26 Haziran 2025

Edebiyattan Sinemaya: #5 Bir Uyarlama Olarak The Count of Monte Cristo

Alexandre Dumas'ın sinemaya ve Tv'ye birçok kez uyarlanan klasiği The Count of Monte Cristo, roman dediğimiz türün en önemli örneklerinden biri. Eser, geçtiğimiz yıl ana vatanı Fransa'da iddialı bir uyarlamaya daha kavuşmuş ve genel olarak iyi tepkiler almıştı. Bu yazıda 2024 Fransız yapımının yanı sıra 2002 Amerikan yapımı The Count of Monte Cristo'yu birlikte değerlendireceğim.

The Count of Monte Cristo (2024)

Sefiller ve Monte Cristo Kontu gibi 1500 sayfalık klasiklerin sinemaya hakkıyla uyarlanması pek olası değil. Her uyarlamada detaylar kaybolacaktır şüphesiz ama eserin özünü yakalayıp beyazperdeye yansıtabilmek filmin başarısında hayati öneme sahip diyebiliriz. 2024 yapımı Monte Cristo Kontu, üç saatlik süresi ve özenli prodüksiyonuyla ilk bakışta umut vadediyor. Romanı okumamış olanlar için tatmin edici bir sinema deneyimi sunduğunu bile söyleyebiliriz aslında. Filme bir uyarlama olarak baktığımızda ise defoları gözümüze batıyor. Yönetmenlerimiz Alexandre La Patalliere ile Matthieu Delaporte, sadık ve kapsamlı bir uyarlama yapmak için yola çıkmışlar bunu anlıyoruz. Filmin üç saatlik süresi de bunu destekler nitelikte. Ancak bu sürenin sadık bir uyarlama için yeterli olmayacağının yönetmenlerimiz de farkında. Film boyunca gördüğümüz 'kısa yollar', bu farkındalığın bir sonucu. Örneklerle açalım: Edmond Dantes'e komplo kurma fikri, çalıştığı geminin muhasebecisi Danglars'tan çıkmıştır. Geminin kaptanı öldüğünde, Edmond Dantes kaptanlığa terfi eder. Armatörün bu beklenmeyen tercihi ihtiraslı Danglars'ı harekete geçirir. Filme baktığımızda Danglars'ı bizzat geminin kaptanı olarak görüyoruz ve gemide yaşanan bir olay ile iki karakter arasında kısa yoldan bir düşmanlık yaratılmış oluyor. Diğer bir örnek ise varlığından sadece Başrahip Faria'nın haberinin olduğu hazinenin kaynağının filmde Tapınak Şövalyelerine bağlanmış olması. Bu gibi akılcı kısa yollarla atlanamayacak önemdeki olaylar kısıtlı sürenin kurbanı olmadan verilmiş oluyor.

Romanın uyarlamasındaki kusurlara gelelim. Edmond'un sorgulamaları bitip hapishane yolculuğu başladığında, dört yıllık bir zaman atlaması yapılıyor. Seyirci Edmond'un mahpusluğunun ilk zamanlarını, yakarışlarını, delirmenin eşiğine gelişini, kısaca çektiği acıları deneyimleyemiyor. Alexandre Dumas'ın özenle yarattığı Başrahip Faria karakteri, filmde bir o kadar özensiz çizilmiş. Edmond'un hapisteki akıl hocası olan Faria, Dumas'ın ona atfettiği tüm üstün niteliklerinden arındırılmış. Hatta başrahipliği dahi elinden alınmış. Bu basitleştirmenin affedilir bir yanı yok açıkçası. Zira, Edmond'u hayatta tutmanın, onun kaçışını sağlamasının çok ötesinde bir rolü olduğunu biliyoruz. Bildiği dilleri ve tüm bilgi birikimini Edmond'a aktaran Faria, onun kont rolüne bürünebilmesinin de yolunu açmıştır. Sonuçta 19 yaşında hapise giren bir gencin sofistike bir intikam alabilmesi için donanımlı olması gerekir. Söz hapisten açılmışken, mekan tasarımı bakımından da en azından hapishane ayağının çok yetersiz kaldığını söyleyebilirim. Yönetmenlerimiz, aslında eserin en unutulmaz kısımlarına gerekli ehemmiyeti vermediklerini görüyoruz. Filmin hapishane bölümü sadece 20 dakika sürüyor, buradan da anlaşılabilir. 

