16 Şubat 2025

The Dark Tower Üzerinden Hollywood’un Fantastik Edebiyat Uyarlamalarına Bir Bakış

Stehpen King’in best-seller klasiği The Dark Tower serisi, birçok kez iptal olmasının ardından, hayata geçirildi ve 2017’de tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de vizyona girdi. Colombia Pictures’ın yılın en kötü filmleri listelerinin gediklisi olmakta zorlanmayan The Dark Tower uyarlaması, beni bu yazıyı kaleme almaya itti. Bir romanı sinemaya taşırken hangi hatalar yapılıyor, bu hatalar neden yapılıyor ve iyi bir uyarlama için nelere dikkat edilmesi gerekiyor? The Dark Tower uyarlaması üzerinden bu soruları irdeleyeceğiz. 

Sessiz sinema döneminden bu yana edebiyat, sinemayı besleyen ana sanat dalı olmayı sürdürüyor. Ancak bu yazıda bu ilişkinin sebepleri ve sonuçlarına hiç girmeyeceğim. Edebiyat-sinema etkileşiminin 2000’li yıllarda neden arttığına değinelim öncelikle. Bu etkileşimde kırılma 2001’de gerçekleşti. Lord of the Rings ve Harry Potter serilerinin başarısı, daima büyük düşünen Hollywood’un fantastik edebiyata yönelmesini sağladı. Hep tutan formüllerin izini süren Hollywood’da kısa sürede gişe canavarına dönüşmesi umuduyla The Chronicles of Narnia, Eragon, The Golden Compas ve The Spiderwick Chronicles gibi seriler sinemaya uyarlandı. The Chronicles of Narnia’ın kısmi başarısı, eserin sinemada da seriye dönüşmesini sağlarken, diğer uyarlamalar tek filmde kaldı. Başarısız örnekler, Hollywood’un bu süreci başlatan filmlerin dünyasına geri dönmesinde itici bir rol oynadı. The Hobbit kitabı sinemada üçlemeye dönüşürken, Fantastic Beast and Where the Find Them’in ise beş filmden oluşan uzun soluklu bir seri olması planlanıyor. Bilimkurgu cephesinde de benzer bir durum yaşandığını söylemeliyiz. Buradan yola çıkarak, 2000’li yılları sinemada fantastik ve bilimkurgu edebiyatı serilerinin dönemi olarak addedebiliriz. Hollywood’un kurtuluşu serilerde bulması, bu dönemde fantastik sinemanın altın çağını yaşamasında başat rol üstlendi. Bilimkurgu sinemasının da bilimkurgu edebiyatını arkasına alarak ikinci altın çağına girmesinde azımsanmayacak bir rol oynadı bu seriler. Özgün üretimin azaldığı ve yaratıcılık krizinin baş gösterdiği son 10-15 yıllık dilimde Requiem for a Dream, The Hours, There Will Be Blood, No Country for Old Men, Zodiac ve Arrival gibi kalburüstü filmleri edebiyata borçluyuz ne de olsa. Diğer yandan Hollywood’un gişe kaygısıyla edebi eserleri kötüye kullandığını görmekteyiz. Bir romandan (The Hobbit) üç film çıkarılmasını, gişede büyük kazanç sağlayan Twillight ve Hunger Games’in son kitaplarının iki bölüm halinde sinemaya uyarlanmasını edebiyatın sömürülmesi olarak kayıtlara geçtik. Bir kitabın tekrar tekrar sinemaya uyarlanmasına iyi niyetle bakmamız da pek mümkün değil ancak asıl sorun stüdyoların uyarladıkları kitapların hakkını vermek şöyle dursun, daha fazla gelir elde edebilmek adına olmayacak hatalar yapması. Şimdi tek tek o hatalara bakacağız.

