Stehpen King’in best-seller klasiği The Dark Tower serisi, birçok kez iptal olmasının ardından, hayata geçirildi ve 2017’de tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de vizyona girdi. Colombia Pictures’ın yılın en kötü filmleri listelerinin gediklisi olmakta zorlanmayan The Dark Tower uyarlaması, beni bu yazıyı kaleme almaya itti. Bir romanı sinemaya taşırken hangi hatalar yapılıyor, bu hatalar neden yapılıyor ve iyi bir uyarlama için nelere dikkat edilmesi gerekiyor? The Dark Tower uyarlaması üzerinden bu soruları irdeleyeceğiz.
Sessiz sinema döneminden bu yana edebiyat, sinemayı besleyen ana sanat dalı olmayı sürdürüyor. Ancak bu yazıda bu ilişkinin sebepleri ve sonuçlarına hiç girmeyeceğim. Edebiyat-sinema etkileşiminin 2000’li yıllarda neden arttığına değinelim öncelikle. Bu etkileşimde kırılma 2001’de gerçekleşti. Lord of the Rings ve Harry Potter serilerinin başarısı, daima büyük düşünen Hollywood’un fantastik edebiyata yönelmesini sağladı. Hep tutan formüllerin izini süren Hollywood’da kısa sürede gişe canavarına dönüşmesi umuduyla The Chronicles of Narnia, Eragon, The Golden Compas ve The Spiderwick Chronicles gibi seriler sinemaya uyarlandı. The Chronicles of Narnia’ın kısmi başarısı, eserin sinemada da seriye dönüşmesini sağlarken, diğer uyarlamalar tek filmde kaldı. Başarısız örnekler, Hollywood’un bu süreci başlatan filmlerin dünyasına geri dönmesinde itici bir rol oynadı. The Hobbit kitabı sinemada üçlemeye dönüşürken, Fantastic Beast and Where the Find Them’in ise beş filmden oluşan uzun soluklu bir seri olması planlanıyor. Bilimkurgu cephesinde de benzer bir durum yaşandığını söylemeliyiz. Buradan yola çıkarak, 2000’li yılları sinemada fantastik ve bilimkurgu edebiyatı serilerinin dönemi olarak addedebiliriz. Hollywood’un kurtuluşu serilerde bulması, bu dönemde fantastik sinemanın altın çağını yaşamasında başat rol üstlendi. Bilimkurgu sinemasının da bilimkurgu edebiyatını arkasına alarak ikinci altın çağına girmesinde azımsanmayacak bir rol oynadı bu seriler. Özgün üretimin azaldığı ve yaratıcılık krizinin baş gösterdiği son 10-15 yıllık dilimde Requiem for a Dream, The Hours, There Will Be Blood, No Country for Old Men, Zodiac ve Arrival gibi kalburüstü filmleri edebiyata borçluyuz ne de olsa. Diğer yandan Hollywood’un gişe kaygısıyla edebi eserleri kötüye kullandığını görmekteyiz. Bir romandan (The Hobbit) üç film çıkarılmasını, gişede büyük kazanç sağlayan Twillight ve Hunger Games’in son kitaplarının iki bölüm halinde sinemaya uyarlanmasını edebiyatın sömürülmesi olarak kayıtlara geçtik. Bir kitabın tekrar tekrar sinemaya uyarlanmasına iyi niyetle bakmamız da pek mümkün değil ancak asıl sorun stüdyoların uyarladıkları kitapların hakkını vermek şöyle dursun, daha fazla gelir elde edebilmek adına olmayacak hatalar yapması. Şimdi tek tek o hatalara bakacağız.
