçlük abidesine dönüştürdü. Kel kafası, uzun biçimsiz burnu, sivri uzun dişleri sebebiyle fareyi andıran yüzü, aksak yürüyüşü, kamburu, pençeye benzeyen elleri ve kapkara kıyafetiyle seyirciyi sadece görünümüyle ürkütmeyi başaran bir karakterdir Nosferatu. Murnau’nun ete kemiğe bürünen gerçek bir canavar yaratmak istediği çok bellidir. Gölgesi ve aynada yansıması olmayan Dracula’nın aksine, daha somut bir canavar düşlemiştir yönetmen. Murnau, ilk vampir filmini çektiğinin bilincinde olmasının da etkisiyle suretini göstermeden evvel seyircisini bilgilendirir. Ana karakterimizden Hutter, Kont Orlok’un şatosuna doğru yaptığı yolculuk esnasında tesadüfen eline aldığı bir kitaptan ilk vampir Nosferatu’yla ilgili bilgi edinir. Yöre halkının Kont Orlok’un şatosunun bulunduğu yeri hayaletler diyarı olarak bellemesi ve o bölgeden imtina ile uzak durması, seyirci üzerinde beklenen algıyı yaratır. Murnau, bir canavarda olması gereken tüm özellikleri incelikle düşünür ve Nosferatu’ya bir mit bahşeder.
Nosferatu’nun başarısı sessizliğinde ve lirik anlatımında gizli
Murnau, sessiz sinema döneminin akla ilk gelen isimlerinden biri. Bunu da büyük oranda Nosferatu ve Faust uyarlamalarına borçludur. Evet, Nosferatu’nun yaklaşık yüz yıldır sayısız vampir filmi çekilmesine karşın, aşılamamış olmasının ardında yatan gerçek, sessizliği ve lirik anlatımıdır. Murnau hikayesini anlatırken dilin heyecana bağlı işlevinden faydalanır. Nosferatu bir sessiz sinema örneği olduğundan karakterler duygularını sadece mimiklerle ifade etmek zorundadır. Murnau da korku ve gerilim yaratabilmek için coşkun bir anlatıma ihtiyaç duyar. Filmin adında senfoninin kullanılması da boşuna değildir. Çünkü senfoninin kelime anlamı ses ve renk uyumudur. Yönetmen benzer bir uyum yakalamak için çabalamıştır. Film de gücünü sessizliği ve lirizminin uyumundan alır. Diğer yandan özenle yaratılan Frankenstein’in canavarı gibi Nosferatu’nun konuşmaması da filmin lehinedir. Sessizlikleri üzerlerindeki gizemi artırıcı bir işleve sahiptir.
Dışavurumcu Alman sinemasında gotik bir korku şaheseri
Dışavurumcu akımın sinemadaki öncüsü Das Cabinet des Dr Caligari, Fritz Lang ve F. W. Murnau gibi Alman sinemasının o dönemki en önemli isimlerini etkiledi. Murnau, Das Cabinet des Dr. Caligari’nin izinden gitse de dışavurumcu sinemada kendi tarzını ortaya koydu. Robert Wiene’in filmi, ününü başta dekor olmak üzere sanat yönetimine borçluydu. Murnau ise aynı etkiyi gerçek mekan kullanarak elde etti ve gerçeküstü bir hikaye anlatsa da, onu olabildiğince gerçekçi kılmaya özen gösterdi. Işık ve gölge kullanımıyla o güne kadar görülmemiş bir estetik doygunluk yakaladı. Özellikle Nosferatu’nun duvara yansıyan gölgesiyle yaratılan gerilim veya pençeli elinin gölgesinin kurbanı üzerinde ilerleyişi gibi ürpertici sahneler, filmin korku sinemasının köşe taşlarından biri olmasında kilit bir role sahipti.
Sessiz sinema – lirizm uyumunun yanı sıra, bir gotik edebiyat ürününün dışavurumcu bir anlayışla beyazperdeye uyarlanması neticesinde, birbirini her anlamda tamamlayan bir sanat eseri ortaya çıktı diyebiliriz. Gotik korkunun doğaüstü karakterler, şato, kale vb. yapılarda yaratılan tekinsizlik ve büyük oranda atmosfere dayalı bir yapı kurma gibi özellikleriyle, dışavurumcu sinemanın gölgeli ışıklandırmaları, karanlığın hakim olması, gerçeküstücü anlayışı ve şiddeti estetize etmesi gibi temelde benzer olan özelliklerini bir araya getiren Murnau, Nosferatu’yu üslubuyla ölümsüz kılmıştır.
Bir uyarlama olarak Nosferatu
Bram Stoker’ın karakterlerin günlükleri ve birbirlerine gönderdikleri mektuplar üzerinden kurguladığı Dracula, ince detaylarıyla dikkat çeken bir roman. Eserin ilk uyarlamasına baktığımızda Murnau’nun sadece belli bölümlerinde hikaye akışı bakımından esere sadık kaldığını görüyoruz. Sadık kalınan kısımlar da bir özet niteliğindedir diyebiliriz. İlginçtir ki, yönetmen bu durumu zekası ve yetenekleriyle lehine çevirebilmiştir. Murnau, öncelikle Van Helsing gibi bazı kilit karakterleri hikayeden çıkarmış ve genel olarak da karakterleri basitleştirme yoluna gitmiştir. Ardından da aralarındaki ilişkileri minimize ederek korku öğesine odaklanmıştır. Eserin özündeki romantizmi tamamıyla yok etmemiş ama erotizmden eser bırakmamıştır. Bunu da sinemanın çok yeni bir sanat oluşuna ve korku sinemasında böyle bir geleneğin henüz oluşmamış olmasına bağlayabiliriz. “Bir canavar yaratmak” alt başlığı içerisinde değindiğimiz gibi Murnau, daha klasik bir canavar yaratma eğiliminde olduğundan Bram Stoker’ın bir aristokratı vampire dönüştürerek sınıfsal farklılıklar üzerinden oluşturduğu alt metni çöpe atmıştır. Elbette asıl sebep Nosferatu’nun sonradan vampir olmaması, vampir olarak doğmasıdır. Ucubeliğini de bu lanetli doğuma bağlayabiliriz. Murnau, uyarlama sırasında bilinçli ya da bilinçsiz yaptığı bazı tercihlerle vampirizmi esnekleştirmiş ve hatta kendi kurallarını kabul ettirebilmiştir. Yönetmenin vampirlerin gün ışığında yanarak yok olması gerektiğine yönelik düşüncesi çok tutmuştur.
Dracula’nın resmi uyarlamaları sonrasında sinemada iki farklı vampir ekolü oluştuğunu ve Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi’nin hemen hemen Bram Stoker’ın Dracula’sı kadar vampir alt türünü beslediğini ve ona yön verdiğini söyleyebiliriz. Bu yüzdendir ki, yaklaşık yüz yıldır korku sinemasının vazgeçilmez figürlerinden biri olmayı başaran vampirlerin geçirdiği değişimi daha iyi anlayabilmek ve bu alt türe hâkim olabilmek için Murnau’nun başyapıtını tekrar tekrar izlemek gerekiyor.