Yönetmen seçimi

Yönetmen bir filmin her şeyidir. Dolayısıyla da filmi yönetmesi için anlaştığınız ismin, uyarlayacağınız eserin altından kalkabilecek kapasitede olduğuna emin olmalısınız. Mesela The Dark Tower gibi milyonlarca okuru olan devasa bir serinin ilk filmini, ülkesi Danimarka’da kısmi bir başarılı yakalayan Nikolaj Arcel’e teslim ederseniz, başarısızlığa giden yolda büyük bir adım atmış olursunuz. Neden? Çünkü ülkesinde takdir edilen bir yönetmen olmasına karşın, fantastik sinemada rüştünü ispatladığını söyleyebileceğimiz bir sinemacı değil kendisi. Ayrıca hem serinin hayranlarının hem de stüdyonun oluşturacağı baskıyla Arcel’in başa çıkıp çıkamayacağı da tam bir muamma. Dolayısıyla da Hollywood stüdyo sistemini iyi bilen bir yönetmenin tercih edilmesi daha doğru bir karar olacaktı. Avrupa’dan yönetmen ithal ediyorsanız, onu memur yönetmen olarak kullanamazsınız. Arcel’in bir vizyonu olduğunu düşünüyorsanız, projenizi güvenerek ellerine teslim etmeli, onu kukla gibi oynatmamalısınız. Stüdyo, yönetmene her isteğini kabul ettiriyorsa, artık yönetmen o filmin her şeyi değildir. Bu durumda da ortaya çıkacak filmin, bir sanat eseri olması mümkün değildir. Olsa olsa ticari bir ürün olacaktır. The Dark Tower örneğinde durum şuydu: stüdyo risk almak istemeyerek bir risk aldı ve başarısız oldu. Stüdyo filmin yönetmenine güvenmedi, kendisine güvendi. Filmi, bilimkurgu\fantezide isim yapmış, vizyoner bir yönetmene emanet ederek de risk alabilirlerdi ama bunu yapmadılar. Eserin sinemaya uyarlanmasındaki zorlukları, memur yönetmenlikle aşabileceklerini sandılar. Yaratıcılık isteyen hangi edebiyat uyarlaması başarabildi ki bunu? Son yıllarda aynı kaderi paylaşan birçok fantastik edebiyat uyarlaması gördük, bu gidişle görmeye de devam edeceğiz.

