27 Ekim 2024

Öncü Bir Uzay Macerası: Destination Moon


Bilimkurgu sinemasının üretim anlamında altın dönemi 1950’li yıllar, bu dönemi açan film de Destination Moon’dur diyebiliriz. Robert A. Heinlein’in 1947’de yayımlanan Rocketship Galileo adlı romanında uyarlanan filme geçmeden 50’ler ve öncesinde türün nerede durduğuna bakacağız. 

Bilimkurgu sineması 30’lu ve 40’lı yıllarda çoğunlukla mutasyona uğramış canavarların yarattığı dehşet hikâyeleri veya çılgın bilim adamlarının (mad scientist) toplumu bir felakete sürüklediği belli kalıplar ve klişelerin dışına çıkılmadığı hikâyeler üretiyordu.  Henüz ayakları yere basmayan bilimkurgu, seyirciden daha çabuk kabul görmüş korku sinemasından beslenerek kimliğini bulmaya çalışıyordu. Sinema sanatı yarım yüzyılı geride bırakmış olmasına karşın, bu dönemlerde bilimkurgu sineması hala emeklemekteydi. Bu geri kalmışlığın türün teknolojiye bağımlılığıyla doğrudan ilgisi vardı. Ancak asıl sebebin bilimkurgunun halkın beklentilerini, arzularını, korkularını yansıtmayan ucuz filmler üretmesi, halktan kopuk oluşu olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta türlere yön veren ülke Amerika’ydı. Ve bilimkurgu sinemasının sıçrama yapabilmesi için halka ulaşması, halka ulaşabilmesi için de toplumun zihnini meşgul eden meselelerle ilgilenmesi gerekiyordu. İşte ne olduysa II. Dünya Savaşı sonrasında oldu. Atom bombasının kullanılması halkın bilimsel gelişmelere ilgisinin artmasını sağladı. Öte yandan Amerika ile Rusya arasındaki silahlanma yarışı ve Soğuk Savaş ortamı 50’ler bilimkurgu sinemasının ana hatlarını belirledi. 

Uzaya çıkma yarışı başlıyor!

Uzaylı istilası filmlerinin türü hâkimiyeti altına almasından önce, tam da bu dönemde çekilen Destination Moon, Soğuk Savaş paranoyasından ve atmosferinden etkilenmiş olsa da daha ziyade bu iki ülke arasında günden güne artan rekabetin uzay yarışı ayağını konu ediniyor. Uzaya çıkmanın ve Ay’a ayak basmanın arkasındaki ana motivasyon bilimsel keşif değildi. Amerika ve Rusya, birbirleri üzerinde askeri üstünlük kurabilmek için roket teknolojisinde atılım yaptılar. Destination Moon, bu yarışın Amerika cephesindeki yansımalarını kurgusal olarak sinemaya taşıyor. O gün için imkânsız olarak görülen Ay’a insanlı uçuş projesi ve yolculuk sırasında karakterlerimizin atlattıkları badireler ana öyküyü oluşturuyor. 

Başarısızlıkla sonuçlanan bir roket fırlatma projesiyle açılıyor filmimiz. Roket düşüyor ve çok geçmeden şu soruyla cevap aranıyor: Roket düştü mü, düşürüldü mü? Soğuk Savaş paranoyasının etkisiyle uzaya çıkmak ve bunu Ruslardan önce yapmak bir zorunluluk olarak görülüyor. Hatta öyle ki, bu yarış kaybedildiği takdirde ülkenin bölünebileceği endişesi projenin önemi anlatılırken dile getiriliyor. Dış uzaydan gelecek bir saldırı da hesaba katılıyor. Destination Moon, bu noktada şunu söylüyor: Ay’a ilk ulaşan ve orada üs kuran ülke dünyanın da hâkimi olacak. Çünkü uzaydan yapılacak bir füze saldırısını önlemenin imkânı yok. 

Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları Atom bombalarıyla aynı zamanda güç gösterisi de yapan ve Dünya’daki egemen gücün kendileri olduğunu vurgulayan Amerika’nın bu yarışa gereğinden fazla önem vermesinin başlıca sebebi egemen güç imajını kaybetme korkusu diyebiliriz. Ekip, Ay’a ayak bastıklarında Amerika Birleşik Devletleri adına insanlık yararına kullanılmak üzere Ay’ı ele geçirdiklerini ilan ediyorlar. (O tarihte yazılı bir antlaşma imzalanmamış olduğundan ay veya herhangi bir gök cismi üzerinde egemenlik ilan edilmesi mümkündü.) Destination Moon ve 50’lerde ardından gelecek İstila filmleriyle Soğuk Savaş döneminde, halk psikolojik olarak diri tutulmaya, ülkelerinin kaybetmeyeceğine olan inançları pekiştirilmek istenmiştir.

