Usta sinemacı Terrence Malick’in Cannes Film Festivali’nden
Altın Palmiye ödülüyle döndüğü beşinci filmi The Tree of Life, yönetmenin belki
de en kişisel çalışması. İncil öğretilerinden beslenen, doğumu, ölümü, hayatı,
kısacası varoluşumuzu sorgulayan ve bunu da üç parçalı anlatısı ve hipnotik bir
sinema diliyle beyazperdeye taşıyan Malick, uhrevi bir başyapıta imza attı.
Yönetmenin sinemasına aşina olanların dahi okumakta zorlandığı film, vizyona
girdiğinde birbirinden oldukça farklı bakış açılarıyla yorumlandı. Malick’in
şaheserini hayranlıkla izleyen sinemaseverlerin, şimdi bu okuma üzerinden The
Tree of Life’a başka bir gözle bakacakları umuyorum.
Seçimlerimiz Kaderimizi Belirler
Filmin başında O’Brien ailesinin annesi Mrs. O’Brien’in
ağzından bir insanın kalbinin hayatı boyunca iki şekilde attığını, bunun da
doğayı seçmek ya da inayeti veya erdemi seçmek olduğu duyuyoruz. Hangisini
seçeceğimiz tamamen bize kalmıştır. Seçimimiz kaderimizi belirleyecektir.
Malick, 1950’li yılların Amerika’sında üç çocuklu bir aileyi merkezine alıyor.
Doğanın yolunu seçen baba ile inayetin yolunu seçen annenin bu prensipler
doğrultusunda nasıl bir hayat sürdürdüklerini, hangi zorluklara göğüs
gerdiklerini ve çocuklarının seçimlerinde nasıl bir rol oynadıklarını izliyoruz
film boyunca. Baba figürünün hayata bakışına ve çocuklarını yetiştirme tarzına
bakmadan önce, doğanın seçilmesiyle ne denmek isteniyor bunu açıklayalım.
Doğayı seçmek demek, hayatın doğanın yasalarına uyularak yaşanması demektir.
Evrimin en önemli mekanizması olan doğal seleksiyon, güçlü olanın hayatta
kaldığı doğa yasasının, modern çağda halen geçerliliğini koruduğunu söylüyor
Malick. Ailenin babası, büyük bir müzisyen olmanın hayalini kurmuş ama onu
yolundan alıkoymalarına izin vermiş. Bu sebeple kapitalist sistemin
kölelerinden biri olmaktan kurtulamamış. Ne var ki, hiçbir iş gününü kaçırmasa
da, her Pazar gününü feda etse de bir gün kapı önüne konmaktan kurtulamıyor.
Sistemin çarklarında eziliyor. Bu sebeple de oğullarının köle değil efendi
olması için çabalıyor. Babanın, büyük oğlu Jack’e verdiği öğütler son derece
önemli. Bu dünyada ilerlemek için sert bir irade gerektiğini, başarılı olmak
istiyorsa asla iyi olmamasını ve kimsenin kendisine ne yapmaması gerektiğini
söylememesini öğütlüyor. Aslında Mr. O’Brien’ın, çocuklarını öğütlerin yanı
sıra onlara sert davranarak, cezalar vererek, kurallara uymalarının salık
vererek ve evin bahçesinde kimi görevler vererek sorumluluk bilincini
yerleştirmeye çalıştığını ve onları birer yetişkin olduklarında ayakta
kalabilmeleri için hazırladığını görüyoruz. Bu eğitim baba için o kadar önemli
olmalı ki, bu uğurda çocuklarına kötü davranıyor ve sevgisini göstermemeyi göze
alıyor. Yeter ki doğru seçimi yapsınlar, doğanın yolunda yürüsünler…
İnayetin Yolunda Yürümek
The Tree of Life, İncil’deki Eyüp kıssasından bir alıntı ile
açılıyor. İlk bir saati geride bırakırken izlediğimiz, kilisedeki o uzun vaaz
sahnesinin konusu yine Eyüp’tür. Yönetmen Malick’in Eyüp’ün hikâyesine dikkat
çekmesinin sebebi, filmin üç parçalı anlatısında, ana bölümün Eyüp kıssasının
serbest bir uyarlaması olmasıdır. Kutsal kitaplardaki anlatıya göre Tanrı, en
sevdiği, kusursuz olarak nitelendirdiği kullarından biri olan Eyüp’ü önce sahip
olduğu hayvan sürülerini, ardından çocuklarını elinden alarak ve en sonunda da
elim bir hastalıkla sınadı. Eyüp, tüm acılara göğüs gerdi ve isyan etmedi. Eyüp
kıssasının özeti budur. Filme baktığımızda, inayet yolundan ayrılmayan Mrs.
