23 Haziran 2017

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #63 Shocker


Wes Craven’in A Nightmare on Elm Street’in başarısı sonrasında yaşadığı övgüven patlamasının 80’li yıllardaki son meyvesi Shocker (Şok!), türün ilginç örneklerinden biri. Craven’in senaryosunu da kaleme aldığı yapım, bir türlü durdurulamayan bir seri katilin hikayesi şeklinde başlıyor ve ilk 40 dakikalık dilimin ardından dümeni doğaüstü seri katil filmine çeviriyor. Dönemin Holloween, Friday the 13th ve A Nightmare on Elm Street gibi bu alandaki klasiklerine bir yenisini daha eklemek için yola çıkan Craven, belki başaralı olamadı ama hakkı teslim edilmesi gereken bir iş ortaya koyduğunu düşünüyorum.

Horace Pinker adlı katilimiz istediği her bedeni ele geçirebiliyor. Böyle olunca katilin sureti sürekli değişiyor. Bazen bir polis, bazen bir çocuk veya kurbanın en yakınının bedeni ele geçiriliyor. Pinker’a şeytanın cisimleşmiş hali olarak bakabiliriz. Pinker’ın şeytani bir gücü var ve ele geçirdiği bedenlerden öldürdüğü masum bir genç kızın kolyesi ile çıkarılabiliyor oluşu bu yorumu yapmamıza imkan tanıyor. The Exorcist’ın haçla kovulan şeytanı Shocker’da benzer bir uygulamayla canlanıyor. 

Hikayenin klasik bir seri katil-polis kovalamacası biçiminde ilerlememesi filmin artılarından biri. Katille esas oğlan arasında organik bir bağ kurulması neticesinde bir kedi-fare oyunu devreye giriyor. Kedi ile fare sık sık yer değiştiriyor ve bu da filme renk katıyor. Halloween’da olduğu gibi katilin saplantı haline getirdiği kurban düşüncesi Shocker’da da başarılı bir uygulama alanı buluyor.

Ana karakterimiz Jonathan’ın üvey ailesi ve sevgilisi öldürülüyor. Katili rüyalarında iş başında gören Jonathan’ın, onu alt edebilecek tek kişi olduğunu anlıyoruz. Katili rüyada görme veya katilin rüyaya girmesi durumunu Craven, A Nightmare on Elm Street’te başarıyla kullanmıştı. Yönetmenin burada kendisini tekrar etmemek için rüyaları seri katilimiz için bir dezavantaja dönüştürdüğünü görüyoruz. Shocker’da pek çok açıdan A Nightmare on Elm Street etkisi var. Horace Pinker’ın deliliğinin mizahla süslenmesinden, filmin genel tonuna kadar bir çok detay örnek gösterilebilir. Ama daha çok doğaüstü seri katil tanımıyla aynı kulvarda yer alıyorlar. Elektrik akımını kullanarak hatlarda ve Tv yayınlarında gezinebilen (filmin belki de en eğlenceli dakikaları) ve bu yeni haliyle yakalanması ve öldürülmesi neredeyse imkansızlaşan bir psikopata evrilen Horace Pinker, ne olursa olsun korku sinemasının kült figürlerinden birine dönüşmeyi başaramadı. Craven’in kafasında karakteri için haddinden fazla ayırt edici fikir var. Shocker belki hiç teklemiyor ancak beden değişimi ve elektrik akımının kullanılması gibi fiklirlerin çabuk tüketilmesi filmin bırakacağı etkiyi zayıflatıyor. Shocker’ın kendisini çok ciddiye almayan tavrı aleyhine işliyor. Bu ciddiyetsizlik seyirciye geçiyor ve biz de filmi fazla ciddiye alamıyoruz.

80’li yılların hem gençlik filmlerinden hem de korku\komedi furyasından da etkiler taşıyan Shocker, Wes Craven’in orta halli korku denemelerinden biri. Oldukça keyifli bir seyir sunması ve çok popüler olmamasını da hesaba katarak korku sevenlerin bir şans vermesini istiyorum.

17 Haziran 2017

Compliance - İtaat


2012'de Filmekimi'nin en dikkat çeken filmlerinden biri olan Compliance yani Türkçesiyle İtaat, itaat kavramı üstünde yoğunlaşıyor. Jagten'e çok benzeyen yanları bulunan bu film, Jagren'den farklı olarak gerçek bir hikayeye dayanıyor. İki şeyi çok doğru söylüyor. Birincisi; iktidar üzerinden normal insanların hayatına seslenirken bu iktidarın nasıl kuvveti olduğunu söylüyor ve diğer bölümdeyse; iktidarın yıkıcı etkisini çok iyi anlatıyor. Film şu soruları sorduruyor: Ne kadar itaat yeterli, sınırları nerde başlıyor ve nerede bitiyor? Filmin konusunu basitçe özetleyip analizlerimi aktarmak istiyorum.
Burç Karabulut yazdı