Serbest ve Sadık Uyarlama meselesi

Bir romanı sinemaya adapte ederken, sinema ve edebiyatın anlatılarındaki temel farklılıklar sebebiyle uyarlamanın birebir olması beklenmez. “Sadık bir uyarlama olmuş” dediğimizde kastettiğimiz ufak tefek değişiklikler dışında olay akışının korunmasıdır. Senaryonun yazım aşamasında senaristin, yazarın kurduğu dünyayı iyi özümsemesi ve karakterlerin motivasyonlarını anlaması gerekiyor. X karakterinin asla söylemeyeceği bir sözü yazmaması gerekiyor. İster serbest isterse sadık bir uyarlama olsun, filmin Hollywood kolaycılığından muzdarip olmaması elzemdir. Uyarlama sürecinde eserdeki detayların kaybolması kaçınılmaz olmasına karşın, eserin özünden uzaklaşılması, derinliğin ve anlamın kaybolması ve de romanın içinin boşaltılması, romanı okuyanların gazabıyla birlikte okumadan filmi izleyenlerin de kaybolan potansiyel sebebiyle olumsuz yorumlarına sebebiyet verecektir. Serbest uyarlamalarda ise özellikle değiştirilen detayların yerini nasıl doldurduğunuzdur mühim olan. Stephen King, Stanley Kubrick’in ellerinde bir korku klasiğine dönüşen The Shining uyarlamasını beğenmemiştir. Sebebi ise hikâyeye kendi yorumunu katarken, Kubrick’in hafife alınmayacak değişiklikler yapmasıydı. King’in memnuniyetsizliğine rağmen, Kubrick bir korku klasiği yaratmayı başarmıştır. The Shining, istisnai örneklerden biridir. Önemi ise şudur: Uyarlamayı yapan senaristin\yönetmenin, nasıl bir yaklaşım gösterirse göstersin, ne yaptığını biliyor olması ve güven vermesi gerekiyor. Bu noktada The Dark Tower’a geri dönmemiz gerekiyor. Filmin dört kişiden oluşan senarist ekibinin başında deneyim bir isim olan Akiva Goldsman bulunuyor. Çoğunlukla roman uyarlamaları yapan Goldsman, 2002’de A Beautiful Mind ile En iyi Uyarlama Senaryo kategorisinde Altın Küre ve Oscar almış bir isim. Ancak bu başarısının ardından best-seller olmuş The Da Vinci Code ve Angels and Demons ile Dan Brown okurlarının hışmına uğradı. Daha sonra Winter’s Tale ve The 5th Wave uyarlamalarıyla da bilimkurgu, fantastik ve macera gibi tür filmlerinde aranan isim olmadığını kanıtladı. Stüdyonun bu başarısızlığı görmezden gelerek The Dark Tower senaryo ekibinin başına Goldsman’ı getirmesi düşündürücü. Zira Goldsman ve senarist ekibinin serbest uyarlama adı altında yaptıkları iş akıl alır gibi değil. Stüdyonun direktifleri doğrultusunda, esasında serbest uyarlama değil de yedi kitaplık seriyi temel alarak, kendi kafalarına göre bir hikâye yazmışlar. Filmde Stephen King’in Kara Kule’sine dair pek bir şey bırakmamışlar. Colombia Pictures’ın gişe kaygısı, filmimizi her yaştan insan izlesin düşüncesi (The Dark Tower’ı 7 yaş üstü herkes izleyebiliyordu) hezimeti getirdi ve sinema okullarında kötü uyarlama örneği olarak gösterilmesi gereken bir iş çıktı ortaya. Esasen The Dark Tower, fantastik edebiyata sarılan Hollywood için bulunmaz bir fırsattı. 7 kitaptan 7 film çıkarılabilirdi. Esinlenmeye daha yakın duran sözde serbest uyarlama yerine ilk kitabı tüm riskleri alarak sadık bir biçimde uyarlamayı göze alabilseydi bugün farklı şeyler konuşuyor olurduk eminim.

Karakter-Oyuncu Uyumu

Bir romanı sinemaya uyarlarken, eserdeki karakterlerin fiziksel özellikleri, birebir yazarın tasvir ettiği gibi olmak zorunda değil. Ancak esere ve o eseri okuyan milyonlarca okura saygı duymak zorundasınız. Dolayısıyla da romandaki karakterlerin fiziksel görünümlerine olabildiğince yakın tipte oyuncular bulmanız gerekir. Hollywood’un genel olarak bu konuda iyi işler çıkarttığını kabul etmek gerekiyor fakat The Dark Tower örneğinde olduğu gibi alınan skandal kararların, okurları ve sinemaseverleri, romanların sinema adaptasyonları hususunda bir sorgulamaya ittiğini belirtmemiz lazım. The Dark Tower’daki skandal, ana karakter Silahşor Roland Deschain’in siyahi bir karaktere dönüştürülmesiydi. Bu da yetmez mi gibi karakterin hantal Idris Elba’ya teslim edilmesi bir başka hatalı karardı. Sonuçta seyirci -özellikle de romanı okuyan seyirci- beyazperdede gördüğü karakterin Roland olduğuna inanmazsa film amacına ulaşamayacaktır. Tüm uyarlamalar için geçerli bir kuraldır bu. Stüdyonun neden böyle bir karar aldığına mantıklı bir açıklama getiremedik doğrusu. Sebebi ne olursa olsun, stüdyonun eserin milyonlarca hayranının vereceği\verdiği tepkiyi umursamaması, bu yaklaşımın Hollywood’da yaygınlaşabileceğine yönelik endişelerimizi arttırıyor.

