21 Mayıs 2016

Bir başyapıtın doğuşu: The Agony and the Ecstasy


Irving Stone’un Rönesans döneminin büyük heykeltıraş ve ressamı Michelangelo’yu merkezine yerleştirdiği biyografik romanından, başka bir usta olan Carol Reed’in aynı adla sinemaya uyarladığı The Agony and the Ecstasy’nin kimi sorunları olmasına karşın 60’lı yılların kayda değer filmlerinden biri olmayı başardığını söyleyebiliriz. Yazar Stone’un romanı kaleme alırken Michelangelo’nun 500’e yakın mektubundan faydalanması kitabın yanı sıra filmin de değerini artıran bir unsur. Michelangelo’nun Sistine Şapeli’nin tavanına yaptığı fresklerin öyküsünün anlatıldığı eser oldukça ilham verici ve gerçek bir sanat eserinin, major bir başyapıtın hangi şartlarda, nasıl bir motivasyonla doğabileceğini anlatıyor.

Kendisini heykellerine adayan Michelangelo, Papa II. Julius’un buyruğu üzerine Sistine Şapeli’nin tavanını istemeyerek de olsa fresklerle süsleme işini almış ve resimleri dört yılda bitirebilmiştir. Sarsılmaz dini otoritesinin yanında bir komutan gibi ordusunu da yöneten Papa II. Julius’u günümüzdeki papalarla karıştırmamak gerekiyor. Sanata değer veren ve arkasında kendisini hatırlatacak eserler bırakmak isteyen Papa, Michelangelo ile bu dört yıllık zaman zarfı içinde pek çok kez çatışıyor. 500 yıl önce yaşanan bu çatışmanın ve Sistine Şapeli tavan fresklerinin gerçek hikâyesini bazı değişikliklerle okuyucuya ve seyirciye sunan The Agony and the Ecstasy, kurgunun büyüsüne sığınarak sanatı yüceltiyor. Mevcut gerçeklik üzerine yapılan değişikliklerle o sancılı süreç daha etkili bir şekilde sunulabilmiş. Bu muazzam eserinin doğuşu, sanatçının sanatını icra ederken özgürce hareket edebilmesine, doğru bildiği yoldan şaşmamasına ve azmine bağlanıyor. Michelangelo’nun kendisine dikte edilen figürleri çizmek ve belirlenen resim programına bağlı kalmaktansa gemileri yakması ve ancak ilham geldiğinde işe koyulması, ne kadar büyük bir sanatçı olduğunun ve Rönesans’ı Rönesans yapan isimlerden biri olduğunun kurgusal göstergeleri diyebiliriz. Filmi gördüğünüzde Sistine Şapeli’nin tavanını tek başına fresklerle donatmanın ve gerçek bir şaheser çıkarmanın -o günkü şartlar da göz önüne alınırsa- belki de bir insanın yapabileceği en zor iş olduğuna kanaat getireceksiniz. Ve elbette Michelangelo’ya olan hayranlığınız kat be kat artacak.

Usta sinemacı Carol Reed’in filmi Michelangelo’nun eserlerini tanıtarak açması hoş bir fikir gibi görünse de, elinin ayarını kaçırarak, bu açılışı 12 dakikalık bir mini belgesele dönüştürmesini yadırgadım. Bu uzun ve gereksiz açılışla filmi ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Bu açılışı, yönetmenin sanatçıyı ve eserlerini bilmeyenler için çektiği çok açık. Ancak filmin zaten böyle bir misyonu var ve bunu da kurgu ile yapması gerekiyor. Ana hikayeye girdiğimizde bunu da başarıyor. Reed, The Agony and the Ecstasy’i bir tarih dersine dönüştürmüyor. Papa ile Michelangelo’nun ilişkisini iyi işliyor. Bu ilişki filmin bel kemiğini oluşturuyor da diyebiliriz. Çünkü iki figür arasındaki sürtüşme yansıtılmamış olsa dramatik açıdan yavan bir film izleyebilirdik. Film, Michelangelo’nun sanata bakışını yansıtırken, figürlerinin çıplaklığını kıyasıya eleştiren din adamlarını topa tutmayı da ihmal etmiyor. 60’lı yılların sanatın öne çıktığı -bu bakımdan türün diğer örneklerinden ayrılıyor- tarihi epiklerinden biri olan bu görkemli yapım, görüntü ve sanat yönetimindeki iyi işçilikle kimi kusurlarını örtüyor. Reed'in filmi kapsamlı bir Michelangelo biyografisi olmasa da sanatçının çok yönlülüğünün ve karakteristik özelliklerinin altını çizmesi sayesinde hedefine ulaşıyor. Sinemanın öğretici kanadına dahil edebileceğimiz The Agony and the Ecstasy’i özellikle türü ve klasik sinemayı sevenler görmeli. 7\10