5 Eylül 2025

Orson Welles Biyografik Filmi Nasıl Olmalı?

Başlangıç noktamız için iki farklı reçete yazabiliriz

Biyografilere nasıl başladığınız, yani ele aldığınız kişinin hangi dönemini hikayenin A noktası yapacağınız, filmin seyrini doğrudan etkileyecektir. Orson Welles gibi altın dönemini yirmili yaşlarında, sinemaya yeni adım attığı 1940’larda yaşayan, bir daha o şaşaalı günleri göremeyen ama buna karşın üretkenliğini kaybetmeyen ve önemli işlere imza atmayı sürdüren bir yönetmeni son demlerini yaşadığı günlerden başlayarak geri dönüşlerle anlatmak en mantıklı tercih olacaktır. Welles, belki biyografisini yazmak isteyen meraklı bir gazeteci veya bir öğrenciye çocukluğundan yaşlılığına dek hayat hikayesini anlatır. Flashback sahneleriyle birinci ağızdan anlatılan bir Orson Welles biyografisi büyük ihtimalle olumlu sonuç verecektir.

Herhangi bir Orson Welles biyografisini incelerseniz; yönetmenin çocukluk döneminden bahsedilirken, Yurttaş Kane’in açılış bölümüne benzer bir anlatımla yazıldığını fark edeceksiniz. Welles, Yurttaş Kane’i yazarken ana karakterine kendinden birçok şey katmıştı muhtemelen. Şimdi Welles’in çocukluğuyla ilgili neler yazıldığına bakalım: İki yaşındayken bir yetişkin gibi konuşabilen, üç yaşındayken her istediğini okuyabilen, beş yaşındayken Shakespeare’in oyunlarını ezberleyen, dokuz yaşında babasıyla çıktığı seyahat sayesinde dünyanın büyük bölümünü görme imkanı bulan, on yaşında ise bazı gazetelerde kendisinden karikatürcü, oyuncu ve şair olarak bahsedilen bir çocuk dehadan söz ediyoruz. Hal böyleyken, Welles biyografisi için olabilecek en iyi açılış; Yurttaş Kane’in açılış sekansının Welles’e uyarlanarak çekilmesidir. Kane ve Welles arasındaki parallellik böyle bir açılışla değerlendirilirse bir taşla iki kuş vurulacağına hiç kuşkum yok.

Welles’in radyo tiyatrosu ve tiyatro günleri

Welles, çok yönlü bir sanatçıydı. Sinemaya geçmeden evvel tiyatro ve radyo tiyatrosunda muazzam başarılar elde etti. Çocukluğunda başlayan Shakespeare tutkusu deyim yerindeyse tüm yaşamını etkiledi. Welles’in adını tüm dünyaya duyuran olay ise 30 Ekim 1938’de gerçekleşti. Welles’in bilimkurgu yazarı H. G. Wells’in Dünyalar Savaşı adlı eserini, radyo tiyatrosunda bir haber bülteniymiş gibi sunmasını ve inanılmaz performansıyla tüm Amerika’yı bir uzaylı istilası yaşandığına inandırmasını bir Orson Welles biyografisinde mutlaka görmek isteriz. Bu olayın mizahi bir dille anlatılması filme renk katacaktır.

2008 yapımı Richard Linklater filmi “Me and Orson Welles”’de genç bir öğrencinin tesadüfen kendisini Welles’in sahneleyeceği “Caesar” adlı oyunda küçük bir rol kapmasıyla yaşadıkları anlatılıyordu. Filmin odağında olmasa da Welles’e dair pek çok şey söyleyen yapım, onun olumsuz yönlerini göstermekten de hiç çekinmiyordu. “Me and Orson Welles”, Welles’in sinema öncesi dönemininden bir kesit sunuyordu. Filmi tiyatro üzerine çekilmiş önemli yapımlar arasında gösterebiliriz ama sinemaseverleri ilgilendirenin daha çok sinemadaki Welles olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Dolayısıyla Welles’in radyo tiyatrosundaki olayı ve oyun sahnelemedeki hünerleri geçiştirilmese de filmden fazla zaman çalmamalı diye düşünüyorum.

Orson Welles biyografisi Yurttaş Kane üzerine kurgulanabilir

Welles’in dehasının en açık kanıtı henüz 25 yaşındayken çektiği Yurttaş Kane’dir diyebiliriz. Birçok soruşturmada sinema tarihinin en iyisi çıkan film, bir Welles biyografisinin olmazsa olmazı konumunda. Dolayısıyla biyografiyi Yurttaş Kane üzerine kurgulayabilirsiniz. Odak noktamız Yurttaş Kane olacaksa, film daha önce bahsettiğim gibi bir açılış sekansıyla başlayabilir ve ardından Welles’e Hollywood’tan teklif gelmesinde etkili olan Dünyalar Savaşı şovuyla devam edebilir. Filmin pek çok dedikoduyu da beraberinde getiren ve pazarlanmasında sorun yaratan olaylar yani bu sancılı süreci görmek isteriz. Ama asıl önemli olan ilk ve en özel filmini çeken genç Welles’in başarısının ardında yatan gerçekler olacaktır. Yönetmenin çalışma yöntemlerinden tutun, yenilikçi fikirlerin nasıl ortaya çıkmış olabileceğine yönelik çıkarımlara kadar birçok detay üzerinde durulabilir. Kısacası bir başyapıtın filizlenişini görmek heyecan verici olur. Öte yandan filmin Welles’e para kazandırmamasının ve Oscar gecesinden En İyi Film dahil 9 dalda adaylığı olmasına karşın bir ödülle (En İyi Özgün Senaryo) dönmesinin yarattığı hayal kırıklığına yer verilebilir.