O’Brien’in bir sınava tabii tutulduğunu eşinin işini kaybetmesi, evlerinden
ayrılmak zorunda kalmaları ve ortanca oğullarının ölüm haberini almasıyla
anlıyoruz. Filmin başında anne karakterinin, inayeti seçen insanın sevilmemeyi,
unutulmayı, hakareti ve yara almayı kabullendiğini söylediğini duymuştuk.
Tanrı’dan her ne gelirse açık olacağım demişti. Çünkü inandığı şey, inayetin
yolunu seçenlerin sonunun asla hüsran olmayacağıydı. Tanrı’dan gelen her şeye
açık olacağım demesine rağmen, oğlunu kaybettiğinde Tanrı’yı sorgulamaktan geri
durmuyor Mrs. O’Brien. “Tanrım, neden?”, “Neredeydin?”, “Biliyor muydun?”
sorularıyla oğlunun ölümünü kabullenmeyen bir annenin yakarışlarına şahit
oluyoruz ama Eyüp’ün metanetini ve teslimiyetini Mrs. O’Brien’da göremiyoruz.
Serbest uyarlamadan kastımız da bu. Sonuçta bu duruma, kıssanın 20. yüzyıla
adapte edilmesinin bir sonucu olarak bakabiliriz. Şu bir gerçek ki; ailemiz
50’li yılların muhafazakâr Amerika’sında yaşamasına ve dini vecibelerini yerine
getiren iyi Hıristiyanlar olmalarına karşın, 20. yüzyıl insanından Eyüp gibi
metanetli bir duruş beklemememiz gerekiyor.
The Tree of Life’da anne karakteri, başka birinden duyduğu
bir sözü aktarıyor: “Derler ki, inayetin yolunu seçen her kimsenin sonu,
asla hüsran olmazmış.” Bu cümlede sonsuz hayattan ve nihai kurtuluştan
bahsediliyor. Sevmedikçe hayatın bir değerinin olmadığını dile getiren anne, bu
dünyadaki en değerli iki şeyin sevgi ve erdemli davranış olduğunun altını
çiziyor. Bu yolu seçtiğinizde, hayat yolculuğunuz boyunca başınıza gelen acı
verici olayların doğuracağı sonuçları baştan kabul etmiş olursunuz diyor. Kendi
başına geldiğinde hem kendi varoluşunu hem de bir bütün olarak hayatı sorgulasa
da önemli olanın sonsuz yaşam olduğuna inandığı için inayet yolundan şaşmadan
yürümeye devam ediyor. Çünkü Mrs. O’Brien’a göre önemli olan o yolda olmaktır.
Doğanın Yolunda Yürümek
Jack karakterine odaklanılan filmin üçüncü bölümünü, ikiye
ayırarak incelemek gerekiyor. Zira The Tree of Life’ın en anlaşılmaz bulunan
bölümü tam da burası. Önce yetişkin Jack’e ardından da ailesiyle buluştuğu
kısma bakacağız. O’Brien ailesinin büyük oğlu Jack, babasının işsiz kalıp da
size sert davrandım, bundan gurur duymuyorum ama her şey sizin içindi
minvalindeki itiraflarına karşılık olarak “Ben de senin kadar kötüyüm, ondan
(annesini kast ediyor) daha çok senin gibiyim.” diyor. Babasından sevgi
görmemesi, babasının soğuk ve sert davranışlarından annesinin de suçu olduğuna
inanması gibi sebeplerin de etkisiyle Jack, babası gibi doğanın yolunu seçiyor.
Henüz farkında olmasa da çocukluktan çıktığı dönemde bu seçimi yapıyor. Jack
için kırılma anı ise havuzda yüzdükleri bir gün, kendi yaşlarında bir çocuğun
boğulması, babasının müdahalesine rağmen çocuğun kurtarılamamasıdır. Bu olay,
Jack’i derinden etkiliyor. Tanrı’yı bir çocuğu öldürmekle suçluyor ve şöyle bir
sonuca varıyor: Eğer Tanrı iyi değilse, ben neden iyi olayım. Dolayısıyla da
Jack’in inayetin yolunu seçme olasılığı kalmamış oluyor.
