17 Temmuz 2025

The Teory of Everything

Biyografilerin akademinin radarına girmekte zorlanmadığı malumumuz. Vizyona girdiği yıl Selma ve The Imitation Game ile birlikte The Theory of Everything (Her Şeyin Teorisi), En İyi Film dahil 5 dalda Oscar adaylığı elde ederek, öne çıkan biyografik yapımlardan biri olmuştu. Teorileriyle modern bilimin gidişatını değiştiren İngiliz fizikçi Stephen Hawking’in hayatından bir kesiti beyazperdeye taşıyan film, ünlü teorisyenin eşi Jane Hawking’in kitabından uyarlandı. Kamera arkasında James Marsh’ı gördüğümüz Her Şeyin Teorisi, filmlerinden ziyade Man on Wire, Project Nim gibi başarılı belgeselleriyle tanınıp sevilen bir yönetmenin elinden çıkma.

Biyografi modeli sorunlu

Stephen Hawking’in öğrencilik yıllarında açılan film, henüz ilk dakikalarında rengini belli ediyor. Oğlan kıza rastlıyor ve evliliğe uzanacak olan Stephen – Jane ilişkisi başlıyor. Teorileriyle çığır açan bir bilim insanının fiziken çöküşü, zihnen yükselişi, önce okulunda, sonra bilim çevrelerinde ve en sonunda dünyada kabul gören bir deha olması, tüm film boyunca Jane’le ilişkisinin gölgesinde kalıyor. Bunun sebebi ise filmin Jane Hawking’in kitabından uyarlanıyor oluşu. Biyografinin biyografisi yapılan şahsiyetin değil de, onun yakınındaki bir karakterin gözünden anlatılması aslında genelde bir farklılık yaratır. Ancak, Milos Forman’ın başyapıtı Amedeus’ta hikayeyi Mozart’a kıskançlık ve hayranlık duyan bir başka müzisyenin bakış açısından anlatılarak yakalanan başarılı formül The Theory of Everything'de işlemiyor. Sebebi de az önce bahsettiğimiz gibi dehayı deha yapan özelliklerin ikinci plana atılarak işlenmesi. Sonuç olarak The Theory of Everything'in, odak noktasını yanlış seçmiş bir başarı ve azim öyküsü, bir biyografi olduğunu söyleyelim.

Stephen Hawking’in alanında yükselişini, özel hayatını ve Amiyotrofik Lateral Sklerozis denilen hastalığının ilerlemesini paralel olarak anlatıyor film.  Hawking’in hastalığını öğrendikten sonra bilime olan tutkusuna, azmine hayranlıkla şahit oluyoruz. Hawking’in hastalığının tüm safhalarını izliyoruz ve bu biçare hastalık filmin hiçbir anında duygu sömürüsü kaçmadan perdeye yansıtılmış. Yönetmen Marsh, filmin dramatik çatısını da zaten Stephen ile Jane’in duygusal ilişkisiyle örmüş.

Bilimle tanrıya ulaşabilir miyiz?

The Theory of Everything'de film boyunca gündemde kalan bir konu daha var: Tanrı problemi… Stephen, Jane’le tanıştığında birinin ateist, diğerinin Hristiyan olması neticesinde din-bilim çatışmasına girilmeden tanrının varlığı tartışılıyor. Filmin ikinci yarısında rahip karakterinin devreye girişiyle konu tekrar açılıyor.  Stephen’ın kitap yazım aşamasında ve en sonunda da kendisine yöneltilen bir soruyla yine karşımıza çıkıyor. Hawking’in tanrı problemi tüm filmin üzerine siniyor. Peki, The Theory of Everything bu problemin neresinde duruyor. “Kişisel” bir Tanrı varlığına inanmadığını dile getiren Hawking, bir röportajında “Evrenin oluşumu bilimin gerçekliğine dayanır. Ama bu hiçbir şekilde, bilim kurallarını koyan ve onları da yaratan bir tanrı olmadığı anlamına gelmez” demiştir. Filmde de gördüğümüz üzere gençliğinde katı biçimde tanrının varlığını reddeden Hawking, uzun yıllar süren çalışmaları sonunda daha yumuşak ifadelerde bulunuyor. Hawking’in araştırmaları ve teorilerinde tanrıya yer açma, onu bir yere konumlandırabilme uğraşısı, net bir sonuç vermese de “Bilimle tanrıya ulaşabilir miyiz?” sorusunu akla getiriyor. Zaten filmde Hawking’in verdiği cevaplarda hep bir “ama” var. Bu açıdan The Theory of Everything'in, Hawking’in tanrı sorunsalında cevaplardan çok sorularla ilgilenmesi yerinde bir tercih olmuş. Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Hawking’in bilimsel çalışmaları, teorileri ve içsel sorgulamaları biyografinin ana argümanı olsaydı uzun yıllar konuşulabilecek bir film izleyebilirdik.