Yazarın Yarattığı Dünyanın Görsel Karşılığını Bulabilmek

Fantastik ve bilimkurgu edebiyatı uyarlamalarında önemini yadsıyamayacağımız konulardan biri de eserde yaratılan dünyanın görsel karşılığını bulabilmektir. Yazarın yarattığı düşsel dünya, her okurun zihninde farklı bir şekilde canlanır. Uyarlamada esas olan ise yazarın imgelemine en yakın olanı bulabilmektir. Peter Jackson’ın, Lord of the Rings üçlemesinde Tolkien’in Orta Dünya’sını yeniden tasarlarken gösterdiği titizlik örnek alınmalı. Ancak şu bir gerçek ki, görsel karşılık bulma hususunda ne kadar iyi bir iş ortay koysanız da Lord of the Rings’te olduğu gibi eserin tutkulu hayranlarını memnun etmeniz oldukça zor. En iyi örnekten en pespaye olanına geçelim. Nikolaj Arcel’in The Dark Tower’ı Stephen King’in paralel evren fantezisiyle yarattığı dünyaları, diğer konularda olduğu gibi özensiz ve kendi bildiğini okuyarak yaratmaya çalışıyor. Eski zamanları anımsatması gereken diyar, post apokaliptik bilimkurguların dünyasına daha yakın duruyor, seçilen renklerden mekân tasarımlarına kadar her bir detay seyirciyi Stephen King’in dünyasından uzaklaştırıyor. Eserin ruhunu korumanızın yolu, olay akışını değiştirseniz de karakterlerin ve o dünyanın yaratımından geçer. O dünyayı yaratmak da yüksek bir bütçenin yanında hep bahsettiğimiz yaratıcı bir ekibin varlığıyla yakından ilgili diyebiliriz. The Dark Tower, oldukça sinematografik bir eserdir. Dolayısıyla filmin kozlarından biri de görsel vizyonu olacaktır. Ancak bu vizyonu 60 milyon dolar gibi, bu çaptaki bir eser için düşük sayılabilecek bir bütçeyle sergilemeniz pek kolay değil. Görselliğin arşa erdiği, bütçelerin 200-250 milyon dolarlara çıktığı bir dönemde mütevazı bütçelerle fark yaratmanız kolay değil. 

Görüldüğü üzere The Dark Tower, bir fantastik edebiyat serisi sinemaya nasıl uyarlanmamalının en somut örneğidir. Elbette Hollywood, bildiğini okumaya devam edecektir. 

5 Şubat 2025

2000'li Yıllardan 10 Komedi Filmi

Toplumların tarihleri, gelenek ve görenekleri, örf ve adetleri ve yaşama biçimlerinin doğrudan etkilediği mizah her alanda varolabilen bir sanat türü. Ve belki de hepsi içinde en öznel olanı diyebiliriz. Toplumların sosyo-kültürel yapılarındaki ayrımlardan doğan farklı mizah anlayışlarını bir yana bırakırsak, bireysel olarak aynı kültürü paylaşan insanların da komediye bakışı tamamen zıt olabilmekte. Bu aşırı subjektiflik durumu mizahta daha keskin ayrımları beraberinde getiriyor.

Sinemanın ilk dönemlerinden bugüne drama gibi her türe sirayet edebilen komedi, bugüne gelene dek Charlie Chaplin, Buster Keaton, Peter Sellers, Louis de Funes, Jack Lemon, Mel Brooks, Kemal Sunal, Woody Allen, Steve Martin gibi daha sayamayacağımzı birçok yıldız gördü. Zamanla yeni alt türler doğurup, skalasını genişletti. Sessiz sinema döneminde Slapstick komedi iş yaparken, Tv’nin icadıyla Sitcom yükseldi. 80’lerde korku\komedi, 90’larda romantik komedi patladı. Günümüzde yani artık internet çağı olarak kabul ettiğimiz 2000’li yıllarda ise tuvalet komedisiyle seks komedisinin rağbet gördüğünü söylersek yanışmış olmayız. 