Hikayemiz; Amerika'nın küçük bir kasabasında geçiyor. Hemen aşina olacağımız bir hızlı tüketim restoranındayız. Yavaş yavaş karakterlerimizi tanımaya ve hayatlarına ortak olmaya başlıyoruz. Sarışın genç kasiyer Becky, sakar Kevin, diğer elemanlar Connie, Marti ve yaşlı Harold ile manager Sandra güneşli bir günün sabahında iş başı yapmak için restorana gelirler. Toplantı sonrası her zamanki gibi iş başı yaparlar. Restorana gelen bir telefon, bugünü normalden daha uzun yaşatacaktır. Arayan bir polistir yani kanundur(!). Elemanlardan birinin suçlu olduğunu söyler. Sandra hiç vakit kaybetmeden bu kişiyi bulup telefondaki polise yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Keza restoran yoğun saatine girdiğinde yönetmek için başında durmak istemektedir. İşler tam anlamıyla içinden çıkılmaz hale gelir.

Yönetmen Craig Zorbel, itaat kavramını, iktidar, güç ve kurban üçlüsünde inceliyor. Polisin(!) otoriter dili, yönetici Sandra'nın konuştuğu kişinin polis olduğuna inanmasına yetiyor. Polis sürekli çok yardımcı oluyorsunuz deyince Sandra'nın bu durumu olumlu karşılaması ve telefondan ayrıldığı anlarda bile 'iktidardan' şüphelenmemesi iktidar gücünü simgelemesi bakımından çok önemli.

Filmdeki anlatıyı götüren, Sandra'nın sarsılmaz itaati ona otoriteyi transfer ederken (onu zalim kılıyor) olan kurbanlara oluyor. Transfer etmek diyorum çünkü polis sadece bir sesten ibaret. Fiziksel olarak olaya müdahil olacak durumu yok. Söz gelimi, Becky'nin suçlu olup olmadığına karar vermesi gereken merci kanunken, Sandra bu işe karışıyor bir anlamda kanun mercii oluyor. Becky'i gözlem altında tutması için bir çok kişiyi Sandra öneriyor mesela. İktidarın sarsılmaz, güven verici, yer yer onaylayan dili Sandra'yı baştan çıkartıyor desem yeridir.

Buna mükabil, kurban karakterlerimiz mevcut ama kurban olduklarının bilincinde değiller. Özellikle Van, (Sandra'nın nişanlısı) diğer kurban karakterlere oranla bekçilik konusunda iki kat başarılı oluyor. Hem kız arkadaşı tarafından hem de telefondaki ses tarafından iki kat itaat ediyor. Harol ve Kevin ise itaatkar olmak bir yana iktidara karşı bile duruyorlar. Bu isyanın dili, Sandra'da sonlanıyor.

Kurbanların içinde en talihsiz olanı Becky, sadece suç işlediğine inandırılmıyor ayrıca iktidardan fiziksel işkence yani cinsel istismar görmesi mümkün hale getiriliyor ki bu filmin en rahatsız edici anı. Becky'nin kendi namusunu koruma ihtiyacı, itaatsizliği, suç ve ceza ekseninde iktidarın baştan beri hipnotik diline sapkınlığı da etkiliyor. Bunu yapanlar tabii ki de Van ve Sandra'ya transfer edilen otorite oluyor. Bu iki karakter otoriteye cevap vermedikleri gibi otoritenin dediklerine uymayı bir yerde tercih ediyorlar.

Tüm karakterler göz önüne alındığında, iktidar iletişim kurduğu dilde ve yarattığı algıyla baştan çıkarmayı ve hipnotize etmeyi hedefliyor. Harold karakteri dışında tüm karakterler bir yerde iktidarla konuşmaktan bile korkuyorlar. O korkunun bedeli de tüm itaati getiriyor. Daha korkuncu, o dilin sapkınlığına kayıtsız kalan insanların itaatlerin limitsizliğini göstermesiyle anlaşılıyor. Maalesef iktidarın gücü itaatin limitsizliğiyle belirleniyor.

5 Haziran 2017

Kıyamet partisi!: These Final Hours


Kıyamet sonrası filmleri 70’lerden bu yana revaçta olan bir bilimkurgu alt türü. Bu alt tür filmleri oldukça karamsar bir dünya tasvir etmelerine karşın, insanoğlu yaşam savaşını sürdürebildiği, bir şekilde var olabildiği için yani umutsuzluk içinde dahi bir umut barındırabilmesi sebebiyle popülerliğini korumayı başardı. Gerçek anlamda kıyametin koptuğu bilimkurgular ise umuda bir gram bile yer bırakmaması ve izleyeni daha depresif bir ruh haline soktuğu için kıyamet sonrası filmleri kadar ilgi görmüyor. Çünkü seyirci mutlu sonları sever… 

Lars von Trier’ın biçimci tarzıyla, estetiğiyle ve kıyametten çok yaklaşan kıyametin insanlar üzerinde yarattığı psikolojiye odaklandığı başyapıtı Melancholia’yı izleyeli çok uzun bir zaman olmadı. Melancholia’dan etkilendiğini açıkça belli eden Avustralya yapımı bağımsız bir kıyamet filmi olan These Final Hours, ilgiye değer bir tür filmi ama sesini duyurmayı başardığını söyleyemeyiz.

