22 Ağustos 2024

Modern Gangsterlerin Doğuşu: Gangs of New York


Filmlerinin çoğunda Amerika’ya dair hikayeler anlatan Martin Scorsese, uzun yıllar hayalini kurduğu projesi Gangs of New York'u 2002’de hayata geçirme şansını yakalamış ve 2000’li yıllarla birlikte kariyerinde yeni bir döneme girmişti. Scorsese, Altın Küre’deki başarısını 10 dalda adaylık elde ettiği Oscar töreninde sergileyememiş olsa da bolca övgü almasını bilmişti. Başarılarla dolu kariyerinin en iyi işlerinden biri olan filmde, 1800’lü yıllardan bugüne Amerika’nın kanlı geçmişine ışık tutan Scorsese, filmin odağına çete savaşlarını ve bir intikam hikayesini yerleştiriyor. Herbert Asbury’nin 1928’de basılan Gangs of New York adlı kitabından uyarlanan film, Martin Scorsese-Leonardo Di Caprio işbirliğinin de ilk adımı…

Uzun açılış sekansı tam bir gövde gösterisi

Mahzen gibi karanlık bir yerde savaşa hazırlanan bir adam ve yanında da küçük oğlu..  “Kan her zaman kılıçta kalır” öğüdüyle  oğlu ve ‘Dead Rabbit’ adlı çetesiyle savaş alanına yürüyen Peder Vallon, karla kaplı meydanda kendilerini oranın yerlisi olarak gören başka bir çeteyle karşı karşıya geliyor. Sokağa çıktıklarında, müzik yerini sessizliğe bırakıyor. Biliyoruz ki bu, fırtına öncesi sessizlik… Palaların, kılıçların, baltaların, bıçak ve sopaların konuşacağı eski usul savaşın galibi o bölgenin hakimini de belirleyecek. Scorsese, iki çetenin savaşını hareketli bir müzik eşliğinde, video klip estetiğini andıran bir tarzda çekiyor. Bu estetiği de kan ve vahşetle sarıp, çete savaşlarını tüm görkemiyle resmediyor. Babası gözleri önünde ölen çocuğun dramıyla Amerika’nın kanlı tarihine paralel olarak intikam öyküsünün temelleri atılıyor. Scorsese, epik anlatılı açılış sekansıyla filme hızlı bir giriş yapıp, seyirciyi hikayeye bağlıyor.

Bir intikam hikayesi

Gangs of New York, genel hatlarıyla Amerika İç Savaşı ve 19. Yüzyıl gangsterlerine bakış atarken, kişisel bir hikayeyi de tüm filme hakim kılıyor. Babasının ölümüne tanıklık eden bir çocuğun Amsterdam Vallon’un hikayesini… İntikam hırsıyla büyüyüp, bu amaç doğrultusunda geri dönen Vallon, sinsice Bill’in sağ kolu olmayı başarıyor. Ta ki intikam vakti gelene dek… Scorsese, ana karakter Amsterdam Vallon’u net bir ‘iyi’ karakter olarak çizmediği gibi karşı cephede yer alan Kasap Bill’i saf ‘kötülükle’ dolmuş bir karakter olarak yansıtmamaya özen gösteriyor. Her ne kadar, film seyircinin Vallon’un yanında yer alacağı şekilde kurgulanmış olsa da erdemli bir karakter olan Bill’e saygı duymamız sağlanıyor.

İç Savaş’ın gölgesinde modern gangsterlerin doğuşu

Martin Scorsese’in Gangs of New York'da Amerikan İç Savaşı üzerine bir film çekme düşüncesinde olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu anlamanın en basit yolu da İç Savaş’ın ana nedeni olan köleliğin kaldırılması üzerine gitmemesinden (Afro-Amerikalı bir karakter var ve ikinci planda tutuluyor) ve bunun yerine Amerika’nın kozmopolit yapısına dikkat çekip, çeteleşme eğilimindeki İrlandalı’larla kendisini oranın yerlisi olarak gören başka bir çetenin varolma ve yaşadıkları bölgeyi New York’u sahiplenme savaşı mercek altına alınıyor. Yerli çetenin lideri Kasap Bill, polis teşkilatını avucunun içine, siyasetçileri ise arkasına alarak nüfuz elde eden bir adam. Öyle ki, bir sahnede “Ben New York’um” diyebilme cüretini gösterebiliyor. Scorsese, 19 yüzyıl gangsterlerini ateşli silah kullanmayan figürler olarak çiziyor. Ancak yaptıkları şey temelde aynı.. Haraç almak, öldürmek ve yasaları yok sayıp kendi kanunlarıyla yaşamak. Scorsese, o zamanın gangsterlerini daha prensip sahibi insanlar olarak  yansıtıyor. Örneklemek gerekirse, Western filmlerinin düelloya tutuşan kovboyları burada yerini birbirine meydan okuyan gangsterlere bırakıyor. Genel olarak birbirini arkadan bıçaklamayan, cesur insanlar onlar.

Ve finaliyle yükselen bir başyapıt…

Cinecitta stüdyolarında film için başlı başına bir New York inşa ederek işe koyulan ekip, gerçek mekanlarla 19. yüzyıl Amerika’sını tüm görkemiyle canlandırıyor. Scorsese, Amerika’nın bu sancılı dönemini, yarattığı kurgusal karakterlerle (özellikle Daniel Day-Lewis’in adeta yaşayıp, sinema tarihinin en iyi performanslarından birini sergilediği Bill karakteri) her anında sinema duygusunu, sinema aşkını seyirciye geçirmeyi başarıyor. Gangs of New York ile Amerika’nın kirli tarihine içerden bakma fırsatı bulan Scorsese, finale doğru İç Savaş’ın en ateşli saatleri gelip çattığında çarpıcı kareler yakalıyor. 19. Yüzyılın Amerika’sından bugünün Amerika’sına kademeli olarak yapılan geçiş ise filmin anlatmaya çalıştığı hikayenin özeti niteliğinde olup, derdini de bir çırpıda anlatıveriyor. Ve Scorsese’in bugün neden Amerikan sinemasının yaşayan en iyi yönetmeni olarak selamlandığına verilecek bir cevap bu final. Gökdelenler yükselirken, ‘New York Çeteleri’ de yükseliyor…