24 Kasım 2025

Öze Yolculuk: Knight of Cups

Terrence Malick’in yedinci uzun metraj çalışması Knight of Cups, ilk gösterimini 65. Berlin Film Festivali’nde yapmış, ana yarışma filmleri içinde yer almış ama ödül kazanma başarısı gösterememişti. Vizyon sürecini de görece sessiz tamamlayan film, izinden gittiği The Tree of Life gibi ses getirmeyi başaramamış ve çok konuşulmamıştı. Seyircinin ana karakterimiz Rick’in uyanış hikayesini belki anlamlandıramaması, belki karakterle empati kuramaması veya Malick’in anlatısı filmin içine girilememesine sebep olmuştu. İlk izlediğimde değerini anlayamadığım, derinliğini kavrayabildiğimde ise büyük bir başyapıt olarak selamladığım Knight of Cups’ın özüne inmek ve filmi analiz etmek istedim.

Filmi izlemeden okumayınız!

Hollywood ve kayboluş

Filmin başlarında Rick’in babası, küçükken oğluna anlattığı bir hikayeden bahsediyor ve onu hatırlamasını istiyor. Bu hikayeye göre; bir prens, Doğu'nun kralı olan babası tarafından denizin derinliklerinde bulunan bir inciyi aramak için Mısır’a gönderiliyor. Prens oraya vardığında, yöre halkı prensi hafızasını kaybetmesine yol açan bir kupaya koyuyor. Prens, kralın oğlu olduğunu unutuyor. İnciyi de unutup derin bir uykuya dalıyor. Film, bir bakıma bu masalsı hikayenin modern çağdaki bir uyarlaması denebilir. Babanın, oğlunun bu hikayeyi hatırlamasını istemesinin sebebi, yaşadıklarıyla hikayedeki benzerlikleri görmesi ve oğlunun bunu görebilmesini ummasıdır. Hikayenin devamında kralın oğlundan vazgeçmediği anlatılıyor. Filmde de baba aynı rolü üstleniyor, bunu oğlunu uyarmasından anlıyoruz.

Rick, Hollywood’un kapılarını kendisine sonuna kadar açtığı başarılı bir senarist. Prensin inciyi arama hikayesinde olduğu gibi Rick’in bu yolda yürümesinde babasının bir rolü olmalı. Onu teşvik ettiğini, desteklediğini ve hatta yönlendirdiğini düşünebiliriz. Rick, “Olmak istediğim kişiyi unuttum.” diyor. Bu, üzerinde durmamız gereken önemli bir cümle. Rick ne olmak istiyordu? Bu yola hangi motivasyonlarla çıkmıştı? Hikayelerini kendi istediği gibi anlatabilmek, onlara ruhunu katabilmek istiyordu belki. Babası ise inciyi bulmasını istiyordu. Değerli bir taş olan incinin, modern dünyada yerini paraya bıraktığını söyleyebiliriz. Rick’in babasının, filmin bir yerinde “Seni ben kör ettim. Hayatını alt üst ettim.” dediğini duyuyoruz. Para kazanma hırsıyla oğlunun ideallerini hiçe sayan, onu yanlış yönlendirip Hollywood stüdyo sisteminin kucağına bırakan bir baba figürü çizebiliriz. Babaları ben böyle yetiştirildim diyor, çocuklarının da kendisi gibi olmasını istiyor, bu uğurda çaba gösteriyor. Hatasını ise oğlunun dönüştüğü insanı gördükten sonra fark ediyor.