Malick, filmin günümüzde geçen kısmını Jack’in hikâyesine
ayırıyor. Doğanın yolundan giden Jack, babasının eğitimi ve öğütlerinin sayesinde
yürüdüğü yolda nasıl mücadele edeceğini iyi biliyor. Güçlü olduğu ve iyi
olmamayı seçtiği için ayakta kalmayı başarıyor. Esasında ayakta kalmanın da
ötesine geçerek babasının arzuladığı gibi kendi işinin patronu olduğunu
söyleyebiliriz. Jack, doğanın yolunda ilerledi, mücadeleyi kazandı ama hiçbir
zaman mutluluğu yakalayamadı. Çünkü doğanın kendini mutlu etmek istediğini,
dahası, insanların da onu memnun etmesini istediğini öğrenmiştik filmin
başında. Jack, doğa yasasına göre güçlü olduğu ve doğa yasasının kurallarına
uyduğu için doğayı memnun ediyor. Babası, Jack’e tepedeki yöneticilerin oraya
nasıl ulaştıklarını biliyor musun diye sormuştu. Jack, bu sorunun cevabını
yaşayarak öğrendi. İnsani değerlerini kaybetti, yozlaştı ve en önemlisi de
Tanrı’yı kaybetti. Havuzdaki çocuğun ölümünden Tanrı’yı sorumlu tuttu ve
Tanrı’nın kötü olduğuna karar verdi. Jack’in iç sesini dinlediğimizde,
Tanrı’nın kendisine kimi işaretlerle geldiğini ve fakat Jack’in ne olduğunu
anlamadığı sonucuna varabiliriz. “Ama o sendin, hep beni çağırıyordun.”,
“Bana nasıl geldin, hangi biçimde, hangi maskenin ardında?” Bu sorular,
Jack’in artık hayattan hiçbir şekilde tat alamadığı, her şeyin anlamsızlaştığı
yaşlılık döneminde hayatını ve yaptığı seçimi sorguladığı anlamına geliyor. Babası
da doğanın yolunu seçmişti ama doğanın yolunu seçmek, Tanrı’ya yüz çevirmek
değildi. Jack, doğanın yolunu seçtiğinde iyi olmamayı da seçmiş oldu ve böylece
yetişkin olduğunda yalnızlaştı. Yine çocukluğunda Tanrı’nın kötü olduğuna karar
verdikten sonra, Tanrı’yı da unuttu ve tamamen yalnızlaşmış oldu.
Öteki Taraf
Malick, filmin son kısmında artık sırtını tamamen sembolik
anlatıya yaslıyor. Sembolleri anlamlandırarak bu bölümü anlamaya çalışalım.
Jack, asansörle üst katlara doğru çıkıyor. Burada ilginç olan ayrıntı ise bir
tür bipleme sesi duymamız. Yaşam destek ünitesine bağlı hastaların hayatta
olduklarını ve kalplerinin attığını, asansörde duyduğumuz seslere benzeyen kısa
kısa biplemelerden anlarız. Şimdi Jack’in asansörde yükselişini bu biplemelerle
birlikte tekrar düşünelim. Yönetmen Malick, esasında ölümü ve göğe yükselişi
metaforik bir anlatımla veriyor. Bu sahneyi takiben kanyonların olduğu bölgede
gezinen Jack’i ölen kardeşine seslenirken duyuyoruz. Çünkü Jack de öldü ve
özlem duyduğu kardeşine kavuşacağını umuyor artık. Genç bir kızı takip eden
Jack, çölün ortasında derme çatma bir kapıyla karşılaşıyor. Kapı sembolizminin
birçok anlamı olmakla birlikte burada bir dünyadan diğerine geçişi simgelediği
çok açıktır. Jack’i kapıya götüren ise genç bir kadındır. Kadın, diğer tarafa
geçişte, ölenlere yol gösteren bir melek olmalı. Sonraki sahnelerde “Beni
takip et” demesiyle, kadının yol gösterici olduğunun altı çiziliyor.
Üzerinde durulması gereken bir başka sembolizm örneği ise göğe yükselen bir
merdiven kullanılmış olmasıdır. Sembolizmde merdiven, bilinçlenmeye yönelik
kademeli bir yükseliş ve şekil değiştirmenin soyut bir ifadesidir. Merdivenin
göğe yükselmesi de Tanrısallığa doğru bir tırmanıştır. Kamera merdivenden ağır
ağır yukarı çıkar. Jack’in nihai yolculuğu sürer. Onu, başka bir kapıdan
geçerken görürüz. Bu kez karanlığın içine dalar. Burada Jack’in bir bilinmezin
içine girdiği anlatılmak isteniyor. Aralık bırakılan bir diğer kapıdan
çıktığımızda dirilen insanların toplandığı yere -bir sahile- ulaşıyoruz.
Öbür tarafın bir sahil olarak tasvir edilmesi oldukça
anlamlıdır. Çünkü su; yenilenmeyi, arınmayı ve yeniden doğumu simgeliyor.