Öncü bir uzay macerası

Destination Moon’un öncülüğü büyük oranda bilimselliğinden kaynaklanıyor. Fritz Lang’ın 1929’da kotardığı sessiz bilimkurgu denemesi Ay’daki Kadın, bir roketle Ay’a seyahati konu alır. Ay’a varana kadar bilimden şaşmamaya özen gösterir. Ne var ki, Ay’a inişle birlikte raydan çıkar. Irving Pichel’in Destination Moon’u ise bilimsel bilimkurgu niteliğini son ana kadar korumayı başaran ilk uzay yolculuğu olduğu için öncü sıfatını hak ediyor. Pichel, filmin öncü olduğunu biliyor. Filmin ilk kısımlarında brifing verilen karakterler ve seyirci Ay’a seyahat konusunda donanımlı olmadığı için filmde bir animasyon kullanılarak pervanesi olmayan bir roketin nasıl havalanacağı sorusu, itme gücünün en basit şekilde anlatılmasıyla açıklığa kavuşturuluyor. Roketteki yer çekimsiz ortamı Ay’daki Kadın’da çok önceden görmüştük ama uçuşun karakterlerimiz üzerinde yarattığı fiziksel değişimleri, dünyamızın uzaydan görünüşünü, basınç ayarlamasını ve astronot elbisesini ilk kez Destination Moon’da görüyoruz. Filmin bilimselliğini astronotlarımızdan birinin oksijen tüpüyle uzay boşluğunda süzülmesi ve Ay’a indiklerinde oradaki ağırlıklarına uygun hareket etmeleri gibi başka detaylarda yine gün yüzüne çıkıyor.

O günkü koşulları ve örnek alınabilecek başka bir film olmadığını düşündüğümüzde Destination Moon’un oldukça cesur bir girişim olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Zira uzay yolculuğu filmi tanımlamasını, bilimkurgu sinemasının çehresini değiştiren 2001: A Space Odyssey’den önce Destination Moon için kullanabiliyoruz. Bunun yanında uzay boşluğunda salınan bir karakteri Kubrick’in filminden 18 yıl kadar önce görebiliyoruz. Evet, Destination Moon için öncü diyoruz ama alt türün öncü bir örneği olması onu ne kadar değerli kılıyor?  Bu sorunun cevabı kurgudaki başarının\başarısızlığın yanı sıra bilimselliğin gerçekçi bir biçimde kullanılıp kullanılmamasında yatıyor. Destination Moon’un 50’li yıllar bilimkurgu sineması içerisinde dahi ön plana çıkamamasının sebebi budur.

Bilimsel ama gerçekçi değil!

Astronotlarımız seyir halindeyken bir sorunla karşılaşıp uzay gemisinin dışına çıkmasıyla uzayı görme şansına erişiyoruz. Bu noktada film iddiasını kaybediyor. Çünkü kartondan ve derinliği olmayan bir uzayla karşılaşıyoruz. Bir uzay yolculuğu filminin başarısı gerçeğe yakın bir uzay yaratabilmesinde ve seyircisine uzay atmosferini yaşatabilmesinde gizlidir. Destination Moon’u bugün izlediğinizde kendinizi uzayda hissetmeniz ve karakterlerimizin uzayda karşılaştıkları problemlerde ve genel olarak uzay yolculuğu süresince heyecan duymanız pek mümkün olmuyor. Filmin gerçekçiliğiyle ilgili bir başka sorun da uzayda hareket halinde olunmasına rağmen uzay gemisinin sabit kalması. Bu sabitlik, o bahsettiğimiz bilimselliğe ciddi anlamda zarar veriyor. Ama elbette buna sebep olanın teknik imkânsızlıklar olduğunun farkındayız. Dolayısıyla da Destination Moon’un gerçeklik sorunu o günlerde sinema teknolojisinin ulaştığı nokta hesaba katılarak değerlendirilmeli.