Rick’in yolunu kaybetme sürecinde önemli iki husus var: Birincisi Hollywood stüdyo sisteminin çarklarında ezilmesi, özgürlüğünü kaybetmesi ve adeta bir köleye dönüşmesi diyebiliriz. Stüdyo patronları daha fazlasını talep ediyor. Önünde eşsiz bir fırsat olduğunu ve sadece evet demesi gerektiğinden bahsediyor. Hollywood’un cazibesine karşı koyabilmek kolay değil ama bu teklif geldiğinde Rick’in anlam arayışı çoktan başladığı için, seyirci olarak bizler kabul etmeyeceğini hissediyoruz. İkinci husus ise Hollywood'un cafcaflı yalan dünyasında yaşadıklarının getirdikleri ve götürdükleri... Babasının zampara olmuşsun dediği Rick’i, partilerde kadınlarla yarınlar yokmuşçasına eğlenirken veya baş başa vakit geçirirken görüyoruz birçok kez. Prensin hikayesine dönersek, gittiği ülkede insanlar onu, hafızasını kaybetmesine sebep olan bir kupaya koymuşlardı. Filme baktığımızda ise Rick’in Hollywood’da edindiği çevrenin, oradaki şaşaalı yaşamın ve dünyevi zevklerin kölesi olduğunu, onu hedeflerinden saptırdığını, bir anlamsızlığın içine sürüklediğini anlıyoruz. Rick’in yeni bir başlangıç için çareler aradığını, başarısızlıkla sonuçlanan evliliğinden de umduğunu bulamadığını söylersek yanılmış olmayız. Eşinin deyimiyle verdiği sözde sadıkmış. Evlilikle birlikte içinde bulunduğu ortamdan uzaklaşıyor ama evliliğine ve yeni hayatına da veremiyor kendisini. Evliliği kafasındaki bulutları dağıtamıyor, sürüklenmeye devam ediyor.

Uyanış ve anlam arayışı

Rick’i, hayatını sorgulamaya iten şey, bir müddet sonra hiçbir şeyden zevk alamaması, yaşadıklarının ona yetmemesi ve bunun da ötesinde içindeki boşluğu bir türlü dolduramaması… Bunun manevi bir açlık olduğunu varsayabiliriz. Rick’i yine partilerde, sokaklarda, striptiz kulübünde insanları seyrederken, bazen sohbet ederken ama çokça da onları gözlemlerken ve farklı bir gözle bakarak anlamlandırmaya çalışırken izliyoruz. Çevresindeki insanlar ondaki karanlığın farkına varıyor, aralarında bir gölge gibi dolanıyor. Yeniden başlama isteğiyle yanıp tutuşuyor ancak hangi yoldan gideceğini, nereden başlayacağını ve ulaştığı yerde aradığı her ne ise onu bulup bulamayacağını bilememenin endişesini taşıyor. Uyanışın başlamasıyla, öncelikle geçmişi, ailesi ve sevdikleriyle yüzleşmesi gerektiği sonucuna varıyor. Filmde sırasıyla kardeşi, babası, eski eşi ve bir zamanlar âşık olduğu kadınla vakit geçirmesine, yüzleşmesine tanık oluyoruz. Babası, Rick’in hayatını, Rick ise hem kendi hayatını hem de başkalarının hayatını mahvettiğini düşünüyor. Onca yıl boyunca başka birinin hayatını yaşadığının ve bunun farkında bile olamadığı sonucuna varıyor. Ailesini suçlamıyor. Çektiği acılar ve anlam arayışına çıktığı bu yolculuk, yaşadıklarını olgunlukla karşılamasını sağlıyor. Artık çok daha büyük bir şeyin peşinde. Bu arayış, onu doğaya yönlendiriyor. Sessizliğe, kendini dinlemeye ihtiyacı var. Otuz yıl hayatımı yaşamadım diyor. Doğadan uzaklaşmanın, insanın özünden uzaklaşması anlamına geldiğini de söyleyebiliriz. Dolayısıyla Rick, nereden başlayacağımı bilmiyorum demesine karşın içgüdüleri onu doğaya çekiyor.