2024 yapımı Monte Cristo Kontu'nda, Edmond Dantes'in nasıl olup da Monte Cristo Kontu olduğuna dair hiçbir fikir edinemiyoruz. Filmin en büyük kusuru bana kalırsa bu. Yönetmenlerimizin ilk bir saatlik dilimdeki tercihlerinin bir sonucu bu elbette. Daha çok Edmond'un alacağı intikamla ilgilenmişler. İntikam alacağı karakterlere yeterince süre veriliyor ama buna karşın karakter gelişiminde sınıfta kaldığını düşünüyorum. Toparlarsak, yönetmenlerimizin filmin süresini verimli kullanamadıklarını, romana kısmen de olsa sadık kalabilmeye çabalarken, eserin ruhunu yakalayamadıkları düşünüyorum.

The Count of Monte Cristo (2002)


2000'li yılların başında izlediğimiz Amerikan yapımı The Count of Monte Cristo, prodüksiyon, cast ve eserin adaptasyonu hususunda bazı eksilerine rağmen oldukça tatmin edici bir iş çıkarmıştı. Filmin eksilerinden başlayalım. Edmond Dantes'in, Fernard ve Danglars'ın ihanetini hapise düşmeden öğrenmesi, ana karakterimizin ve hikayenin gelişimi açısından bazı sorunlar doğuruyor. Zira, Edmond hapiste Faria ile tanışana dek, dört yıl boyunca neden hapiste olduğunu sorguluyor. Filmde ise hapise girdiği andan itibaren intikam arzusu içinde. Bu uyarlamanın başarısını Hollywood kökleşmiş hikaye anlatıcılığına bağlayabiliriz. Diğer yandan, yönetmen Kevin Reynolds'un Hollywoodvari hamlelerinin, Edmond Dantes'in yolculuğu bağlamında filmi, eserden oldukça uzaklaştırdığını söyleyebiliriz. Seyirciyi memnun etme pahasına, -romanı okumuş veya başka bir sinema uyarlamasını izlemiş- seyircinin dahi beklemeyeceği bir mutlu son tercih edilmiş olması bir hayli şaşırtıcı. Bu bir yandan iyi hissetmemizi de sağlıyor ama ana karakteri içselleştirmiş seyirci için pek kabul edilebilir bir durum değil.

Senarist Jay Wolpert ve yönetmen Reynolds'un uyarlamadaki başarısının sırrı, romanın hangi kısmına ağırlık vermeleri gerektiğini çok iyi bilmeleri diye düşünüyorum. Eseri Edmond Dantes ve Monte Cristo Kontu şeklinde ana karakterimiz üzerinde iki parçaya bölersek, filmin süresinin yarıdan fazlasını Edmond Dantes'e ayırdığını görürüz. Yönetmenimiz, klasik eserin en başarılı kısımlarının Dantes'in yakalanma, uzun hapis hayatı ve hazineyi bulma bölümlerinin olduğunun farkında. Edmond'un hapishane günlerine yeterli zaman ayrılıyor. Faria eserde olduğu gibi bilge ve oldukça yetenekli bir karakter olarak çiziliyor. Edmond'un eğitim safhaları romanda olmayan yeni sahnelerle desteklenerek veriliyor. Dolayısıyla ana karakterimizin, Edmond Dantes'ten Monte Cristo Kontu'na nasıl dönüştüğü konusunda seyircinin kafasında en ufak bir pürüz dahi kalmıyor. Edmond'un Monte Cristo Kontu olarak verdiği ilk büyük davette, balonla inerek kendini gösterdiği bir sahne var ki, Alexandre Dumas görse alkış tutardı belki de. Günümüzün süper starlarının sahneye çıkışlarının heybetinden esinlenilmiş ve bence hoş tat bırakan bir eklenti olmuş bu. Filmin intikam ayağına baktığımızda ise, her şeyin biraz hızlı aktığını ve fakat Reynolds'un anlatısındaki ustalık sayesinde, bu bölümün aceleye getirilmiş hissiyatı yaratmadığını düşünüyorum. Genel olarak baktığımızda karakter yaratımı açısından iyi iş çıkarıldığını, sanat yönetimi ve görsel tercihlerin de bu uyarlamanın artılarından biri olduğunu söyleyebilirim.

