30 Kasım 2011

Perfume: The Story of a Murderer


Patrick Süskind'in 1985'te yayımlanan ve kısa sürede 45 dile çevrilip 15 milyon satan romanı Perfume'e yıllardır sinemaya uyarlaması imkansız olduğu düşüncesiyle bakıldı. Gerçekten öyle miydi? Bunu öğrenmenin tek yolu cesur bir sinemacının elini taşın altına koymasıydı. O isim de son dönem Alman sinemasının Run Lola Run ile ışıl ışıl parlayan yönetmeni Tom Tykwer oldu. Romanı Perfume: The Story of a Murderer (Koku: Bir Katilin Hikâyesi) adıyla beyazperde için yeniden yaratan yönetmen, bu sıra dışı tanımlamasını sonuna kadar hak eden edebi yönü güçlü eserden, görselliğinin yanı sıra hikâyenin ruhunu da taşıma iddiasında bir film çıkarmasını bildi. Gösterime girdiği yıl tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de büyük beğeni toplayan filmi özel kılan nedir bir bakalım.

Kokunun dayanılmaz cazibesi

Kokulara karşı inanılmaz bir duyarlılığı olan Jean-Baptiste Grenouille’in hikâyesini doğumundan itibaren kronolojik olarak anlatmaya başlayan film, farklı olanın dışlanması, yetenekli ve özel olanın ulvi bir amaca yürümesine iyi bir örnek teşkil ediyor. Sinema daha önce böyle bir film görmedi. Görsel karşılığı olmadığı için kokular sinemanın pek yüz vermediği bir duyu olageldi bugüne dek. Suskind’in eserinin uyarlanamayacağının düşünülmesi de bundan. Görsel karşılığı olmayan bir şeyi nasıl görünür ve hissedilebilir kılabilirsiniz? İşte Tykwer ve görüntü yönetmenimiz bu sorunun cevabını bulmuşlar. Kokuları bazen yakın çekimlerle, bazen kamerayı doğada hızlıca gezdirerek, farklı kamera açılarıyla vererek bazen de tanımlamaya çalışarak bizim de o kokuyu hissetmemizi sağlayacak şekilde görselleştiriyor Tykwer.

Eksantrik bir seri katil hikâyesi

Filmin ilk yarısı karakterimizin büyüyüp serpilmesi ve kendini keşfetmesiyle ilgili. İkinci yarıda amacını bulması ve bu amaca hangi yoldan ulaşabileceğine karar vermesiyle karakterimizle birlikte film de tamamen değişiyor. Tüm kokuları bilen ve tanımlayabilen Grenouille, kendi kokusu olmadığını fark ediyor ve toplum içinde her birey gibi var olabilmek için yeteneğine güveniyor. Film bu noktadan sonra Grenouille’in kendi kokusunu yaratmak için genç ve güzel kadınları bir bir öldürmesi ve kadınlardan yağ çıkararak arzuladığı kokuyu yaratabilmek için gözünü karartan bir caniye dönüşmesi biçiminde devam ediyor. Grenouille’in öldürdüğü kadınların sokaklarda bulunmasıyla başlayan panik ve korku, 18. yüzyılın Fransa’sında görülmemiş bir seri katil hikâyesine uzanmamızı sağlıyor. Perfume’ü eksantrik bir seri katil hikayesi yapan unsur karakterimizin amacı şüphesiz. The Silince of the Lambs’da Buffalo Bill, kaçırdığı genç kızların derilerini yüzerek kendisine bir giysi dikmeye çalışıyor. Giysisini diktiğinde hep arzuladığı gibi kadına dönüşeceğine inanıyor. Grenouille’in durumunu Buffalo Bill’e benzetebiliriz. Her şeyi toplum içinde kabul görebilmek ve kimliğini bulabilmek için yapıyor. 

Sinemanın büyüsünü hissettiriyor

Grenouille’in yaptığı parfümü, idamını bekleyen kalabalığın üzerine serpiştirdiği anda halkın ve şehrin ileri gelenlerinin kendinden geçmesi, bu dünyaya, kendilerine ait tüm kuralları, dogmaları unutarak aşkla ve şehvetle birlikte oldukları sahne sinemanın büyüsünü derinden hissettirecek kadar güçlü. Bir kokunun insanoğlu üzerinde böylesine bir etki gösterebilmesini, onun beş duyumuzla algıladığımız dünyaya ait olmamasıyla açıklayabiliriz. Maddi dünyada maneviyatını unutan insan, cennetlik kokuyu algıladığında hırslarını, egosunu, açgözlülüğünü, kibrini ve daha birçok kötü özelliğinden sıyrılıyor. Uhrevi olanla karşılaşan insan acizliğinin farkına varıyor. Bu farkındalığı tüm filmde olduğu gibi inanılmaz bir görsellik ve anlatımla veren Tykwer, eşsiz bir sahneye imza atıyor.