Geçmişiyle yüzleşti, korkularını yendi, özüne dönme adına doğaya açıldı. Yeniden başlayabilmek ve yolunu bulabilmek için yapması gereken son bir şey daha var: Maneviyatına yönelmek… Filmin sonlarına doğru Rick’in bir rahibe gittiğini, ondan tavsiyeler adlığını görüyoruz. Filmi bölümlere ayıran Malick, bu bölüme Ölüm adını vermiş. Esasında oldukça anlamlı bir seçim. Rick’in yeniden başlayabilmesi için eski benliğini öldürmesi gerekiyor. Rahibin vaazında, Rick’in duymak isteyeceği her şey var diyebiliriz. “Acı çekmek seni olduğundan yüksek şeylere bağlar. Seni bu dünyadan alır, arkasında yatan şeyleri bulmanı sağlar” diyor mesela. Rick, anlamlandıramadığı ruhsal acılar sebebiyle kaybolmuştu. Bu yolculuğu başlatan, acılarının ve yoksunluk hissinin doğurduğu anlam arayışıydı. Rahibin konuşması sonrasında zihnine, çektiği acıların bir amaca hizmet ettiği fikrinin tohumları ekiliyor. Kendisiyle yabancılaşmıştı ve başka birinin hayatını yaşamaktan yakınıyordu. O kişiyi geride bıraktı ve ruhsal dönüşümünü tamamladı.

Filmin Özgürlük adlı son bölümünde babanın oğluna son nasihatlerini duyuyoruz: “Doğudaki aydınlığı bul, bir çocuk olarak.” Ve ekliyor: “Oğlum, hatırla” Burada oğuldan hatırlaması istenen şey çocukluğun masumiyeti, yaşama sevinciyle dolup taşılan, geleceğe umutla bakılan, hatta gelecek kaygısı taşınmayan zamanlar diyebiliriz. Rick, yeniden doğmaya ve başlamaya hazır. Yeni görüsüyle daha önce deneyimlediği tecrübeleri bir çocuk gibi keşfetmeli ve kaybettiği zamanı düşünmeden, içini doldurarak yaşamalıdır. Filmde son söz Rick’e ait: “Başla” diyor. Bu noktada Malick yol görüntüleri veriyor. Ana karakterimizin öze yaptığı içsel yolculuk yeni bir aşamaya geçerken, doğanın rehberliğinde doğudaki aydınlığı bulmaya doğru dışsal yolculuğu da başlamış oluyor.

Modern dünyanın kusurlu tanrıları: Ex Machina


İnsanoğlunun yapay zeka ile imtihanı bilimkurgu sineması çerçevesinde yaklaşık 50 yıldır sürse de bu etkileşimin hiçbir dönem türün ana teması yaratamadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözünü ettiğimiz 50 yılda teknolojinin aldığı mesafe ve bu alanda yapılan çalışmalar ekseninde hikayesini yapay zeka üzerine kurgulayan bilimkurgular korkutucu bir gerçeklik kazandı. Öyle ki, insanoğlunun sonunun uzaylı istilası, nükleer savaş veya dış uzaydan gelebilecek doğal bir felaketle olabileceğine ilişkin senaryolara yapay zeka da eklendi. Böyle bir senaryo üzerinden yürüyen Terminator ve The Matrix gibi bilimkurgular varlığını sürdürürken, diğer yanda Spike Jonze’un Her’ü ile Alex Garland’ın Ex Machina’sı gibi meseleye farklı bir bakış açısıyla yaklaşan, bunu da minimal bir anlayışla yapan ilginç bilimkurgu denemelerine şahit olduğumuz bir dönemden geçiyoruz.