Yeni anlatım biçimleri ve film modelleriyle klişeleri girdabı içinde kaybolmamayı başaran komedi, 2000’li yıllara 90’ların en popüler komedyeni Jim Carrey’nin Me, Myself & Irene ve Bruce Almighty gibi üstün işleriyle girdi. 90’larda parlamaya başlayan Adam Sandler, Jim Carrey’nin düşüşüne paralel olarak yükseldi. Her ne kadar, son 10 yıla damga vuracak bir filmde yer alamasa da büyük kitlelerin sevdiği bir stara dönüştü. Knocked Up ve The 40 Year Old Virgin gibi yetişkin komedileriyle Judd Apatow, Thank You for Smoking ve Juno gibi işleriyle Jason Raitman, Shaun of the Dead ve Hot Fuzz gibi parodileriyle de Edgar Wright son dönemin öne çıkan yönetmenleri oldular. Kendine has sineması ve mizah anlayışıyla Wes Anderson’u da anmak şart. 

Zombieland (2009)

Kimyasını tutturmanın en zor olduğu tür belki de korku\komedidir. Bu eğilimin 80’lerdeki akılda kalıcı örneklerini bir kenera koyarsak 2004’te izlediğimiz Shaun of the Dead, zombi parodisi yaparak kısa sürede klasikleşti. Son 10 yıl kapsamında değerlendiremediğimizden de dışarda kaldı. Ruben Fleischer’in yönetmen kolduğuna oturduğu Zombieland da Shaun of the Dead’in açtığı yolu takip ediyor. Ancak zombi filmi parodisi yapıyor diyemeyiz. Zombilerin ele geçirdiği dünyada, bir grup insanın hayatta kalma savaşını ele alan film, gerçek bir eğlence vadediyor. Karşımızda düpedüz bir zombi filmi var ama zombiler burada korku unsuru değiller. Zombi komedisi açısından yenilikçi fikirleri olmamasına karşın, ilk sinema filmini çeken Fleischer’ın korku\komedinin hakkını veren bir iş ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Karakterlerimizin birbirinden ilginç zombi avlama sahnesiyle, aksiyona da kayan Zombieland’ın en büyük artısı yönetmenin üslubu bana kalırsa. Klasik zombi filmi işleyişine sahip olsa da araya giren flashback sahnesi, Bill Murray’in evine yapılan ziyaret gibi bölümleri ve sulandırılmayan mizahıyla iz bırakarak, devam filminin kapısını açtı.

This is the End (2013)

“Dışardaki dünya yok olup giderken, arkadaşlarınızla bir evde sıkışıp kalsanız ne olurdu?” sorusunu peşine takılan Seth Rogen – Evan Goldberg ikilisinin yazıp yönettiği This is the End, kıyamet filmlerinin parodisine soyunuyor. Komedinin en az rağbet gören alt türlerinden parodiyi seçen Rogen ve Goldberg, bunu da tuvalet mizahının en uç örneklerinden birine dönüştürerek, bel altı esprilerle süsleme yoluna gitmişler. Karakterlerimizin ağzından eksik olmayan küfür, birtakım seyirci için kaldırılabilir seviyenin oldukça üzerinde ama “çok küfürlü ve iğrenç” diyerek filmden hızlıca uzaklaşan seyirci şunu unutmamalı; küfür ve argo kullanımı karakterlerin durumu ve hikayenin gittiği kırılma noktası için bir zorunluluk teşkil ediyor. Filmde iyi-kötü çatışması ilahi bir boyuta çekiliyor. İyi insan -kötü insan savaşı bireyin kendi içine döndürülerek basit ama doğru bir yol izlenmesini sağlamış. Özellikle vurgulanan ise ancak kalpten yapılmış bir iyiliğin insanı kurtuluşa eriştirebileceği fikri. Absürtlüğü ve pervasızlığıyla sivrilen This is the End, oldukça matrak bir komedi filmi. Sınırlı bir kitleye hitap ettiği ise aşikar…

