Toplumların tarihleri, gelenek ve görenekleri, örf ve adetleri ve yaşama biçimlerinin doğrudan etkilediği mizah her alanda varolabilen bir sanat türü. Ve belki de hepsi içinde en öznel olanı diyebiliriz. Toplumların sosyo-kültürel yapılarındaki ayrımlardan doğan farklı mizah anlayışlarını bir yana bırakırsak, bireysel olarak aynı kültürü paylaşan insanların da komediye bakışı tamamen zıt olabilmekte. Bu aşırı subjektiflik durumu mizahta daha keskin ayrımları beraberinde getiriyor.
Sinemanın ilk dönemlerinden bugüne drama gibi her türe sirayet edebilen komedi, bugüne gelene dek Charlie Chaplin, Buster Keaton, Peter Sellers, Louis de Funes, Jack Lemon, Mel Brooks, Kemal Sunal, Woody Allen, Steve Martin gibi daha sayamayacağımzı birçok yıldız gördü. Zamanla yeni alt türler doğurup, skalasını genişletti. Sessiz sinema döneminde Slapstick komedi iş yaparken, Tv’nin icadıyla Sitcom yükseldi. 80’lerde korku\komedi, 90’larda romantik komedi patladı. Günümüzde yani artık internet çağı olarak kabul ettiğimiz 2000’li yıllarda ise tuvalet komedisiyle seks komedisinin rağbet gördüğünü söylersek yanışmış olmayız.
Yeni anlatım biçimleri ve film modelleriyle klişeleri girdabı içinde kaybolmamayı başaran komedi, 2000’li yıllara 90’ların en popüler komedyeni Jim Carrey’nin Me, Myself & Irene ve Bruce Almighty gibi üstün işleriyle girdi. 90’larda parlamaya başlayan Adam Sandler, Jim Carrey’nin düşüşüne paralel olarak yükseldi. Her ne kadar, son 10 yıla damga vuracak bir filmde yer alamasa da büyük kitlelerin sevdiği bir stara dönüştü. Knocked Up ve The 40 Year Old Virgin gibi yetişkin komedileriyle Judd Apatow, Thank You for Smoking ve Juno gibi işleriyle Jason Raitman, Shaun of the Dead ve Hot Fuzz gibi parodileriyle de Edgar Wright son dönemin öne çıkan yönetmenleri oldular. Kendine has sineması ve mizah anlayışıyla Wes Anderson’u da anmak şart.
Zombieland (2009)
Kimyasını tutturmanın en zor olduğu tür belki de korku\komedidir. Bu eğilimin 80’lerdeki akılda kalıcı örneklerini bir kenera koyarsak 2004’te izlediğimiz Shaun of the Dead, zombi parodisi yaparak kısa sürede klasikleşti. Son 10 yıl kapsamında değerlendiremediğimizden de dışarda kaldı. Ruben Fleischer’in yönetmen kolduğuna oturduğu Zombieland da Shaun of the Dead’in açtığı yolu takip ediyor. Ancak zombi filmi parodisi yapıyor diyemeyiz. Zombilerin ele geçirdiği dünyada, bir grup insanın hayatta kalma savaşını ele alan film, gerçek bir eğlence vadediyor. Karşımızda düpedüz bir zombi filmi var ama zombiler burada korku unsuru değiller. Zombi komedisi açısından yenilikçi fikirleri olmamasına karşın, ilk sinema filmini çeken Fleischer’ın korku\komedinin hakkını veren bir iş ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Karakterlerimizin birbirinden ilginç zombi avlama sahnesiyle, aksiyona da kayan Zombieland’ın en büyük artısı yönetmenin üslubu bana kalırsa. Klasik zombi filmi işleyişine sahip olsa da araya giren flashback sahnesi, Bill Murray’in evine yapılan ziyaret gibi bölümleri ve sulandırılmayan mizahıyla iz bırakarak, devam filminin kapısını açtı.
