13 Aralık 2018

Pleasantville


Bazen kendimizi izlediğimiz bir filmin veya dizinin içinde hayal eder, bazen daha da ileri gidip kendimizle özdeşleştirdiğimiz karakterin yerine koyarız. Memnun olmadığımız hayatımızdan uzaklaşmak ve hayatın acı verici gerçeklerinden kurguya sığınarak kısa bir süreliğine de olsa kurtulmak isteriz. Bunu hikâye anlatan pek çok farklı sanat dalında yaparız. Görselliğiyle sinema hep bir adım önde olsa da tutkuyla bağlandığımız karakterlerin ömrü istisnalar dışında çok uzun sürmez. Diziler ise 10 yılı bulabilen yayın süreleri ve yüzlerce bölümüyle artık hayatımızın ayrılmaz bir parçasına dönüşür. Öyle ki dizi sona erdiğine hayatımızda büyük bir boşluk oluştuğunu hissederiz. Peki, ya kendimizi sevdiğimiz dizinin içinde bulsak ne olurdu? İşte çıkış noktası bu soru olan Pleasantville (Yaşamın Renkleri), 90’lı yılların tozlu raflarında keşfedilmeyi bekliyor. 

Gary Ross’un ilk yönetmenlik çalışması olan Pleasantville'de filme adını veren diziye tutkuyla bağlı olan David’in, kardeşi Jennifer ile birlikte bir mucize eseri kendisini izlediği dizide bulması ve kardeşiyle birlikte dizinin karakterlerine dönüşmelerinin komik hikâyesi anlatılıyor. Peter Weir’ın kısa sürede klasikleşen filmi The Truman Show ile pek çok ortak noktası bulunan ve en az onun kadar yaratıcı bir zihnin ürünü olan Pleasantville, ne yazık ki hak ettiği değeri ve ilgili bulamamış filmlerden. 

Parçalanmış bir ailede, ebeveynlerinden bekledikleri sevgiyi göremeden büyüyen David ve Jennifer, bir anda kurgulanmış bir hayatın içinde yaşamaya başlıyor, 50’li yılların sonunda geçen siyah-beyaz bir dizinin kahramanı oluyorlar. Dizinin her bir detayını bilen David, çok geçmeden büründüğü karaktere (Bud) ve kasabaya uyum sağlarken, hovarda kardeşi Jennifer’ın içinde bulunduğu gerçekliği kabullenemediğini görüyoruz. İki kardeş kurgulanmış bir dünyada, kendilerine biçilen rollerin dışına çıkmayan kartondan karakterler (insanlar) arasında sıkışıp kalıyor. The Truman Show’da Truman’ın küçük bir kasabada hapsedilmesi durumu, burada sürrealist bir uygulama alanı buluyor. Yönetmen Ross, filmin ilk bölümlerinde kurgunun içine zerk edilen gerçeklik üzerinden, yani sahte olanın gerçekle buluşmasından hakiki bir komedi çıkarıyor. Bunun içine 50’lerin muhafazakârlığıyla 90’lar gençliğinin hayata bakışı ve yaşam biçimlerindeki farklılıklardan doğan durumları da eklediğinde iz bırakacak bir film yaratmakta pek zorlanmıyor yönetmen. Tüm kitapların içinin boş olması, baskette tüm atışların potaya girmesi ve tekrarlanan replikler gibi detaylarla kurgunun yapaylığını eleştiren film, asıl meselesine odaklandığında, dramatik yapısının güçlü bir temel üzerine inşa edildiğini hemen belli ediyor. 

David ve Jennifer, Pleasantville’in sahte dünyasında, ezber bozan küçük değişiklikler yapmaya başladıklarında, ister istemez geri dönülmez bir değişimin de fitilini ateşliyorlar. Seks yapmayan, küfür etmeyen, okumayan, düşünmeyen ve kuralların dışına çıkmayan Pleasantville sakinleri, Bud ve Mary Sue’ya dönüşen karakterlerimizin bilinçsizce yaptıkları müdahalelerle kendilerini ve dünyalarını keşfetmeye başlıyorlar ve bunun iyi olduğunu görüyorlar. Ross, Pleasanville’in dünyasındaki her bir değişimin renklerle veriyor. Pleasantville renklenmeye başladığında filmin görsel dokusu da tamamen değişiyor. Siyah-beyaz ve renkli karakterlerin aynı sahneleri paylaşması görsel efektlerle mümkün olurken, bu görsel dokunun filmi benzersiz kıldığını söyleyebiliriz. 

Siyah-beyaz dünyanın renklenmeye başlaması, Pleasantville için bir devrim anlamına geliyor. Gerçeklikle temas eden ve değişime açık olanlar -daha çok gençler- renge kavuşurken, kurulu düzene, alışkanlıklarına ve otoriteye sıkı sıkıya bağlı olan diğer kesim değişimden rahatsızlık duyuyor. Renklenen insanların hastalandığını düşünüyorlar. İşin tuhaf kısmı karakterlerimizin Pleasantville’deki annesinin de renklendiğinde, bu şekilde toplum içine çıkamayacağını düşünmesi, utanması diyebiliriz. 

Bir noktadan sonra toplum renklilerle siyah-beyazlar olmak üzere ikiye ayrılıyor. Bunun anlamı da kuşkusuz ki çatışma. Yani değişimin karşılığı sadece ‘iyi’ olmuyor. Kötülük de doğuyor. Her şey seksle başlıyor, sanatla, kitap okumayla ve özgürlük düşüncesiyle çığ gibi büyüyor. Bu hikâyenin dünyamızdaki karşılığını her devirde görebiliriz. Ancak özellikle de 50’li ve 60’lı yılların Amerika’sına bakmamız yeterli olacaktır. Siyahî insanların gördüğü şiddetin aşağılamanın, bir utanç kaynağı olarak ırkçılığın, deyim yerindeyse savaşarak yok edilmesi, tüm insanların eşit olduğunun toplum tarafından kabul görmesi, Pleasantville’de yaşananlarla birebir örtüşüyor. Zaten hikâyenin yakın tarihimizle paralelliğinin olması etki gücünü artıran önemli bir unsur. 

Yönetmen Ross, 50’li yılların Amerika’sıyla beraber günümüzde gelinen durumu da eleştiriyor. David ve Jennifer’ın kendi dünyalarındaki hayatları, filmin açılış ve kapanış bölümlerinde kısa da olsa pek çok ipucu veriyor bize. 50’lerdeki ailevi değerlerin, maneviyatın ve naifliğin kaybedilişi bir yanda popüler kültürün, hızlı yaşamın insan ilişkilerini zedelemesi ve günümüz gençliğinin hayata bakışını kökünden değiştirmesi diğer yanda. Ross, her yönüyle zengin bir film çekmiş. Fanteziyle gerçeklik, geçmişle günümüz arasında gidip geliyor, komediyle drama arasında müthiş bir denge sağlıyor ve güncelliğini hiçbir zaman kaybetmeyecek bir başyapıta imza atıyor.