Horrible Bosses (2011)

Bizde Patrondan Kurtulma Sanatı adıyla vizyona çıkarılan Horrible Bosses, iş dünyasına odaklanıp, kara mizahın enteresan örneklerinden birine dönüşen başarılı bir komedi. Film; Dale, Nick ve  Kurt adlı üç arkadaşın, hayatlarını cehenneme dönüştürdüklerini düşündükleri patronlarından kurtulmaya çalışmalarını konu alıyor.  Karakterlerimizin işler kötüye gittiğinde daha önce ortaya attıkları patronlarını öldürme fikrine dönmeleri, çaprazlama yaparak birbirlerinin patronlarını öldürme planları ve bu işin hiç de kolay olmaması, kahkalarla izlenen bir kara komediyi doğuruyor. İlginç olansa yapı itibariyle kara komedilerin genel olarak pek de  komik filmler olmamalarıdır. Zıt karakterleri bir araya getirmesinin yanı sıra karakter yaratmadaki başarısıyla bir adım öne çıkıyor Horrible Bosses. Ana karakterler bir yana Kevin Spacey, Colin Farrell ve Jennnifer Aniston’un patron tiplemeleriyle adeta sınıf atlattıkları bir komedi bu. Seth Gordon, ikinci uzun metraj çalışmasında senaryonun elverdiği ölçüde elinden ne geliyorsa yapmış. Geçtiğimiz aylarda devam filminin de çıktığını hatırlatalım.

Midnight in Paris (2011)

Komedi dediğimiz türün sinemadaki en önemli temsilcilerinden Woody Allen, 2000’li yıllarda komedi ve dramın dışına çıkıp farklı işlere de imza attı. Son dönem eserleri genel olarak altın dönemi olan 70’li ve 80’li yılları aratsa da Match Point ve Midnight in Paris gibi icraatlarıyla hala form tutabildiğini gösterdi üstad. Geceleri Paris sokaklarında ilham arayan bir yazarın, bir anda kendisini 20’li yılların Paris’inde bulmasını kendisine konu edinen Allen, içinde fantastik tatlar barındıran bir komediye imza attı. Sanat dallarında gezinip, entelektüel komediler üreten Allen, Midnight in Paris’te seyircisini Paris’in altın dönemine götürüyor. Gil’in yaratıcılık krizini aşmak isteyen bir yazar olduğunu düşünürsek; Salvodor Dali, Pablo Picasso, Ernest Hemingway, Scott Fitzgerald ve Luis Bunuel gibi alanında devleşmiş isimlerle tanışıp sohbet etme imkanı bulması oldukça anlamlı. Pek çok çalışmasında yeni film modelleriyle karşımıza çıkan Allen, burada sırtını yaratıcı kalemine yaslıyor. Sanat yönetimi, nostalji duygusu ve mizahıyla akıllarda kalan Midnight in Paris, Allen’ın tatmin edici son filmiydi.

The Dictator (2012)

Saplantılı olduğu biricik ülkesine demokrasinin asla gelmemesi için hayatını dahi tehlikeye atan Kuzey Afrikalı diktatör Aladeen'in kahramanlık öyküsü olarak özetlenebilecek hikaye İngiliz usulü bir absürd komedi örneği. Sacha Baron Cohen, ilk olarak Saddam, Kaddafi gibi diktatörlerin olası zevk ve sefahat içindeki yaşamlarını tamamen kurgusal Aladeen karakteriyle hicvediyor. Henüz ilk dakikalarda başlayan kahkaha tufanı dinmek bilmiyor ve 80 dakika boyunca birbirinden unutulmaz sekansla (markette doğum sahnesi akıllara zarar) devleşiyor. Komedi filmlerinde komediyi tüm filme yaymak öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Hele aynı tonu tutturup devam edebilmek büyük yetenek ister. The Dictator'ın en büyük kozu komik olmayı başarabilmesi. The Great Dictator'dan esinlenen filmde, diktatörün yerine geçen 'benzeri' fikri burada farklı bir biçimde uygulanıyor. 11 Eylül sonrası Amerikan halkının İslama ve Araplara bakışı -hiç eksik olmayan absürd mizah anlayışıyla- eleştirel bir boyuta da taşınarak içi boş bir komedi filmi olmanın ötesine geçebiliyor The Dictator. Larry Charles’ın yönettiği filmi sevip sevmeyeceğiniz de absürd mizaha bakışınızla yakından ilgili.