18 Haziran 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #79 The Devil's Backbone

Korku janrına hakim bir isim olan Guillermo Del Toro'nun üçüncü uzun metrajı The Devil's Backbone (Şeytanın Belkemiği), İç savaşın yerle bir ettiği İspanya'da bir yetimhaneye bırakılan 10 yaşındaki Carlos'un gözünden, bu ıssız yetimhanede yaşanan olayları anlatılıyor. Hayalet nedir sorusuyla açılan ve seyircisini bunu düşünmeye iten film, hikayesinin temelini trajik bir olay üzerine kurguluyor. Cinayete kurban gitmiş bir çocuğun hayaletinin dolaştığını ve hikayenin düğümünün de bu olayla bağlantılı olduğunu belirtelim. Del Toro, hayalet hikayesini, iç savaşta yetim kalmış çocukların dramına destekleyici bir unsur olarak kullanarak filmin dramatik yapısını güçlendirmiş. Zira, filmde klasik bir hayalet hikayesi olmasına ve alt türün klişeleri kullanılmasına karşın korku hep ikinci planda tutulmuş. Hatta The Devil's Backbone'un korku etiketini sadece hayalet temasının varlığından aldığını söyleyebiliriz. 

İç savaşın yarattığı karmaşayı filmin her anında hissedebiliyoruz. İç savaş arka fonda kalmış gibi görünmesine karşın, hikayenin önemli bir ayağını oluşturuyor. Gerçekçi ve minimal bir iç savaş portresi çizen yönetmen, korku filmi beklentisiyle yaklaşılmadığı takdirde seyircisini tatmin edebilen, samimi bir filmle baş başa bırakıyor. The Devil's Backbone, iç savaş fonunda bir korku hikayesi anlatmasıyla Del Toro'nun popülaritesi daha yüksek ve daha başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Pan's Labyrinth'ini akla getiriyor. Fantastik ve korku değişkeni dışında hikayelerini birer çocuğun bakış açısıyla anlatmalarıyla da iki film arasındaki benzerlik gözden kaçacak gibi değil doğrusu. Sonuç olarak; atmosfer kurmadaki başarısıyla da dikkat çeken The Devil's Backbone'u dramatik korku sevenlere gönül rahatlığıyla önerebilirim.

4 Haziran 2025

Bir Bilimkurgu Klasiği: Terminator Serisi

James Cameron’ın yarattığı Terminator serisi, 30 yılı aşkın bir süredir post apokaliptik bilimkurgu alt türünün göz bebeklerinden biri konumunda. Bu seriyi özel kılan neydi? Başarısını hangi formüllere borçluydu Terminator? Öncelikle Cameron’ın vizyonuna borçlu olduğunu ve yönetmenin alt türü çok iyi etüt ettiğini söyleyelim. Cameron, tematik açıdan oldukça zengin bir kıyamet sonrası bilimkurgusu yaratırken birçok filmden faydalanmış, 1968 sonrasındaki süreci iyi değerlendirmiş. Termınator, kıyamet sonrasına zaman yolculuğu aracılığıyla ulaşan Planet of the Apes’in formülünü tersten uygulayarak alt türe zenginlik ve bir farklılık kattı denilebilir. Film, 2001:  A Space Odyssey’in bireysel olarak yaklaştığı makine – insan mücadelesini de alenen bir savaşa çevirmiş, insanoğlunu yokoluşa sürükleyecek bir hikayede işlemiştir. Westworld’ün insan suretindeki makineleriyle, Blade Runner’ın karanlık atmosferi Cameron’a ilham vermiş. Şüphesiz ki, Termınator post apokaliptik bilimkurgu alt türüne pek çok yenilik getirmiş olsa da, türün diğer örneklerini gibi nükleer felaket paranoyasından beslenmiştir. Mad Max serisi ve Escape from New York’ta olduğu gibi kıyamet sonrasında aksiyon düşüncesini hikâyenin günümüzde geçen ayağında hayata geçirmiştir Cameron. İlk üç film, Mad Max gibi kaçmalı-kovalamacalı yapıya bel bağlamış ve bu, Terminator filmlerinin klasik bir öğesine dönüşmüştür.

