Yılın Oscar şampiyonu The Artist, 2012 yılı içerisinde bize sinemada sessiz bir film izleme şansını bahşetti fakat çok az sayıda kopyayla vizyona girince bir çok şehirde filmi dört gözle bekleyen sinefil kitle The Artist'i sinemada izleyemedi. Mağdurların başında da ben geliyorum. Nihayet diyerek ana konuya geçiyorum.
The Artist, bir sessiz sinema starı olan George Valantin'in 1929 yılında sinemanın sese kavuşmasıyla silinip gidişinin, buna paralel olarak da Peppy Miller adlı genç, güzel bir kadının tesadüfen oyunculuğa adım atışının ve kısa sürede yükselişinin öyküsünü eğlenceli bir üslüpla ve bolca klişeyle anlatıyor. Klişeler yerinde kullanıldığında olumsuzu olumluya çevirebilir. Filmin yönetmeni Michel Hazanavicius, The Artist'in klişelerle örülü, basit hikayesini deyim yerindeyse oya gibi işlemiş ve sessiz film şablonunu kusursuz bir şekilde uygulamış. The Artist'in ilk 35-40 dakikalık bölümü tutkulu ve çok eğlenceli. Ana karakterimiz George Valentin'in düşüşüyle birlikte -bir müddet sonra- film de tökezlemeye başlıyor ancak çar çabuk toparlayıp enfes bir finalle noktayı koyuyor.
Film içinde film mantığıyla çekilen açılış sekansı; o dönemin, oyuncuların abartılı mimikler sergilediği avantür filmlerle hemen hemen aynı etkiye sahip. Böylece dönemin havasını daha ilk dakikada solumaya başlıyoruz. Açılış sekansını önemli kılan asıl öğe ise tamamen sessiz çekilen filmlerin, sinema salonunda seyircilerin önünde bulunan bir orkestra eşliğinde filmin sese (müziğe) kavuşması ve film bitiminde oyuncuların reverans yapmalarıyla estirilen tiyatro havası günümüz sinema seyircisine sinemanın kat ettiği mesafeyi gösteriyor.
-Spoiler içerir- Filmde iki parlak fikir var. Birincisi sesli bir filmle tanışan George Valentin'in gördüğü kabus sahnesidir. Bu sahnede cisimlerin sesini algılayan George'un şaşkınlığı ve paniğinin yanında seyirci olarak biz de sesin büyüsünü hissediyoruz. İkincisi ise filmin sonunda sessiz sinemadan sesli sinemaya geçiş elbette. 1.5 saatin sonunda oyuncuların sesini duymak garip bir his yaratıyor. The Artist, hem tam bir sessiz film hem de biçimsel oyunlar ve sessiz film kalıplarını esneten yapısıyla ayrıksı bir örnek.
Hugo |
Oscar yarışında kıyasıya rekabet eden iki film de 5'er Oscar kazandı ancak ana ödülleri toplayan The Artist gerçek kazanan oldu. Hugo ve The Artist, sinema sanatının geçmişiyle şekillendirilmiş filmler. Hugo'da hikaye George Melies özelinde ilerliyor ve George Melies sineması üzerinden sessiz sinemaya saygı duruşunda bulunuluyordu. The Artist ise hikaye iskeletini dönemin Hollywood'u ve sinema sektörü etrafında kuruyor. Daha da önemlisi siyah-beyaz estetiği ve bizzat sessizliğiyle saygı duruşunun da ötesine geçerek iade-i itibarda bulunuyor. Malum soruya gelecek olursak Imdb puanlarına baktığımızda (The Artist 8.3), (Hugo 7.8) seyircinin genel olarak The Artist'ten yana olduğunu söyleyebiliriz. Eleştirmenler ise Hugo'dan yana. Seyirciye samimi gelen öyküsü, biçimsel özellikleri ve modernize edilmiş sessiz film yapısıyla The Artist'in daha çok sevilmesi doğal. Öte yandan büyük usta Martin Scorsese'nin Hugo'su yönetmenliği ve iliklerimize kadar hissettiğimiz sinema duygusuyla çok başka bir film.
Son söz: Sonuç olarak Hugo bir adım önde diyebilirim. The Artist 8.5, Hugo 8.8