This is the End (2013)
“Dışardaki dünya yok olup giderken, arkadaşlarınızla bir evde sıkışıp kalsanız ne olurdu?” sorusunu peşine takılan Seth Rogen – Evan Goldberg ikilisinin yazıp yönettiği This is the End, kıyamet filmlerinin parodisine soyunuyor. Komedinin en az rağbet gören alt türlerinden parodiyi seçen Rogen ve Goldberg, bunu da tuvalet mizahının en uç örneklerinden birine dönüştürerek, bel altı esprilerle süsleme yoluna gitmişler. Karakterlerimizin ağzından eksik olmayan küfür, birtakım seyirci için kaldırılabilir seviyenin oldukça üzerinde ama “çok küfürlü ve iğrenç” diyerek filmden hızlıca uzaklaşan seyirci şunu unutmamalı; küfür ve argo kullanımı karakterlerin durumu ve hikayenin gittiği kırılma noktası için bir zorunluluk teşkil ediyor. Filmde iyi-kötü çatışması ilahi bir boyuta çekiliyor. İyi insan -kötü insan savaşı bireyin kendi içine döndürülerek basit ama doğru bir yol izlenmesini sağlamış. Özellikle vurgulanan ise ancak kalpten yapılmış bir iyiliğin insanı kurtuluşa eriştirebileceği fikri. Absürtlüğü ve pervasızlığıyla sivrilen This is the End, oldukça matrak bir komedi filmi. Sınırlı bir kitleye hitap ettiği ise aşikar…
Horrible Bosses (2011)
Bizde Patrondan Kurtulma Sanatı adıyla vizyona çıkarılan Horrible Bosses, iş dünyasına odaklanıp, kara mizahın enteresan örneklerinden birine dönüşen başarılı bir komedi. Film; Dale, Nick ve Kurt adlı üç arkadaşın, hayatlarını cehenneme dönüştürdüklerini düşündükleri patronlarından kurtulmaya çalışmalarını konu alıyor. Karakterlerimizin işler kötüye gittiğinde daha önce ortaya attıkları patronlarını öldürme fikrine dönmeleri, çaprazlama yaparak birbirlerinin patronlarını öldürme planları ve bu işin hiç de kolay olmaması, kahkalarla izlenen bir kara komediyi doğuruyor. İlginç olansa yapı itibariyle kara komedilerin genel olarak pek de komik filmler olmamalarıdır. Zıt karakterleri bir araya getirmesinin yanı sıra karakter yaratmadaki başarısıyla bir adım öne çıkıyor Horrible Bosses. Ana karakterler bir yana Kevin Spacey, Colin Farrell ve Jennnifer Aniston’un patron tiplemeleriyle adeta sınıf atlattıkları bir komedi bu. Seth Gordon, ikinci uzun metraj çalışmasında senaryonun elverdiği ölçüde elinden ne geliyorsa yapmış. Geçtiğimiz aylarda devam filminin de çıktığını hatırlatalım.
Midnight in Paris (2011)
Komedi dediğimiz türün sinemadaki en önemli temsilcilerinden Woody Allen, 2000’li yıllarda komedi ve dramın dışına çıkıp farklı işlere de imza attı. Son dönem eserleri genel olarak altın dönemi olan 70’li ve 80’li yılları aratsa da Match Point ve Midnight in Paris gibi icraatlarıyla hala form tutabildiğini gösterdi üstad. Geceleri Paris sokaklarında ilham arayan bir yazarın, bir anda kendisini 20’li yılların Paris’inde bulmasını kendisine konu edinen Allen, içinde fantastik tatlar barındıran bir komediye imza attı. Sanat dallarında gezinip, entelektüel komediler üreten Allen, Midnight in Paris’te seyircisini Paris’in altın dönemine götürüyor. Gil’in yaratıcılık krizini aşmak isteyen bir yazar olduğunu düşünürsek; Salvodor Dali, Pablo Picasso, Ernest Hemingway, Scott Fitzgerald ve Luis Bunuel gibi alanında devleşmiş isimlerle tanışıp sohbet etme imkanı bulması oldukça anlamlı. Pek çok çalışmasında yeni film modelleriyle karşımıza çıkan Allen, burada sırtını yaratıcı kalemine yaslıyor. Sanat yönetimi, nostalji duygusu ve mizahıyla akıllarda kalan Midnight in Paris, Allen’ın tatmin edici son filmiydi.