Yönetmen seçimi
Yönetmen bir filmin her şeyidir. Dolayısıyla da filmi yönetmesi için anlaştığınız ismin, uyarlayacağınız eserin altından kalkabilecek kapasitede olduğuna emin olmalısınız. Mesela The Dark Tower gibi milyonlarca okuru olan devasa bir serinin ilk filmini, ülkesi Danimarka’da kısmi bir başarılı yakalayan Nikolaj Arcel’e teslim ederseniz, başarısızlığa giden yolda büyük bir adım atmış olursunuz. Neden? Çünkü ülkesinde takdir edilen bir yönetmen olmasına karşın, fantastik sinemada rüştünü ispatladığını söyleyebileceğimiz bir sinemacı değil kendisi. Ayrıca hem serinin hayranlarının hem de stüdyonun oluşturacağı baskıyla Arcel’in başa çıkıp çıkamayacağı da tam bir muamma. Dolayısıyla da Hollywood stüdyo sistemini iyi bilen bir yönetmenin tercih edilmesi daha doğru bir karar olacaktı. Avrupa’dan yönetmen ithal ediyorsanız, onu memur yönetmen olarak kullanamazsınız. Arcel’in bir vizyonu olduğunu düşünüyorsanız, projenizi güvenerek ellerine teslim etmeli, onu kukla gibi oynatmamalısınız. Stüdyo, yönetmene her isteğini kabul ettiriyorsa, artık yönetmen o filmin her şeyi değildir. Bu durumda da ortaya çıkacak filmin, bir sanat eseri olması mümkün değildir. Olsa olsa ticari bir ürün olacaktır. The Dark Tower örneğinde durum şuydu: stüdyo risk almak istemeyerek bir risk aldı ve başarısız oldu. Stüdyo filmin yönetmenine güvenmedi, kendisine güvendi. Filmi, bilimkurgu\fantezide isim yapmış, vizyoner bir yönetmene emanet ederek de risk alabilirlerdi ama bunu yapmadılar. Eserin sinemaya uyarlanmasındaki zorlukları, memur yönetmenlikle aşabileceklerini sandılar. Yaratıcılık isteyen hangi edebiyat uyarlaması başarabildi ki bunu? Son yıllarda aynı kaderi paylaşan birçok fantastik edebiyat uyarlaması gördük, bu gidişle görmeye de devam edeceğiz.
Serbest ve Sadık Uyarlama meselesi
Bir romanı sinemaya adapte ederken, sinema ve edebiyatın anlatılarındaki temel farklılıklar sebebiyle uyarlamanın birebir olması beklenmez. “Sadık bir uyarlama olmuş” dediğimizde kastettiğimiz ufak tefek değişiklikler dışında olay akışının korunmasıdır. Senaryonun yazım aşamasında senaristin, yazarın kurduğu dünyayı iyi özümsemesi ve karakterlerin motivasyonlarını anlaması gerekiyor. X karakterinin asla söylemeyeceği bir sözü yazmaması gerekiyor. İster serbest isterse sadık bir uyarlama olsun, filmin Hollywood kolaycılığından muzdarip olmaması elzemdir. Uyarlama sürecinde eserdeki detayların kaybolması kaçınılmaz olmasına karşın, eserin özünden uzaklaşılması, derinliğin ve anlamın kaybolması ve de romanın içinin boşaltılması, romanı okuyanların gazabıyla birlikte okumadan filmi izleyenlerin de kaybolan potansiyel sebebiyle olumsuz yorumlarına sebebiyet verecektir. Serbest uyarlamalarda ise özellikle değiştirilen detayların yerini nasıl doldurduğunuzdur mühim olan. Stephen King, Stanley Kubrick’in ellerinde bir korku klasiğine dönüşen The Shining uyarlamasını beğenmemiştir. Sebebi ise hikâyeye kendi yorumunu katarken, Kubrick’in hafife alınmayacak değişiklikler yapmasıydı. King’in memnuniyetsizliğine rağmen, Kubrick bir korku klasiği yaratmayı başarmıştır. The Shining, istisnai örneklerden biridir. Önemi ise şudur: Uyarlamayı yapan senaristin\yönetmenin, nasıl bir yaklaşım gösterirse göstersin, ne yaptığını biliyor olması ve güven vermesi gerekiyor. Bu noktada The Dark Tower’a geri dönmemiz gerekiyor. Filmin dört kişiden oluşan senarist ekibinin başında deneyim bir isim olan Akiva Goldsman bulunuyor. Çoğunlukla roman uyarlamaları yapan Goldsman, 2002’de A Beautiful Mind ile En iyi Uyarlama Senaryo kategorisinde Altın Küre ve Oscar almış bir isim. Ancak bu başarısının ardından best-seller olmuş The Da Vinci Code ve Angels and Demons ile Dan Brown okurlarının hışmına uğradı. Daha sonra Winter’s Tale ve The 5th Wave uyarlamalarıyla da bilimkurgu, fantastik ve macera gibi tür filmlerinde aranan isim olmadığını kanıtladı. Stüdyonun bu başarısızlığı görmezden gelerek The Dark Tower senaryo ekibinin başına Goldsman’ı getirmesi düşündürücü. Zira Goldsman ve senarist ekibinin serbest uyarlama adı altında yaptıkları iş akıl alır gibi değil. Stüdyonun direktifleri doğrultusunda, esasında serbest uyarlama değil de yedi kitaplık seriyi temel alarak, kendi kafalarına göre bir hikâye yazmışlar. Filmde Stephen King’in Kara Kule’sine dair pek bir şey bırakmamışlar. Colombia Pictures’ın gişe kaygısı, filmimizi her yaştan insan izlesin düşüncesi (The Dark Tower’ı 7 yaş üstü herkes izleyebiliyordu) hezimeti getirdi ve sinema okullarında kötü uyarlama örneği olarak gösterilmesi gereken bir iş çıktı ortaya. Esasen The Dark Tower, fantastik edebiyata sarılan Hollywood için bulunmaz bir fırsattı. 7 kitaptan 7 film çıkarılabilirdi. Esinlenmeye daha yakın duran sözde serbest uyarlama yerine ilk kitabı tüm riskleri alarak sadık bir biçimde uyarlamayı göze alabilseydi bugün farklı şeyler konuşuyor olurduk eminim.