Redmayne’in unutulmaz performansıyla hatırlanacaktır

Eddie Redmayne’e En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde akademi ödülü kazandıran performansı The Theory of Everything'in en büyük kozu. Akademi, rolü gereği fiziksel değişim geçiren oyuncuları ve performanslarını genelde görmezden gelmez. Hawking’in aşamalı kas çürümesi veya erimesi olarak bilinen hastalığının tüm evrelerinin Redmayne’in bedeninde canlanışını kusursuz bir performansla seyrediyoruz. Öyle ki, zaman zaman onun Redmayne olduğunu bile unutabiliyoruz. Biyografilerdeki inandırıcılık sorunları büyük oranda abartıya kaçan, yapay duran makyajdan ve kötü performanslardan kaynaklanır. The Theory of Everything'in ise en güçlü olduğu alan başta Redmayne olmak üzere oyuncu performansları. Film iz bırakmadı ama Eddie Redmayne, Hawking yorumuyla her zaman hatırlanacaktır…

26 Haziran 2025

Edebiyattan Sinemaya: #5 Bir Uyarlama Olarak The Count of Monte Cristo

Alexandre Dumas'ın sinemaya ve Tv'ye birçok kez uyarlanan klasiği The Count of Monte Cristo, roman dediğimiz türün en önemli örneklerinden biri. Eser, geçtiğimiz yıl ana vatanı Fransa'da iddialı bir uyarlamaya daha kavuşmuş ve genel olarak iyi tepkiler almıştı. Bu yazıda 2024 Fransız yapımının yanı sıra 2002 Amerikan yapımı The Count of Monte Cristo'yu birlikte değerlendireceğim.

The Count of Monte Cristo (2024)

Sefiller ve Monte Cristo Kontu gibi 1500 sayfalık klasiklerin sinemaya hakkıyla uyarlanması pek olası değil. Her uyarlamada detaylar kaybolacaktır şüphesiz ama eserin özünü yakalayıp beyazperdeye yansıtabilmek filmin başarısında hayati öneme sahip diyebiliriz. 2024 yapımı Monte Cristo Kontu, üç saatlik süresi ve özenli prodüksiyonuyla ilk bakışta umut vadediyor. Romanı okumamış olanlar için tatmin edici bir sinema deneyimi sunduğunu bile söyleyebiliriz aslında. Filme bir uyarlama olarak baktığımızda ise defoları gözümüze batıyor. Yönetmenlerimiz Alexandre La Patalliere ile Matthieu Delaporte, sadık ve kapsamlı bir uyarlama yapmak için yola çıkmışlar bunu anlıyoruz. Filmin üç saatlik süresi de bunu destekler nitelikte. Ancak bu sürenin sadık bir uyarlama için yeterli olmayacağının yönetmenlerimiz de farkında. Film boyunca gördüğümüz 'kısa yollar', bu farkındalığın bir sonucu. Örneklerle açalım: Edmond Dantes'e komplo kurma fikri, çalıştığı geminin muhasebecisi Danglars'tan çıkmıştır. Geminin kaptanı öldüğünde, Edmond Dantes kaptanlığa terfi eder. Armatörün bu beklenmeyen tercihi ihtiraslı Danglars'ı harekete geçirir. Filme baktığımızda Danglars'ı bizzat geminin kaptanı olarak görüyoruz ve gemide yaşanan bir olay ile iki karakter arasında kısa yoldan bir düşmanlık yaratılmış oluyor. Diğer bir örnek ise varlığından sadece Başrahip Faria'nın haberinin olduğu hazinenin kaynağının filmde Tapınak Şövalyelerine bağlanmış olması. Bu gibi akılcı kısa yollarla atlanamayacak önemdeki olaylar kısıtlı sürenin kurbanı olmadan verilmiş oluyor.

Romanın uyarlamasındaki kusurlara gelelim. Edmond'un sorgulamaları bitip hapishane yolculuğu başladığında, dört yıllık bir zaman atlaması yapılıyor. Seyirci Edmond'un mahpusluğunun ilk zamanlarını, yakarışlarını, delirmenin eşiğine gelişini, kısaca çektiği acıları deneyimleyemiyor. Alexandre Dumas'ın özenle yarattığı Başrahip Faria karakteri, filmde bir o kadar özensiz çizilmiş. Edmond'un hapisteki akıl hocası olan Faria, Dumas'ın ona atfettiği tüm üstün niteliklerinden arındırılmış. Hatta başrahipliği dahi elinden alınmış. Bu basitleştirmenin affedilir bir yanı yok açıkçası. Zira, Edmond'u hayatta tutmanın, onun kaçışını sağlamasının çok ötesinde bir rolü olduğunu biliyoruz. Bildiği dilleri ve tüm bilgi birikimini Edmond'a aktaran Faria, onun kont rolüne bürünebilmesinin de yolunu açmıştır. Sonuçta 19 yaşında hapise giren bir gencin sofistike bir intikam alabilmesi için donanımlı olması gerekir. Söz hapisten açılmışken, mekan tasarımı bakımından da en azından hapishane ayağının çok yetersiz kaldığını söyleyebilirim. Yönetmenlerimiz, aslında eserin en unutulmaz kısımlarına gerekli ehemmiyeti vermediklerini görüyoruz. Filmin hapishane bölümü sadece 20 dakika sürüyor, buradan da anlaşılabilir. 