Ayrıca sahil ve denizle yakalanan atmosfer de seyircinin huzur dolu
hissetmesinde önemli bir rol üstleniyor. Sahilin, bir buluşma noktası, bir
toplanma yeri olduğunu söyleyebiliriz. Gündüz geceye dönüyor ve
karakterlerimizin bekleyişi sürüyor. Jack’in, kardeşleri, annesi ve babasıyla
buluşmasını duygusal yoğunluğu yüksek sahnelerle görselleştiren Malick,
yolculuğun burada bitmediğini vurguluyor. Mekân bir anda değişiyor ve annenin,
kaybettiği oğluna kavuşmuşken, Tanrı’ya “Onu sana veriyorum” demesi,
ondan bir kez daha ayrılması ve daha sonra aynı istikamette tek başına
ilerlemesi, toplanma ve arınma yerinden ebediyete yapılan son yolculuğa
geçildiğini, ayçiçeği tarlası ise Cennet’e ulaşıldığını gösteriyor diyebiliriz.
Teistik Evrimi mi Savunuyor?
The Big Bang’ten başlayarak, dünyamızın, hayatın oluşumunun
ve serpilişinin anlatıldığı 16 dakikalık sekansın, evrim yasasına bağlı olması
sebebiyle filmin son kısmındaki öteki taraf temsiliyle çeliştiği düşünülebilir.
İncil öğretilerinden beslenen, ebediyetten bahseden Malick’in yaratılışı
anlatırken kutsal kitaplardan ayrılması ama bununla birlikte Tanrı’sız bir
yaratılış da düşünemediği için Teistik Evrim modelini kendisine yakın bulduğu
sonucuna varabiliriz. Teistik Evrim’de hayat, klasik evrimci görüşte olduğu
gibi tek bir özden oluşmuştur. Buradaki temel farklılık Tanrı’nın
müdahalesidir. Teistik Evrimde kendiliğindenlik yoktur, her şey Tanrı’nın
arzusuyla gerçekleşmektedir. Ebediyete özgün bir yorum getiren yönetmenin, aynı
özgünlüğü varoluşu Teistik Evrimle açıklayıp insanoğlunun hayat yolculuğunu
dinlere yaslanarak anlatışında da görüyoruz. Zaten 20. yüzyılda doğal seleksiyonun
sürdüğüne işaret edilmesi ve İncil’den Eyüp kıssasının serbest bir biçimde
uyarlanarak, ikisinin bir arada verilmesi bahsettiğimiz özgün anlatının bir
göstergesidir.
Malick, filmin bu bölümünü, malum olan sıfır noktasından
başlatırken Mozart’ın Lacrimosa’sını kullanıyor. Filmin hemen hemen her anında
arka fonda müzik var ama burada Lacrimosa tercihiyle, sanatsal bir yaratım
işaret ediliyor. Evrenin genişlemesi, gezegenlerin oluşumu derken dünyamıza
geçiyoruz. Bilimin doğrularıyla dünyada hayatın ortaya çıkabilmesi için uygun
ortamın oluşmasını kronolojik olarak takip ediyoruz ve her an Tanrı’nın
varlığını hissediyoruz. Elbette yönetmenimizin isteği olduğu için bu şekilde
yorumluyoruz. Zira bu bölümde Mrs. O’Brien’in Tanrı’ya yakarışlarının
verilmesi, Teistik Evrim düşüncesinin pekiştirilmesi işlevini görüyor. Tek
hücrelilerden başlayıp okyanuslardaki küçük canlılara, suda yaşayanlardan kara
canlılarına doğru evrimin Dinozorlara kadar olan aşamasını izliyoruz. Zayıf
olanların yaşam savaşını kaybetmesini, vahşi doğada hayatta kalabilmenin
zorluğunu dingin anlatımına zarar vermeyecek örneklendirmelerle veriyor usta
sinemacı Malick.
Sonuç
Filmin ana bölümündeki “Tanrım neden?” gibi klasik yas süreci sorularının ardından gelen “Senin için biz kimiz?” suali, doğrudan yaratılış amacımızı sorguluyor. Tanrı için ne ifade ettiğimiz üzerine düşündürmesinden ziyade, daima kendi penceremizden bakarak cevaplamaya çalıştığımız varoluş amacımızın ne olduğu, hayatın anlamını nerede ve nasıl bulacağımıza yönelik sorulara alternatif ve daha önce (sinemada) sorulmamış başka bir soruyla yaklaşmamızı öneriyor bu film. Malick, insanın yolculuğunu, insanın doğumundan (varoluşundan) öncesini ve ölümünden sonrasını da kapsayacak bir anlatıyla beyazperdeye taşıyor. Sonuç olarak da, insanlığın zorlu hayat yolculuğunu, seçimlerimiz ve bu seçimlerin sonuçları üzerinden değerlendiren yönetmen, seyircisini, kendi seçimleri üzerine bir kez daha düşünmeye davet ediyor.