The Dictator (2012)
Saplantılı olduğu biricik ülkesine demokrasinin asla gelmemesi için hayatını dahi tehlikeye atan Kuzey Afrikalı diktatör Aladeen'in kahramanlık öyküsü olarak özetlenebilecek hikaye İngiliz usulü bir absürd komedi örneği. Sacha Baron Cohen, ilk olarak Saddam, Kaddafi gibi diktatörlerin olası zevk ve sefahat içindeki yaşamlarını tamamen kurgusal Aladeen karakteriyle hicvediyor. Henüz ilk dakikalarda başlayan kahkaha tufanı dinmek bilmiyor ve 80 dakika boyunca birbirinden unutulmaz sekansla (markette doğum sahnesi akıllara zarar) devleşiyor. Komedi filmlerinde komediyi tüm filme yaymak öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Hele aynı tonu tutturup devam edebilmek büyük yetenek ister. The Dictator'ın en büyük kozu komik olmayı başarabilmesi. The Great Dictator'dan esinlenen filmde, diktatörün yerine geçen 'benzeri' fikri burada farklı bir biçimde uygulanıyor. 11 Eylül sonrası Amerikan halkının İslama ve Araplara bakışı -hiç eksik olmayan absürd mizah anlayışıyla- eleştirel bir boyuta da taşınarak içi boş bir komedi filmi olmanın ötesine geçebiliyor The Dictator. Larry Charles’ın yönettiği filmi sevip sevmeyeceğiniz de absürd mizaha bakışınızla yakından ilgili.
Crazy, Stupid, Love (2011)
I Love You Phillip Morris adlı komediyle adlarını duyuran yönetmenler Gleen Ficarra – John Requa’nın yetenekli senarist Dan Fogelman’la bir araya geldiği “Crazy, Stupid, Love”, romantik komedi alt türünün en iyi diyemesek de en komik örneklerinden biri. Karısının kendisini aldattığını ve boşanmak istediğini söylemesiyle dünyası başına yıkılan Cal, genç ve yakışıklı playboy Jacob’la tanışır ve ondan kadın tavlama sanatını öğrenir. Bu aynı zamanda kendisini keşfetmesini sağlayacaktır. Filmin merkezinde Cal olsa da, eşi ve çocuklarının aşk hayatı birbirleriyle kesişecek biçimde işleniyor. Fogelman’ın ustalıkla ördüğü ilişki sarmalı, filmin ikinci yarısında karakterlerimizin birbirine girdiği bölümde içinden çıkılmaz bir hal alırken, gerçek bir kahkaha tufanı da kopuyor. Zirve noktası elbette unutulmaz ama espriler, filmin geneline yayılmış. Romantik komedi klişelerini kullanan ama yeri geldiğinden klişenin klişe olduğunu da söyleme erdemini gösteren ve asla pes etme mesajı veren “Crazy, Stupid, Love”, yıldız kadrosunun hakkını da sonuna kadar veren bir komedi.
Ted (2012)
Tv kökenli işleriyle tanınan komedyen Seth MacFarlane’in ilk yönetmenlik denemesi olan Ted’de 8 yaşında bir çocuğun, bir Noel gecesi oyuncak ayısının canlanmasını, kendisine gerçek bir arkadaş olmasını dilemesi ve bu dileğin gerçek olmasıyla başlayan tuhaf dostluğun hikayesi konu ediliyor. MacFarlane, Ted’de ilginç bir formülün izini sürüyor. Masalsı tabanda romantik komedi çekiyor, bunu da fantastiğe alan açarak yapmayı deniyor. Yazar-yönetmenimiz anlatıcı sese; “ Emin olabileceğiniz bir şey varsa, o da küçük bir çocuğun dileğinden daha güçlü bir şey olmadığıdır” dedirterek, Ted’in varoluşuna kafa yormamızı istemiyor. Amaç güldürmek olduğundan bize de bu masalın tadını çıkarmak düşüyor. MacFarlane, bahsettiğimiz masalsı tabanı açılış ve kapanışta kullanıp, komediye odaklanabilmek için Ted’i günlük hayatın sıradanlığının ortasına atıveriyor. Burada da tuvalet mizahı ve seks komedisi devreye sokuluyor. Bazen ucuz ama çoğunlukla iyi esprilerle amaca ulaşılıyor. 80’lerin kült fantezisi Flash Gordon’a saygı duruşunda bulunması ve klasiklere yapılan göndermelerle eğlence katsayısını artıran Ted, bir komedi filmi olarak tüm vaadlerini yerine getiriyor.