2024 yapımı Monte Cristo Kontu'nda, Edmond Dantes'in nasıl olup da Monte Cristo Kontu olduğuna dair hiçbir fikir edinemiyoruz. Filmin en büyük kusuru bana kalırsa bu. Yönetmenlerimizin ilk bir saatlik dilimdeki tercihlerinin bir sonucu bu elbette. Daha çok Edmond'un alacağı intikamla ilgilenmişler. İntikam alacağı karakterlere yeterince süre veriliyor ama buna karşın karakter gelişiminde sınıfta kaldığını düşünüyorum. Toparlarsak, yönetmenlerimizin filmin süresini verimli kullanamadıklarını, romana kısmen de olsa sadık kalabilmeye çabalarken, eserin ruhunu yakalayamadıkları düşünüyorum.

The Count of Monte Cristo (2002)


2000'li yılların başında izlediğimiz Amerikan yapımı The Count of Monte Cristo, prodüksiyon, cast ve eserin adaptasyonu hususunda bazı eksilerine rağmen oldukça tatmin edici bir iş çıkarmıştı. Filmin eksilerinden başlayalım. Edmond Dantes'in, Fernard ve Danglars'ın ihanetini hapise düşmeden öğrenmesi, ana karakterimizin ve hikayenin gelişimi açısından bazı sorunlar doğuruyor. Zira, Edmond hapiste Faria ile tanışana dek, dört yıl boyunca neden hapiste olduğunu sorguluyor. Filmde ise hapise girdiği andan itibaren intikam arzusu içinde. Bu uyarlamanın başarısını Hollywood kökleşmiş hikaye anlatıcılığına bağlayabiliriz. Diğer yandan, yönetmen Kevin Reynolds'un Hollywoodvari hamlelerinin, Edmond Dantes'in yolculuğu bağlamında filmi, eserden oldukça uzaklaştırdığını söyleyebiliriz. Seyirciyi memnun etme pahasına, -romanı okumuş veya başka bir sinema uyarlamasını izlemiş- seyircinin dahi beklemeyeceği bir mutlu son tercih edilmiş olması bir hayli şaşırtıcı. Bu bir yandan iyi hissetmemizi de sağlıyor ama ana karakteri içselleştirmiş seyirci için pek kabul edilebilir bir durum değil.

Senarist Jay Wolpert ve yönetmen Reynolds'un uyarlamadaki başarısının sırrı, romanın hangi kısmına ağırlık vermeleri gerektiğini çok iyi bilmeleri diye düşünüyorum. Eseri Edmond Dantes ve Monte Cristo Kontu şeklinde ana karakterimiz üzerinde iki parçaya bölersek, filmin süresinin yarıdan fazlasını Edmond Dantes'e ayırdığını görürüz. Yönetmenimiz, klasik eserin en başarılı kısımlarının Dantes'in yakalanma, uzun hapis hayatı ve hazineyi bulma bölümlerinin olduğunun farkında. Edmond'un hapishane günlerine yeterli zaman ayrılıyor. Faria eserde olduğu gibi bilge ve oldukça yetenekli bir karakter olarak çiziliyor. Edmond'un eğitim safhaları romanda olmayan yeni sahnelerle desteklenerek veriliyor. Dolayısıyla ana karakterimizin, Edmond Dantes'ten Monte Cristo Kontu'na nasıl dönüştüğü konusunda seyircinin kafasında en ufak bir pürüz dahi kalmıyor. Edmond'un Monte Cristo Kontu olarak verdiği ilk büyük davette, balonla inerek kendini gösterdiği bir sahne var ki, Alexandre Dumas görse alkış tutardı belki de. Günümüzün süper starlarının sahneye çıkışlarının heybetinden esinlenilmiş ve bence hoş tat bırakan bir eklenti olmuş bu. Filmin intikam ayağına baktığımızda ise, her şeyin biraz hızlı aktığını ve fakat Reynolds'un anlatısındaki ustalık sayesinde, bu bölümün aceleye getirilmiş hissiyatı yaratmadığını düşünüyorum. Genel olarak baktığımızda karakter yaratımı açısından iyi iş çıkarıldığını, sanat yönetimi ve görsel tercihlerin de bu uyarlamanın artılarından biri olduğunu söyleyebilirim.