Serinin efsaneleşmesinde yönetmen Cameron’ın ardından en büyük pay Arnold Schwarzenegger’a aittir diyebiliriz. Kendisine Klye Reese rolü teklif edilen, ancak sibernetik makine T-800’ü tercih eden Arnold, özellikle ikinci film sonrasında karakteriyle ikonikleşmiş, “I’II be back” (Geri döneceğim) repliğini haklı çıkarırcasına hep geri dönmüştür. Cameron sonrasında düşüşe geçen seriyi diriltmek için birçok yol denendi ama Terminator’ı özüne döndürme çabası beklenen sonucu vermedi.

The Termınator

Seyircisine oldukça zengin bir dünya sunan Termınator, distopyasında umududa yer açan kıyamet sonrası bilimkurgularından. Yapay zeka ile insanoğlunun gelecekte vuku bulan çetin savaşıyla ilk buluşmamız, düşük bütçe faktörüne rağmen muazzam bir deneyime dönüşmüştü. 2029 yılının karanlık dünyasında açılan film, makinelerle insanlığın dengelerin sürekli değiştiği savaşından günümüze uzanır. Yapay zeka Skynet’in şeytani bir planı vardır: Direnişin lideri John Connor’ı henüz doğmadan yoketmek… Bunun için görevlendirilen T-800 model sibernetik makine görevini tamamlayana kadar durmayacaktır. Biraz düşündüğünüzde hikâyenin İncil’den beslendiğini fark edeceksiniz. John Connor, insanlığın kurtuluş umudu, mesihidir. Onu doğuran Sarah Connor’da Meryem Ana olarak düşünülebilir. Zira, mesele sadece kurtarıcıyı doğurması değil, henüz teorik olarak doğmamış\varolmamış biri tarafından hamile bırakılması söz konusudur. John Connor’ı özel yapan da belki bu ince detaydır.

The Termınator, serinin en karanlık filmi olmakla birlikte gerilimin yaratma hususunda da devam filmlerinin önündedir. Bunun sebebi de karakterlerimiz arasındaki güç eşitsizliğinin diğer filmlere göre daha dengesiz olmasıdır. Kısıtlı bütçe de Cameron’ı aksiyondan ziyade gerilime yöneltmiştir. İlk filme bakarak insanoğlunu yok oluşa sürükleyen makine-insan savaşında tüm suçu zaman yolculuğu teknolojisi üzerine atabiliriz. Çünkü gelecekten gelen Cyborg yok edilse bile, sağlam kalan bir kolu ve işlemcisi Skynet’in doğuşunu olanaklı kılacaktır. Bu noktada oluşan paradoksun ise filme bir derinlik kattığı söylenebilir.