Karakter-Oyuncu Uyumu
Bir romanı sinemaya uyarlarken, eserdeki karakterlerin fiziksel özellikleri, birebir yazarın tasvir ettiği gibi olmak zorunda değil. Ancak esere ve o eseri okuyan milyonlarca okura saygı duymak zorundasınız. Dolayısıyla da romandaki karakterlerin fiziksel görünümlerine olabildiğince yakın tipte oyuncular bulmanız gerekir. Hollywood’un genel olarak bu konuda iyi işler çıkarttığını kabul etmek gerekiyor fakat The Dark Tower örneğinde olduğu gibi alınan skandal kararların, okurları ve sinemaseverleri, romanların sinema adaptasyonları hususunda bir sorgulamaya ittiğini belirtmemiz lazım. The Dark Tower’daki skandal, ana karakter Silahşor Roland Deschain’in siyahi bir karaktere dönüştürülmesiydi. Bu da yetmez mi gibi karakterin hantal Idris Elba’ya teslim edilmesi bir başka hatalı karardı. Sonuçta seyirci -özellikle de romanı okuyan seyirci- beyazperdede gördüğü karakterin Roland olduğuna inanmazsa film amacına ulaşamayacaktır. Tüm uyarlamalar için geçerli bir kuraldır bu. Stüdyonun neden böyle bir karar aldığına mantıklı bir açıklama getiremedik doğrusu. Sebebi ne olursa olsun, stüdyonun eserin milyonlarca hayranının vereceği\verdiği tepkiyi umursamaması, bu yaklaşımın Hollywood’da yaygınlaşabileceğine yönelik endişelerimizi arttırıyor.
Yazarın Yarattığı Dünyanın Görsel Karşılığını Bulabilmek
Fantastik ve bilimkurgu edebiyatı uyarlamalarında önemini yadsıyamayacağımız konulardan biri de eserde yaratılan dünyanın görsel karşılığını bulabilmektir. Yazarın yarattığı düşsel dünya, her okurun zihninde farklı bir şekilde canlanır. Uyarlamada esas olan ise yazarın imgelemine en yakın olanı bulabilmektir. Peter Jackson’ın, Lord of the Rings üçlemesinde Tolkien’in Orta Dünya’sını yeniden tasarlarken gösterdiği titizlik örnek alınmalı. Ancak şu bir gerçek ki, görsel karşılık bulma hususunda ne kadar iyi bir iş ortay koysanız da Lord of the Rings’te olduğu gibi eserin tutkulu hayranlarını memnun etmeniz oldukça zor. En iyi örnekten en pespaye olanına geçelim. Nikolaj Arcel’in The Dark Tower’ı Stephen King’in paralel evren fantezisiyle yarattığı dünyaları, diğer konularda olduğu gibi özensiz ve kendi bildiğini okuyarak yaratmaya çalışıyor. Eski zamanları anımsatması gereken diyar, post apokaliptik bilimkurguların dünyasına daha yakın duruyor, seçilen renklerden mekân tasarımlarına kadar her bir detay seyirciyi Stephen King’in dünyasından uzaklaştırıyor. Eserin ruhunu korumanızın yolu, olay akışını değiştirseniz de karakterlerin ve o dünyanın yaratımından geçer. O dünyayı yaratmak da yüksek bir bütçenin yanında hep bahsettiğimiz yaratıcı bir ekibin varlığıyla yakından ilgili diyebiliriz. The Dark Tower, oldukça sinematografik bir eserdir. Dolayısıyla filmin kozlarından biri de görsel vizyonu olacaktır. Ancak bu vizyonu 60 milyon dolar gibi, bu çaptaki bir eser için düşük sayılabilecek bir bütçeyle sergilemeniz pek kolay değil. Görselliğin arşa erdiği, bütçelerin 200-250 milyon dolarlara çıktığı bir dönemde mütevazı bütçelerle fark yaratmanız kolay değil.
Görüldüğü üzere The Dark Tower, bir fantastik edebiyat serisi sinemaya nasıl uyarlanmamalının en somut örneğidir. Elbette Hollywood, bildiğini okumaya devam edecektir.