
James Cameron’ın yarattığı Terminator serisi, 30 yılı aşkın
bir süredir post apokaliptik bilimkurgu alt türünün göz bebeklerinden biri
konumunda. Bu seriyi özel kılan neydi? Başarısını hangi formüllere borçluydu
Terminator? Öncelikle Cameron’ın vizyonuna borçlu olduğunu ve yönetmenin alt
türü çok iyi etüt ettiğini söyleyelim. Cameron, tematik açıdan oldukça zengin
bir kıyamet sonrası bilimkurgusu yaratırken birçok filmden faydalanmış, 1968
sonrasındaki süreci iyi değerlendirmiş. Termınator, kıyamet sonrasına zaman
yolculuğu aracılığıyla ulaşan Planet of the Apes’in formülünü tersten
uygulayarak alt türe zenginlik ve bir farklılık kattı denilebilir. Film, 2001: A Space Odyssey’in bireysel olarak yaklaştığı
makine – insan mücadelesini de alenen bir savaşa çevirmiş, insanoğlunu yokoluşa
sürükleyecek bir hikayede işlemiştir. Westworld’ün insan suretindeki
makineleriyle, Blade Runner’ın karanlık atmosferi Cameron’a ilham vermiş. Şüphesiz
ki, Termınator post apokaliptik bilimkurgu alt türüne pek çok yenilik getirmiş
olsa da, türün diğer örneklerini gibi nükleer felaket paranoyasından
beslenmiştir. Mad Max serisi ve Escape from New York’ta olduğu gibi kıyamet
sonrasında aksiyon düşüncesini hikâyenin günümüzde geçen ayağında hayata
geçirmiştir Cameron. İlk üç film, Mad Max gibi kaçmalı-kovalamacalı yapıya bel
bağlamış ve bu, Terminator filmlerinin klasik bir öğesine dönüşmüştür.
Serinin efsaneleşmesinde yönetmen Cameron’ın ardından en büyük
pay Arnold Schwarzenegger’a aittir diyebiliriz. Kendisine Klye Reese rolü teklif
edilen, ancak sibernetik makine T-800’ü tercih eden Arnold, özellikle ikinci
film sonrasında karakteriyle ikonikleşmiş, “I’II be back” (Geri döneceğim)
repliğini haklı çıkarırcasına hep geri dönmüştür. Cameron sonrasında düşüşe geçen seriyi diriltmek için birçok yol denendi ama Terminator’ı özüne
döndürme çabası beklenen sonucu vermedi.
The Termınator
Seyircisine oldukça zengin bir dünya sunan Termınator,
distopyasında umududa yer açan kıyamet sonrası bilimkurgularından. Yapay zeka
ile insanoğlunun gelecekte vuku bulan çetin savaşıyla ilk buluşmamız, düşük bütçe
faktörüne rağmen muazzam bir deneyime dönüşmüştü. 2029 yılının karanlık
dünyasında açılan film, makinelerle insanlığın dengelerin sürekli değiştiği
savaşından günümüze uzanır. Yapay zeka Skynet’in şeytani bir planı vardır: Direnişin
lideri John Connor’ı henüz doğmadan yoketmek… Bunun için görevlendirilen T-800
model sibernetik makine görevini tamamlayana kadar durmayacaktır. Biraz
düşündüğünüzde hikâyenin İncil’den beslendiğini fark edeceksiniz. John Connor,
insanlığın kurtuluş umudu, mesihidir. Onu doğuran Sarah Connor’da Meryem Ana
olarak düşünülebilir. Zira, mesele sadece kurtarıcıyı doğurması değil, henüz
teorik olarak doğmamış\varolmamış biri tarafından hamile bırakılması söz
konusudur. John Connor’ı özel yapan da belki bu ince detaydır.
The Termınator, serinin en karanlık filmi olmakla birlikte
gerilimin yaratma hususunda da devam filmlerinin önündedir. Bunun sebebi de
karakterlerimiz arasındaki güç eşitsizliğinin diğer filmlere göre daha dengesiz
olmasıdır. Kısıtlı bütçe de Cameron’ı aksiyondan ziyade gerilime yöneltmiştir.
İlk filme bakarak insanoğlunu yok oluşa sürükleyen makine-insan savaşında tüm
suçu zaman yolculuğu teknolojisi üzerine atabiliriz. Çünkü gelecekten gelen Cyborg
yok edilse bile, sağlam kalan bir kolu ve işlemcisi Skynet’in doğuşunu olanaklı
kılacaktır. Bu noktada oluşan paradoksun ise filme bir derinlik kattığı
söylenebilir.