Yönetmen Zak Hilditch, aynı zamanda senaryonun da sahibi ve senaryo aşamasında bağımsız bilimkurguların çoğunda karşılaştığımız hataya düşmekten kurtulamadığını söyleyerek girelim söze. Bahsettiğimiz hata ne olup bittiğini anlatırken ketum davranmak. Filmin başlarında ana karakterimiz James’le tanıştıktan sonra, bir radyo yayını aracılığıyla bir çarpışmanın gerçekleştiğini öğreniyoruz. Çarpışmanın yeri ve zamanı verilmesine karşın tam olarak neyden bahsettiği hakkında fikir yürütmemiz gerekiyor. Dünya ile başka bir gezegenin çarpışması veya daha yüksek bir olasılıkla meteor çarpmasıyla karşı karşıya olunduğu sonucuna varıyoruz. Açıkçası bu ketumluğun sebebini anlamak oldukça güç. Gizem yaratmak deseniz, gizeme ihtiyacı olan bir film de değil These Final Hours. Filmin hikâyesi, Kuzey Amerika’dan başlayarak dünyanın yüksek ısı sebebiyle yok olması. Yüksek ısının sebebinin ise sözü edilen çarpışmanın yeryüzünde yarattığı ani değişim olduğu söylenebilir. Dünyanın bir ucunda -Avustralya- yaşayan karakterlerimizin ise 12 saati vardır. Felaketin gelişinden haberdar olan insanların son saatlerini nasıl geçirebilecekleri, nasıl bir psikolojiye sahip olabilecekleri üzerine kafa yoran yönetmenimizin, elindeki kısıtlı imkânlarla etki gücü yüksek bir kıyamet filmi çıkarmaya çalıştığını görüyoruz. Bunu belli ölçüde başardığı da bir gerçek.

İki kadın arasında bocalayan James, dünyanın sonu haberiyle kaosun baş gösterdiği ülkede, son geldiğinde babasıyla birlikte olmak isteyen bir kız çocuğunu, ona zarar vermek isteyen adamların elinden kurtardıktan sonra isteksizce yanına alıyor. Dünyanın sonu yaklaşırken, iki karakterimiz her şeye rağmen bir amaçla hareket ediyor. Son saatlere farklı bir anlam yüklenmiş oluyor. James ile Ross’un ilişkisi dramatik açıdan filmi zenginleştiriyor. These Final Hours’un bağımsız bir film olması filmin hem aleyhine hem de lehine işlemiş. Aleyhine işlemiş çünkü sokaklarda karmaşa ve felaketi minimize edilerek görselleştirilmek zorunda kalınmış. Lehine işlemiş çünkü büyük resim gösterilemeyeceği için kimi klişelerden uzak kalınabilmiş. Karakterlerin psikolojisine daha fazla yer verilebilmiş. 

Yönetmen Hilditch, olay örgüsünü son saatlerimizi sevdiklerimizle geçirme isteğimiz üzerine kurmuş. Aşk, dostluk ve aile bağları kötücül hikâyeye duygusal bir boyut kazandırmış. Öte yandan, insanın içindeki karanlık tarafın mutlak son yaklaşırken dahi yok olmayacağını, aksine kötünün daha da kötü olacağını söyleyerek insana dair keskin bir eleştiri de getiriyor Hilditch. These Final Hours’a dair en şaşırtıcı ve üzerine ne fazla konuşulması gereken husus ise kıyamete saatler kala bir grup insanın çılgınca eğlenmesi. Filmde uzun bir parti sahnesi mevcut. Şimdi burada bir gerçeklik sorgulaması yapmak gerekiyor. Kıyamet adım adım yaklaşırken, bu acı gerçekten haberdar olan insanoğlu eğlenmeyi başarabilir mi? Daha doğrusu eğlenmeyi düşünebilir mi? Alkol ve uyuşturucuyla yüzleşmek zorunda oldukları mutlak sondan -farkındalık açısından- kaçılabilir mi? (Yüksek dozla evet) Hilditch muhtemelen bu mesele üzerine fazla kafa yormamış. Çılgın parti sahnesini filmin depresifliği içinde seyircinin nefes alabileceği bir bölüm olarak düşünmüş olmalı.

Son söz: Düşük prodüksiyon kalitesine rağmen, dramatik yapısı, gerilimi ve başarılı atmosferiyle akılda kalıcı bir kıyamet filmi These Final Hours. 7\10