Terminator II: Judgement Day

The Terminator’ın ticari başarısı sonrasında Aliens ve The Abbys gibi iki bilimkurgu başyapıtı daha çekerek bir anda hem türün hem de döneminin en önemli yönetmenlerinden birine dönüşen James Cameron, stüdyodan 100 milyon dolar gibi yüksek bir bütçe kopararak hayalini kurduğu filmi yapmak için kolları sıvamıştı. Aradan geçen 7 yılda efekt teknolojisindeki geldiği nokta da kuşkusuz bu hayali hayata geçirmesine olanak tanıdı denilebilir. İlk filmin hikâye kurgusunu tekrarlayan Cameron, Arnold Schwarzenegger’in seyircinin belleğinde taze kalmayı başaran Cyborg karakterini koruyucu bir meleğe dönüştürmesi film adına küçük ancak çok etkili bir hamleydi. Hikâyeyi 10 yıl sonrasına taşıyan Cameron, T-800’ü babasız büyüyen John Connor için bir baba figürü gibi konumlandırdı. Böylece durmak bilmeyen aksiyon içine duygusallık da katarak inanılmaz bir kimya oluşturdu. Judgement Day, bir devam filmi olsa da öncülünün çok ötesine geçti. Efektlerin, görseliğin ve doyumsuz aksiyonun bunda büyük payı olsa da, Judgement Day’in tematik açıdan daha zengin bir film olması, Terminator’ün dünyasını genişletmesi klasikleşmesinde etkili oldu. Makine-insan savaşının kendi içinde makine-makineye karşı, makinenin insanlaşması gibi alt başlıklar açılarak genişletilmesi iyi bir örnektir. İlk filmde zorunlu olarak öne çıkan gerilimin, bu filmde yerini tam anlamıyla gerçek bir aksiyona bırakması, bilimkurgu\aksiyon melezleşmesinin Terminator filmlerine daha uygun olmasıyla ikinci film parladı. Karakterlerin kendini bulması da atlanmaması gereken bir detaydır. Sarah Connor’ın sinema tarihinin en güçlü kadın karakterine bürünüşü, John Connor’ın ortaya çıkışı, T-800’ün insanoğlunun tarafına geçişi ve civa alaşımlı T-1000’in varlığı Judgement Day’e çok şey kattı. Sayısız unutulmaz sahnesiyle hafızalarımıza kazınan bu film, görsel dokusu, aksiyonu ve kusursuzluğuyla 90’lı yıllar bilimkurgu sinemasının zirvesine oturdu.

Terminator 3: Rise of the Machines

James Cameron, Terminatör serisine daha fazlasını veremeyeceğini düşündüğünden ve kendini de tekrar etmekten kaçındığı için üçüncü filmin kamera arkasına geçmeyi kabul etmedi. Çok da tecrübeli bir isim olmayan Jonathan Mostow’ın yönettiği Terminator 3: Rise of the Machines, formüllerin dışına çıkmayan klasik bir devam filmiydi. İkinci filmin 10 yıl sonrasına taşınan hikayede yetişkin ve bir nevi derbeder bir John Connor çıktı karşımıza. Skynet’in onu yok etmek için bir kez daha şansını denediği filmde, Judgement Day’de olduğu gibi makine-makineye karşı durumu söz konusuydu. Artık klasikleşen otobanda takip sahneleriyle yine büyük keyif verse de, serinin hayranları aksiyon ve görsellikten çok daha fazlasını beklediğinden Rise of the Machines kısmen de olsa hayal kırıklığı yarattı. Kaderimizi değiştirip değiştiremeyeceğimiz meselesi üzerine kafa yoran filmde kaçınılmaz olanın gerçekleşeceğini vurguladı yönetmen Mostow. Zaten Rise of the Machines’in seri içindeki önemi geçmiş ve geleceği birleştirmesiydi. Ortada seriyi ileri taşıyacak bir hikaye olmaması, Cameron’ın vizyonuna ihtiyaç duyulması ve tekrara düşülmesi gibi sebeplerle beklentileri karşılayamayan üçüncü bölüm, her şeye rağmen başarılı bir işti.

Terminator: Salvation

Serinin yaratıcısı James Cameron olmadan da iyi bir Terminator filmi çekilebildiğini görmüştük. Peki ya Arnold Schwarzenegger olmadan bunu başarmak mümkün müydü? Serinin dördüncü bölümü Terminator: Salvation bu soruya olumlu bir cevap niteliğindeydi. Hem de bunu kamera arkasında pek de yetenekli bir yönetmen (McG) olmadan başarması takdire şayandı. Terminator: Salvation ile ilgili en önemli nokta artık sonunda hikâyenin kıyamet sonrasına taşınmasıydı. Serinin önceki bölümlerinde gelecekten direnişe dair kısa anlar izlemiş ama neler yaşanacağına ilişkin detaylı bir veri elde edememiştik. Yönetmenin karanlık dönemi anlatıyoruz dediği Salvation’da babası Kyle Reese’i arayan, onu korumaya çalışan ve insanlara umut aşılama çabasında bir John Connor görüyoruz. Bununla birlikle Marcus Wright -özel üretim bir makine-insan- adlı ana hikâyeye hizmet eden bir yan karakterin varlığının da filme zenginlik kattığını söyleyebiliriz. Serinin dördüncü bölümü ile bir anlamda klasik bir post apokaliptik bilimkurguya evriliyor Terminator. Seri alt türün klasik bir örneğine dönüşürken elbette ilk üç filmin hikâye kurgusunun da değişmesi kaçınılmazdı. Ancak aynı yorumu filmin kıyamet sonrası dünyasının görsel karşılığı için söyleyemeyiz. Çünkü Cameron’ın mavimtrak geleceğine ihanet edildiği bir gerçek. Bu durumu görmezden gelebilmenin tek yolu Salvation’ı Judgement Day’den bağımsız olarak düşünebilmek bana kalırsa. 