Terminator II: Judgement Day
The Terminator’ın ticari başarısı sonrasında Aliens ve The
Abbys gibi iki bilimkurgu başyapıtı daha çekerek bir anda hem türün hem de
döneminin en önemli yönetmenlerinden birine dönüşen James Cameron, stüdyodan
100 milyon dolar gibi yüksek bir bütçe kopararak hayalini kurduğu filmi yapmak
için kolları sıvamıştı. Aradan geçen 7 yılda efekt teknolojisindeki geldiği
nokta da kuşkusuz bu hayali hayata geçirmesine olanak tanıdı denilebilir. İlk
filmin hikâye kurgusunu tekrarlayan Cameron, Arnold Schwarzenegger’in
seyircinin belleğinde taze kalmayı başaran Cyborg karakterini koruyucu bir
meleğe dönüştürmesi film adına küçük ancak çok etkili bir hamleydi. Hikâyeyi 10
yıl sonrasına taşıyan Cameron, T-800’ü babasız büyüyen John Connor için bir
baba figürü gibi konumlandırdı. Böylece durmak bilmeyen aksiyon içine
duygusallık da katarak inanılmaz bir kimya oluşturdu. Judgement Day, bir devam
filmi olsa da öncülünün çok ötesine geçti. Efektlerin, görseliğin ve doyumsuz
aksiyonun bunda büyük payı olsa da, Judgement Day’in tematik açıdan daha zengin
bir film olması, Terminator’ün dünyasını genişletmesi klasikleşmesinde etkili
oldu. Makine-insan savaşının kendi içinde makine-makineye karşı, makinenin
insanlaşması gibi alt başlıklar açılarak genişletilmesi iyi bir örnektir. İlk
filmde zorunlu olarak öne çıkan gerilimin, bu filmde yerini tam anlamıyla
gerçek bir aksiyona bırakması, bilimkurgu\aksiyon melezleşmesinin Terminator
filmlerine daha uygun olmasıyla ikinci film parladı. Karakterlerin kendini
bulması da atlanmaması gereken bir detaydır. Sarah Connor’ın sinema tarihinin
en güçlü kadın karakterine bürünüşü, John Connor’ın ortaya çıkışı, T-800’ün
insanoğlunun tarafına geçişi ve civa alaşımlı T-1000’in varlığı Judgement Day’e
çok şey kattı. Sayısız unutulmaz sahnesiyle hafızalarımıza kazınan bu film,
görsel dokusu, aksiyonu ve kusursuzluğuyla 90’lı yıllar bilimkurgu sinemasının
zirvesine oturdu.
Terminator 3: Rise of the Machines
James Cameron, Terminatör serisine daha fazlasını
veremeyeceğini düşündüğünden ve kendini de tekrar etmekten kaçındığı için
üçüncü filmin kamera arkasına geçmeyi kabul etmedi. Çok da tecrübeli bir isim
olmayan Jonathan Mostow’ın yönettiği Terminator 3: Rise of the Machines, formüllerin
dışına çıkmayan klasik bir devam filmiydi. İkinci filmin 10 yıl sonrasına
taşınan hikayede yetişkin ve bir nevi derbeder bir John Connor çıktı karşımıza.
Skynet’in onu yok etmek için bir kez daha şansını denediği filmde, Judgement
Day’de olduğu gibi makine-makineye karşı durumu söz konusuydu. Artık
klasikleşen otobanda takip sahneleriyle yine büyük keyif verse de, serinin
hayranları aksiyon ve görsellikten çok daha fazlasını beklediğinden Rise of the
Machines kısmen de olsa hayal kırıklığı yarattı. Kaderimizi değiştirip
değiştiremeyeceğimiz meselesi üzerine kafa yoran filmde kaçınılmaz olanın
gerçekleşeceğini vurguladı yönetmen Mostow. Zaten Rise of the Machines’in seri
içindeki önemi geçmiş ve geleceği birleştirmesiydi. Ortada seriyi ileri
taşıyacak bir hikaye olmaması, Cameron’ın vizyonuna ihtiyaç duyulması ve
tekrara düşülmesi gibi sebeplerle beklentileri karşılayamayan üçüncü bölüm, her
şeye rağmen başarılı bir işti.