Crazy, Stupid, Love (2011)

I Love You Phillip Morris adlı komediyle adlarını duyuran yönetmenler Gleen Ficarra – John Requa’nın yetenekli senarist Dan Fogelman’la bir araya geldiği “Crazy, Stupid, Love”, romantik komedi alt türünün en iyi diyemesek de en komik örneklerinden biri. Karısının kendisini aldattığını ve boşanmak istediğini söylemesiyle dünyası başına yıkılan Cal, genç ve yakışıklı playboy Jacob’la tanışır ve ondan kadın tavlama sanatını öğrenir. Bu aynı zamanda kendisini keşfetmesini sağlayacaktır. Filmin merkezinde Cal olsa da, eşi ve çocuklarının aşk hayatı birbirleriyle kesişecek biçimde işleniyor.  Fogelman’ın ustalıkla ördüğü ilişki sarmalı, filmin ikinci yarısında karakterlerimizin birbirine girdiği bölümde içinden çıkılmaz bir hal alırken, gerçek bir kahkaha tufanı da kopuyor. Zirve noktası elbette unutulmaz ama espriler, filmin geneline yayılmış. Romantik komedi klişelerini kullanan ama yeri geldiğinden klişenin klişe olduğunu da söyleme erdemini gösteren ve asla pes etme mesajı veren “Crazy, Stupid, Love”, yıldız kadrosunun hakkını da sonuna kadar veren bir komedi.

Ted (2012)

Tv kökenli işleriyle tanınan komedyen Seth MacFarlane’in ilk yönetmenlik denemesi olan Ted’de 8 yaşında bir çocuğun, bir Noel gecesi oyuncak ayısının canlanmasını, kendisine gerçek bir arkadaş olmasını dilemesi ve bu dileğin gerçek olmasıyla başlayan tuhaf dostluğun hikayesi konu ediliyor. MacFarlane, Ted’de ilginç bir formülün izini sürüyor. Masalsı tabanda romantik komedi çekiyor, bunu da fantastiğe alan açarak yapmayı deniyor. Yazar-yönetmenimiz anlatıcı sese; “ Emin olabileceğiniz bir şey varsa, o da küçük bir çocuğun dileğinden daha güçlü bir şey olmadığıdır” dedirterek, Ted’in varoluşuna kafa yormamızı istemiyor. Amaç güldürmek olduğundan bize de bu masalın tadını çıkarmak düşüyor. MacFarlane, bahsettiğimiz masalsı tabanı açılış ve kapanışta kullanıp, komediye odaklanabilmek için Ted’i günlük hayatın sıradanlığının ortasına atıveriyor. Burada da tuvalet mizahı ve seks komedisi devreye sokuluyor. Bazen ucuz ama çoğunlukla iyi esprilerle amaca ulaşılıyor. 80’lerin kült fantezisi Flash Gordon’a saygı duruşunda bulunması ve klasiklere yapılan göndermelerle eğlence katsayısını artıran Ted, bir komedi filmi olarak tüm vaadlerini yerine getiriyor.