Terminator: Genisys 

Serinin ilk filmlerinde olduğu gibi yine geleceğin dünyasında açılan Genisys, ilk etapta The Terminator’ın eksik parçalarını tamamlamaya girişiyor denilebilir. Kyle Reese’in bakış açısından, geleceği ve John Connor’ı görüyoruz. Zaman yolculuğunun nasıl olup da devreye girdiğini ve döngüyü başlattığını görme şansına erişiyoruz. Genisys’in bozucu nitelikteki hamleleri de bu noktada başlıyor. Yeniden 1984 yılındayız ama hiçbir şey eskisi gibi değil. Serinin ilk iki filmi üst üste bindiriliyor, tekrar etmekle yeniden yaratmak arasında ince çizgide oldukça tuhaf ve bir o kadar da eğlenceli bir alternatif gerçeklik bölümü izliyoruz. İlk 20 dakikadan sonra ise filmin yönü tamamen değişiyor. 2017’nin dünyasına geçiş yaptığımızda alternatif gerçeklik senaryosunun da ikinci kısmına geçmiş oluyoruz. Zaten ne oluyorsa burada oluyor. Sürprizlerini bozmamak için detaya girmeyelim ama alternatif gerçeklik yaratayım derken John Connor’a biçilen rolün yenir yutulur cinsten olmadığını, serinin özüne ters bir yola girildiğini de söylemeden geçmeyelim. Diğer önemli nokta da geçmişi değiştirirken nostaljik tatlar verip artı puan toplarken, geleceği değiştirme cüretinin gösterilip bir çuval incirin berbat edilmesi Terminator: Genisys, serinin en önemli temalarından zaman yolculuğunun hiç olmadığı kadar medet umuyor. Zaman yolculuğunun yarattığı klasik paradoksla yetinmeyip, kişinin kendi gençliğiyle karşılaşması ve zamanda açılan gedikle komplike bir senaryoyu hayata geçiriyor. Evet, belki havada kalan pek bir şey yok ama Terminator'dan geriye ne kaldığı da sorgulanmalı. 

Termimator: Dark Fate

Seriyi devam ettirebilmek için yeni yollar arayan senarist ekibimiz, önceki film Genisys'da olduğu gibi burada da alternatif yaratma çabası içine girmiş. John Connor'ın makineler tarafından öldürüldüğü, Skynet'in engellendiği ve fakat Skynet'in yerini Legion'un aldığını öğreniyoruz. Görüldüğü üzere Dark Fate, bozucu nitelikte bir Terminator filmi. Serinin üzerine kurduğu temelleri yıkmakta beis görmüyor, diğer bir deyişle seriye ihanet ediyor. John Connor'ın ölümü serinin fanları için kabul edilebilir bir hamle değil. Dark Fate'in en önemli kozu ise Rise of the Machines'te öldüğünü öğrendiğimiz Sarah Connor'ı geri getirmek... Deadpool ile kendini ispatlayan Tim Miller'ın yönettiği Dark Fate, hikaye kurgusu ve bir Terminator filmi olarak şablonun dışına çıkmamaya özen gösteriyor. Yeni karakterleri fazla yadırgamasak da değiştirilmiş gelecek düşüncesine tutunmak oldukça zor. Görsel efektler ve işin aksiyon cephesinde özellikle Genisys'e göre daha iyi bir iş çıkartıldığını görüyoruz. Sonuç olarak Terminator: Dark Fate, Terminator: Genisys'in ardından serinin en zayıf filmi olmaktan kurtulamamış diyebiliriz.