Olumsuz özelliklerini de görelim

Welles, eserleriyle akıllarda yer eden bir sanatçıydı. Ancak, sözünü ettiğimiz olası biyografik film Yurttaş Kane’i odağına alsa da onun özel hayatını ve dominant kişiliğini göstermelisiniz. Genç yaşta evlenen Welles, buna rağmen çapkınlık yapmaktan geri durmamış. Dozu iyi ayarlanmak koşuluyla ilişkileri üzerinde durulabilir. Sanatıyla çığır açan Welles’i anlatılırken, onun olumsuz özelliklerine de değinilmeli, egosunun altı çizilmeli ve çalışması zor bir insan olması es geçilmemeli. “Hayatım boyunca enerjimin ve yeteneklerimin ancak %2’sini kullanabildim. Geri kalan %98’i küçük insanlarla itişmekle geçti.” gibi açıklamaları çevresindeki insanlara yukarıdan baktığını, onları küçümsediğini gösteriyor.  Sonuçta her insanın -çok sevilen dahi bir sanatçı da olsa- tasvip edilmeyen yönleri olacaktır. Bunları yansıtmak, bahsi geçen kişinin sevenlerinin gözünde küçülmesine sebep olmayacaktır.

1 Ağustos 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #80 The Congress

Beşir’le Vals ile tanıdığımız Ari Folman'ın, Stanislaw Lem’in önemli eserlerinden Gelecekbilim Kongresi'ni temel alıp, serbest bir uyarlamayasına soyunduğu The Congress (Son Şans), önce sinema sektörünün ardından da insanoğlunun geleceğine bakış atan benzersiz bir bilimkurgu denemesi...

The Congress’te de kendini oynayan ve artık gözden düşmüş bir oyuncu olan Robin Wright’ı yepyeni bir teknolojiyle dijital ortamda yeniden yaratılan, sektörde artık dijital kopyası ve sinemasal benliğiyle varolmak zorunda kalan bir karakter olarak izliyoruz. Bildiğimiz anlamda oyunculuğun devre dışı kalmaya başlamasıyla sözde daha özgür bireylere dönüşüyor oyuncular. Elbette ki Folman, sektörün gidişatını ve ticarete dönmesini eleştiriyor. Bir yandan getirdikleriyle (beyazperde de hep genç kalmak gibi) hayranlık uyandırsa da klasik sinemanın sonunu işaret etmesi, yaratıcılığı öldürmesi gibi sebeplerle karşısında durulması gereken bir teknolojik atılım masaya yatırılıyor.

Masum Sanık Rogger Rabbit çizgi karakterlerini gerçek dünyaya salıverip, gerçeklik içinde fantastik bir alem yaratmasıyla o gün için önem arz eden bir işti. Bir anlamda o filmin mirasını devralan The Congress ise Roger Rabbit’i çıkış noktası olarak belirliyor ve özündeki fantastik öğeleri halüsinatif bir dünyaya hapsediyor. Halüsinatif dünya ile gerçekliği ya da çizgi olanla gerçekliği hem iç içe geçiriyor hem de birbirinden keskin bir çizgiyle ayırıyor Folman. Filmin ilk 45 dakikasında sektörün geleceğine bakıp, 20 yıl sonrasına atlayan ve birden live action animasyona geçen Folman, bu durumu hikayenin bir parçası yaparak işlevsel kılıyor. The Congress’in farkı da burada ortaya çıkıyor. Biçimsel yetkinliği, oldukça yaratıcı hikayesi, eleştirel tutumu ve sinema dili filmi kendi türü içinde önemli bir noktaya taşıyor.

Dünyanın geleceğine dair karanlık bir tablo çizen The Congress, insanoğluna sahte de olsa cennete kaçma fırsatını veriyor. Folman, The Matrix’in kıyamet sonrasında sanal bir dünyaya hapsedilen insanlık fikrini tersine döndürerek uyguluyor. Mavi-kırmızı hap benzeri bir seçim yapılarak Harikalar diyarına adım atılıyor. İnsanoğlu mücadele etmeyi ya da gerçekliği değil, halüsinatif bir hayatı tercih ediyor. Abre los Ojos ya da yeniden çevrimi Vanilla Sky’da bireyin bilinçaltı düzeyine indirgeyerek gerçekleştirebildiği gerçeklikten kaçış formülünün eğilip bükülerek hayata geçirildiğini de görüyoruz The Congress’te.