10 Şubat 2016

Oscar adayı Son of Saul 19 Şubat'ta vizyonda!


Büyük Ödül kazandığı Cannes Film Festivali’nde olay yaratan ve ilk gösteriminden buyana yılın en çok konuşulan sinema olaylarından birine dönüşen film, izleyicisini II. Dünya Savaşı'nda uygulanan soykırımın simgesi haline gelen Auschwitz’e götürüyor. 

Bugüne kadar soykırım üzerine çekilmiş filmlerden bambaşka bir yaklaşım izlemesiyle dikkat çeken filmde, Naziler tarafından toplama kampında iş yapmaya zorlanan “Sonderkommando”lardan Yahudi esir Saul’un hayatının iki gününe odaklanılıyor. Saul, bir gün cesetlerin yakıldığı imha fırınında oğlu olduğunu düşündüğü bir çocuğun cesedini görür. Saul, oğlunun cesedini yakılmaktan kurtarıp usulünce toprağa vermeyi takıntı haline getirecektir. 

Usta yönetmen Bela Tarr’ın asistanı László Nemes’in ilk filmi olan Son of Saul (Saul'un Oğlu), Macaristan’ın Oscar adayı ve aynı zamanda Yabancı Dilde En İyi Film dalında Altın Küre adayı olarak seçildi.

Yönetmenin düşünceleri

Son of Saul, izleyiciyi doğrudan bir toplama kampının ortasına çeken, ekonomik bir şekilde hayata geçirilmiş ama iddialı bir film. Amacımız, tarihsel dramların hikayeyi pek çok bakış açısından bize aktaran geleneksel ve devasa yaklaşımından tamamen farklı bir yol izlemekti. Bu film, Nazi Soykırımı’nın hikayesini anlatmıyor; sınırlı imkanlarla ve sınırlı sürede bir şey yapmaya çalışan, berbat bir durumun ortasında sıkışıp kalmış bir adamın basit bir öyküsünü anlatıyor. İnsanlığını kaybetmeye zorlanmış ve ahlaki kurtuluşu, bir çocuğun cesedini kurtarmakta bulan bir adamın hayatında iki güne tanıklık ediyoruz. Film boyunca ana karakterin peşindeyiz. Sadece onun etrafında olup bitenleri görebiliyor; insan algısına yaklaşacak şekilde daraltılmış, organik bir alan yaratıyoruz. Görüntünün ve odak noktasının bulanıklığı, kesintisiz ilerleyen uzun sahnelerin arka planında ekranda görülemeyen unsurların bulunması, ana karakterin ve izleyicinin sınırlı görsel ve olgusal bilgiye erişebilmesi, bizim görüntü ve hikaye stratejimizin temelini oluşturdu.

Tarihe mümkün olduğunca gerçek bir biçimde bağlı kalan bir dünya tasvir ettik. Korku verici olaylar ve mekanlar, parçalar halinde ekrana yansıyor. Bu da izleyicinin hayal gücüne azami alan bırakıyor. Dolayısıyla izleyici bu cehennemi ve yolculuğu sadece gördükleriyle değerlendiremiyor; zihninde kısmen tekrar yapılandırıyor. Bir‘ milletlerkarmaşası’nın yaşandığı bu ortamda pek çok lisanın konuşulması da, merhametsizliğin ortasında canlı ve sürekli bir insan algısı yaratıyor

Böyle karanlık bir hikâyede, bence büyük bir umut da mevcut: Ahlaki değerlerin tamamen yitirildiği bir ortamda bir adam, içinde duyduğu cılız bir sesi dinlemeye başlıyor; bu doğrultuda anlamsız ve işe yaramayacağı açıkça belli olan bir göreve girişiyor. Erdeme ve iç kurtuluşa erişmek için…