The Hangover (2009)
Road Trip, Old School ve Starsky & Hutch gibi orta karar komedi filmleriyle tanıdığımız Todd Phillips’in şeytanın bacağını kırdığı çalışması The Hangover, seçkimize girmekte hiç zorlanmadı. Bekarlığa veda partisi için Las Vegas’a giden dört arkadaşın, başlarından geçen sıradışı olayları konu alan film, klişelerden uzak durmasıyla değerini katlayan bir yapım. Felekten bir gece çalmak isteyen dört arkadaşın, farkında olmadan aldıkları bir hapla kendilerinden geçmeleri, gece dair hiçbir şey hatırlamamaları ve başlarına açtıkları türlü dertle uğraşırken, hakiki bir komedi yaratmış yönetmenimiz Phillips. Karakterlerimizin ne yaptıklarını ve başlarına ne geldiğini hatırlamaması, seyircinin önüne çözüm bekleyen bir yapboz koyulmasını sağlamış. Adım adım ve çözülerek ilerleyen, karakterlerimiz dibe battıkça komedi dozunu artıran bir komedi The Hangover. Karakter çalışmasının ve oyuncuların kimyasının tutmasın da başarıda büyük pay sahibi olduğunu not düşelim. İki devam filmi çekilen The Hangover’ın, bu ilk filmiyle türe taze soluk getirdiğini söyleyelim.
Stranger Than Fiction (2006)
İyi komedi nedir sorusuna verilebilecek en iyi cevaplardan biri de Stranger Than Fiction’dır. İlk senaryosunu yazan Zack Helm inanılmaz bir yaratıcılık sergilerken, kamera arkasındaki yetenekli isim Marc Foster da kendisini aşarak bir başyapıtın doğuşunu sağlamış. Kafasının içinde kendi hayatını anlatan bir ses duyan Harold Crick, çok geçmeden bir roman kahramanı olduğunu ve yazarın da kendisini ödürmeyi planladığını öğreniyor. Harold’ın bir edebiyat profesöründen yardım almaya başlamasıyla komediyle trajedi arasında gidip geliyoruz. Stranger Than Fiction, her hikayenin mutlaka iki yüzü olmak zorunda diyor: Komedi ve trajedi… Biz ise bir komedideyiz. Harold bunu araştırırken, aklımıza gelen ise iyi komedilerin yolunun dramatik açıdan da güçlü hikayelerden geçtiği oluyor. Yazar bunalımını işlerken, yazarların eserleri ve yarattıkları karakterlerle ilişkileri üzerine de içi dolu cümleler kuran film, kaliteli esprileriyle komediyi boşlamıyor. Benzer bir çıkış noktasına sahip Ruby Sparks’a da esin kaynağı olan Stranger Than Fiction, son yirmi yılın en özgün komedisi.
Little Miss Sunshine (2006)
79. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film dahil 4 dalda adaylık elde edip, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Alan Arkin) ve En İyi Özgün Senaryo Oscar’ını kazanma başarısını gösteren bu bağımsız sinema şaheseri son 10 yılın en iyi komedisiydi. Adını; ailenin küçük kızı Olive’in katılmaya hak kazandığı güzellik yarışmasından alan filmde, her biri çeşitli sorunlarla boğuşan aile bireylerinin, Olive’i yarışmaya götürmek için sevimli sarı minibüsleriyle yaptıkları yolculuk esnasında yaşadıkları işleniyor. Arıza karakterlerini film boyunca çarpıştıran Little Miss Sunshine, sevimli, naif bir aile komedisi olmakla birlikte dramatik yapısı da oldukça sağlam bir iş. Hatta aynı hikayeyle temiz bir drama da çekilebilirmiş. Karakterlerin birbirleriyle atışmaları ve yolculuk sırasında yaşadıkları birtakım sorunlarla komediye ulaşan yönetmenlerimiz Jonathan Dayton ve Valerie Faris; filmin komedi yükünü kokainman dede, ailesine küsüp konuşmamayı seçen Dwayne, Olive ve bir karakter gibi kullandıkları sarı minibüsün sırtına veriyor. Sıradan bir Amerikan ailesinin neşe dolu hikayesini aile olmanın, birlik olmanın altını çizerek anlatmayı deneyen Little Miss Sunshine’ın özetle “başkası olma kendin ol” mesajı verdiğini söyleyebiliriz.