The Hangover (2009)

Road Trip, Old School ve Starsky & Hutch gibi orta karar komedi filmleriyle tanıdığımız Todd Phillips’in şeytanın bacağını kırdığı çalışması The Hangover, seçkimize girmekte hiç zorlanmadı.  Bekarlığa veda partisi için Las Vegas’a giden dört arkadaşın, başlarından geçen sıradışı olayları konu alan film, klişelerden uzak durmasıyla değerini katlayan bir yapım. Felekten bir gece çalmak isteyen dört arkadaşın, farkında olmadan aldıkları bir hapla kendilerinden geçmeleri, gece dair hiçbir şey hatırlamamaları ve başlarına açtıkları türlü dertle uğraşırken, hakiki bir komedi yaratmış yönetmenimiz Phillips. Karakterlerimizin ne yaptıklarını ve başlarına ne geldiğini hatırlamaması, seyircinin önüne çözüm bekleyen bir yapboz koyulmasını sağlamış. Adım adım ve çözülerek ilerleyen, karakterlerimiz dibe battıkça komedi dozunu artıran bir komedi The Hangover. Karakter çalışmasının ve oyuncuların kimyasının tutmasın da başarıda büyük pay sahibi olduğunu not düşelim. İki devam filmi çekilen The Hangover’ın, bu ilk filmiyle türe taze soluk getirdiğini söyleyelim.

Stranger Than Fiction (2006)

İyi komedi nedir sorusuna verilebilecek en iyi cevaplardan biri de Stranger Than Fiction’dır. İlk senaryosunu yazan Zack Helm inanılmaz bir yaratıcılık sergilerken, kamera arkasındaki yetenekli isim Marc Foster da kendisini aşarak bir başyapıtın doğuşunu sağlamış. Kafasının içinde kendi hayatını anlatan bir ses duyan Harold Crick, çok geçmeden bir roman kahramanı olduğunu ve yazarın da kendisini ödürmeyi planladığını öğreniyor. Harold’ın bir edebiyat profesöründen yardım almaya başlamasıyla komediyle trajedi arasında gidip geliyoruz. Stranger Than Fiction, her hikayenin mutlaka iki yüzü olmak zorunda diyor: Komedi ve trajedi…  Biz ise bir komedideyiz. Harold bunu araştırırken, aklımıza gelen ise iyi komedilerin yolunun dramatik açıdan da güçlü hikayelerden geçtiği oluyor. Yazar bunalımını işlerken, yazarların eserleri ve yarattıkları karakterlerle ilişkileri üzerine de içi dolu cümleler kuran film, kaliteli esprileriyle komediyi boşlamıyor. Benzer bir çıkış noktasına sahip Ruby Sparks’a da esin kaynağı olan Stranger Than Fiction, son yirmi yılın en özgün komedisi.

Little Miss Sunshine (2006)

79. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film dahil 4 dalda adaylık elde edip, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Alan Arkin) ve En İyi Özgün Senaryo Oscar’ını kazanma başarısını gösteren bu bağımsız sinema şaheseri son 10 yılın en iyi komedisiydi. Adını; ailenin küçük kızı Olive’in katılmaya hak kazandığı güzellik yarışmasından alan filmde, her biri çeşitli sorunlarla boğuşan aile bireylerinin, Olive’i yarışmaya götürmek için sevimli sarı minibüsleriyle yaptıkları yolculuk esnasında yaşadıkları işleniyor. Arıza karakterlerini film boyunca çarpıştıran Little Miss Sunshine, sevimli, naif bir aile komedisi olmakla birlikte dramatik yapısı da oldukça sağlam bir iş.  Hatta aynı hikayeyle temiz bir drama da çekilebilirmiş. Karakterlerin birbirleriyle atışmaları ve yolculuk sırasında yaşadıkları birtakım sorunlarla komediye ulaşan yönetmenlerimiz Jonathan Dayton ve Valerie Faris; filmin komedi yükünü kokainman dede, ailesine küsüp konuşmamayı seçen Dwayne, Olive ve bir karakter gibi kullandıkları sarı minibüsün sırtına veriyor. Sıradan bir Amerikan ailesinin neşe dolu hikayesini aile olmanın, birlik olmanın altını çizerek anlatmayı deneyen Little Miss Sunshine’ın özetle “başkası olma kendin ol” mesajı verdiğini söyleyebiliriz.