Terminator: Salvation
Serinin yaratıcısı James Cameron olmadan da iyi bir
Terminator filmi çekilebildiğini görmüştük. Peki ya Arnold Schwarzenegger
olmadan bunu başarmak mümkün müydü? Serinin dördüncü bölümü Terminator:
Salvation bu soruya olumlu bir cevap niteliğindeydi. Hem de bunu kamera
arkasında pek de yetenekli bir yönetmen (McG) olmadan başarması takdire
şayandı. Terminator: Salvation ile ilgili en önemli nokta artık sonunda hikâyenin
kıyamet sonrasına taşınmasıydı. Serinin önceki bölümlerinde gelecekten direnişe
dair kısa anlar izlemiş ama neler yaşanacağına ilişkin detaylı bir veri elde
edememiştik. Yönetmenin karanlık dönemi anlatıyoruz dediği Salvation’da babası
Kyle Reese’i arayan, onu korumaya çalışan ve insanlara umut aşılama çabasında
bir John Connor görüyoruz. Bununla birlikle Marcus Wright -özel üretim bir
makine-insan- adlı ana hikâyeye hizmet eden bir yan karakterin varlığının da
filme zenginlik kattığını söyleyebiliriz. Serinin dördüncü bölümü ile bir anlamda
klasik bir post apokaliptik bilimkurguya evriliyor Terminator. Seri alt türün
klasik bir örneğine dönüşürken elbette ilk üç filmin hikâye kurgusunun da
değişmesi kaçınılmazdı. Ancak aynı yorumu filmin kıyamet sonrası dünyasının
görsel karşılığı için söyleyemeyiz. Çünkü Cameron’ın mavimtrak geleceğine
ihanet edildiği bir gerçek. Bu durumu görmezden gelebilmenin tek yolu Salvation’ı
Judgement Day’den bağımsız olarak düşünebilmek bana kalırsa.
Terminator: Genisys
Serinin ilk filmlerinde olduğu gibi yine geleceğin dünyasında açılan Genisys, ilk etapta The Terminator’ın eksik parçalarını tamamlamaya girişiyor denilebilir. Kyle Reese’in bakış açısından, geleceği ve John Connor’ı görüyoruz. Zaman yolculuğunun nasıl olup da devreye girdiğini ve döngüyü başlattığını görme şansına erişiyoruz. Genisys’in bozucu nitelikteki hamleleri de bu noktada başlıyor. Yeniden 1984 yılındayız ama hiçbir şey eskisi gibi değil. Serinin ilk iki filmi üst üste bindiriliyor, tekrar etmekle yeniden yaratmak arasında ince çizgide oldukça tuhaf ve bir o kadar da eğlenceli bir alternatif gerçeklik bölümü izliyoruz. İlk 20 dakikadan sonra ise filmin yönü tamamen değişiyor. 2017’nin dünyasına geçiş yaptığımızda alternatif gerçeklik senaryosunun da ikinci kısmına geçmiş oluyoruz. Zaten ne oluyorsa burada oluyor. Sürprizlerini bozmamak için detaya girmeyelim ama alternatif gerçeklik yaratayım derken John Connor’a biçilen rolün yenir yutulur cinsten olmadığını, serinin özüne ters bir yola girildiğini de söylemeden geçmeyelim. Diğer önemli nokta da geçmişi değiştirirken nostaljik tatlar verip artı puan toplarken, geleceği değiştirme cüretinin gösterilip bir çuval incirin berbat edilmesi Terminator: Genisys, serinin en önemli temalarından zaman yolculuğunun hiç olmadığı kadar medet umuyor. Zaman yolculuğunun yarattığı klasik paradoksla yetinmeyip, kişinin kendi gençliğiyle karşılaşması ve zamanda açılan gedikle komplike bir senaryoyu hayata geçiriyor. Evet, belki havada kalan pek bir şey yok ama Terminator'dan geriye ne kaldığı da sorgulanmalı.
Termimator: Dark Fate
Seriyi devam ettirebilmek için yeni yollar arayan senarist ekibimiz, önceki film Genisys'da olduğu gibi burada da alternatif yaratma çabası içine girmiş. John Connor'ın makineler tarafından öldürüldüğü, Skynet'in engellendiği ve fakat Skynet'in yerini Legion'un aldığını öğreniyoruz. Görüldüğü üzere Dark Fate, bozucu nitelikte bir Terminator filmi. Serinin üzerine kurduğu temelleri yıkmakta beis görmüyor, diğer bir deyişle seriye ihanet ediyor. John Connor'ın ölümü serinin fanları için kabul edilebilir bir hamle değil. Dark Fate'in en önemli kozu ise Rise of the Machines'te öldüğünü öğrendiğimiz Sarah Connor'ı geri getirmek... Deadpool ile kendini ispatlayan Tim Miller'ın yönettiği Dark Fate, hikaye kurgusu ve bir Terminator filmi olarak şablonun dışına çıkmamaya özen gösteriyor. Yeni karakterleri fazla yadırgamasak da değiştirilmiş gelecek düşüncesine tutunmak oldukça zor. Görsel efektler ve işin aksiyon cephesinde özellikle Genisys'e göre daha iyi bir iş çıkartıldığını görüyoruz. Sonuç olarak Terminator: Dark Fate, Terminator: Genisys'in ardından serinin en zayıf filmi olmaktan kurtulamamış diyebiliriz.