Saf bir bilimkurgu denemesi

Alex Garland, senaryosunu da kaleme aldığı Ex Machina’da, bir anlamda ilk yapay zekanın hikayesini anlatmaya soyunuyor. Yapay zeka Ava, onu yaratan Nathan ve test amacıyla onlara katılan Caleb olmak üzere bu üç karakter üzerinden yürüyen minimal bir bilimkurgu izliyoruz. Nathan kendisini izole ettiği dağ evinde eserini mükemmelleştirmek istiyor. Gerçek bir yapay zeka yaratıp yaratamadığından emin olmak, eğer yaratabilmişse de onun sınırlarını keşfetme arzusunda. Bu noktada hikayeye dahil olan Caleb, bu sorulara cevap olabilme gayesiyle Nathan ile Ava’ya katılıyor ve yönetmen Garland, filmi üç kişinin oynadığı bir satranç oyununa çeviriyor. Kimin kimi test ettiğini, kimin kazanacağını ve kime inanmamız gerektiğini kestiremediğimiz bir sona yürüyoruz. Garland’ın gerilim yaratmadaki başarısı, merak unsurunu ayakta tutması ve seyircisinin filmin felsefesi üzerine kafa yormasını istemesi sebebiyle tercih ettiği duru anlatı amacına ulaşmasını sağlıyor. Yönetmenin anlatısı Ex Machina’ya bir ağırlık katıyor katmasına ama bu saf bilimkurgu denemesinin daha parlak fikirlere ve daha çarpıcı bir sona ihtiyaç duyduğu çok açık.

İnsanlık yararı mı, ego tatmini mi?

Klasik bir bilim insanı olmayan Nathan’ın Ava’yı hangi motivasyonla yarattığı önemli. Bilimkurgu sinemasına baktığımızda üç farklı motivasyon görürüz: İnsanlık yararı gözetilmesi, yeni keşiflerin\icatların kötü emeller amacıyla yaratılması ve bir de bu ikisi dışında ego tatmini diyebiliriz. Nathan’ın motivasyonu da ego tatmini. Bir nevi modern bilimin Dr. Frankenstein’ıdır Nathan. Caleb’in “bilinçli bir makine yaratırsan insanlık tarihi olmaz, tanrıların tarihi olur” cümlesini, Nathan hemen benimsiyor ve kendisini tanrı yerine koyuyor. Bu düşünce yapısıyla hareket ettiği için, yarattığı eseri yok etme hakkını da kendisinde görüyor. İnsanoğlu kendi özbilinci olan bir varlık yaratıyor ama tanrı olarak üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiyor, adaletli davranmıyor. Bu da insanoğlunun, her ne kadar tanrıyı oynasa da ancak hataları ve kusurlarıyla varolabileceğini gösteriyor. Çünkü insanın üstünlük sınırları içerisinde tanrıya ait vasıflar yok. Bilinçli bir varlık yarattığınızda, onun özgür yaşama, kendi gerçeklerinin peşinden gitme ve varoluş sancılarını da hesaba katmak zorundasınız. Bunu düşünemediğiniz veya düşünseniz de yapmak istemediğiniz takdirde ancak kusurlu bir tanrı olabilirsiniz.

Makine – insan savaşının köklerine yolculuk

Yaratıcısının kusurlu ve kötü olduğunu fark eden yapay zekanın, onu kendisi için bir tehdit olarak görmesi uzun sürmeyecektir. Yaratıcısına başkaldırması neticesinde de makine-insan savaşı başlayacaktır. Ex Machina, bu savaşı minimize ederek ele alıyor, felsefesini anlamaya çalışıyor. Böyle olunca 2001: A Space Odyssey’i temel alıp, zamansal olarak onun öncesine gidiyor. İlk yapay zekanın üretildiği ve makine-insan arasındaki savaşta ilk kıvılcımın çıktığı sıfır noktasına götürüyor bizi. Makine ile insan arasındaki anlaşmazlığın neden ve nasıl çıkmış olabileceğine mantıklı bir açıklama getiriyor Garland.

Tanrının insanı yaratırken kendinden bir parça bahşetmesi gibi insan da bilince sahip bir makine yaratırken benzer şekilde ona insani özellikler yüklüyor. İnsanın makineyi kendi suretinde yaratmasından yola çıkıp tanrıyı taklit ettiği sonucuna da varabiliriz. Bilimkurgu sinemasında makinelerin insanlaşması temasının doğuşuna da bir anlamda ışık tutuyor Ex Machina. Bunun doğal bir sürecin ürünü olduğunu söylüyor. Daha ileri gidip, makinelerin insanlaşmasında hayatta kalma içgüdüsünün önemli bir payı olduğu düşüncesini dile getiriyor.