30 Ağustos 2024
Sayılarda Anlam Arayışı: Pi
26 Ağustos 2024
2000'li Yıllardan Değerini Bulamamış 5 Türk Filmi
22 Ağustos 2024
Modern Gangsterlerin Doğuşu: Gangs of New York
18 Ağustos 2024
Post Apokaliptik Bilimkurgu Sinemasında Bir Mihenk Taşı: Mad Max Üçlemesi
Mad Max (1979)
Suç oranın arttığı ve çetelerin iyiden iyiye güçlendiği, devletin ise otoritesini kaybettiği, adaleti sağlamakta pek de başarılı olamadığı yakın bir gelecekte (günümüzden birkaç yıl sonrası) açılan Mad Max, bir giriş filmi olmasına karşın seyircisini bilgilendirme anlamında ketum davranır. George Miller, iki suçlunun peşine düşen polis biriminin amansız takibiyle filme hızlı bir giriş yapar. Önce polisler akabinde ise çeteler iş üzerinde gösterilir ve olayların tamamının yollarda cereyan etmesiyle filmin ana hatları belirlenir. Karakterlerimizi tanıdıktan kısa bir süre sonra da intikam teması öne çıkar. Polis biriminin en yetenekli ismi Max, eşi ve çocuğunu da düşünerek istifa etmek\kaçmak ister ancak Miller, kaçış olmadığını vurgular. Yakın bir gelecekte olmamız sebebiyle medeniyet ayaktadır ama çöküşün önüne geçilebilecek midir? İşte Mad Max’in bu soruya verdiği cevap devam filmlerinde net bir şekilde görülecektir. Miller’ın filmi post apokaliptik bilimkurgu alt türünü, yol filmleri ve aksiyonla buluşturur. Bu melezleşmenin etkisi sonraki yirmi yıl boyunca kıyamet sonrası bilimkurgularında karşımıza çıkacaktır.
Mad Max II: The Road Warrior (1981)
İlk filmin başarısı üzerine George Miller, tekrar kamera arkasına geçti ve daha görkemli bir devam filmiyle döndü. Miller’ın ilk filmdeki ketumluğunu da bir kenara bırakmasıyla Mad Max’in dünyasına ilişkin pek çok şey öğrendik. The Road Warrior’da ilk filmin dünyasından biraz daha uzaklaşıyoruz. Nedeni unutulmuş bir savaşın medeniyetin sonunu getirdiğini öğreniyoruz. Yeni dünya düzeninde sadece güçlü olanlar hayatta kalabiliyor. Max de onlardan biri: Tükenmiş, amaçsız kalmış, derbeder bir savaşçı olarak karşımıza çıkıyor. The Road Warrior’da hikayenin merkezinde petrol savaşı var. Max, ellerindeki petrolü çetelere kaptırmak istemeyen bir grup insanla yine bir miktar petrol üzerinden anlaşma yapıp savaşa giriyor.
Miller, ilk filmin kıyamet sonrasında aksiyon formülünü daha da ileri götürerek kusursuz bir biçimde uyguladığını söyleyebiliriz. Mad Max üçlemesinin en önemli halkası olan The Road Warrior, bunu büyük oranda hikayenin kimliğini bulmasına ve daha çok kıyamet sonrası atmosferinin tam karşılığını bulabilmesine borçlu diyebiliriz. Elbette Mad Max’in etkileri saymakla bitmez: filmde kullanılan araçlardan, kostümlere kadar o dünyanın içindeki birçok detayın kopyalandığını söylersek yanılmış olmayız.
Mad Max: Beyond Thunderdome (1985)
Bizi ikinci filmin 15 yıl sonrasına götüren Beyond Thunderdome, Mad Max üçlemesi’nin en zayıf halkası olarak selamlandı. Üçüncü filmde yol savaşçısı Max, çöldeki yolculuğuna devam ediyor ve kendisini Bartertown adlı bir mini şehirde buluyor. Burada kısıtlı teknolojik imkanlarla medeniyetin yeniden inşa edilme çabasını görüyoruz. Filmin ilk 40 dakikasına tekabül eden Bartertown bölümü, iç mekanda geçmesinin de etkisiyle karanlık bir tonda ilerliyor ve ilk iki filmin bir tekrarı olmamayı başarıyor. Ne var ki, Max’in çocuklardan oluşan bir kabilenin misafiri olduğu ikinci bölümde hızlıca düşüşe geçiyor film. Terminator serisinde olduğu gibi bir Mad Max klasiği olan kaçmalı-kovalamacalı hikaye örgüsü daha kısa olmakla birlikte üçüncü filmin son kısmında da var. Beyond Thunderdome’da belli bir gün işaret ediliyor: Kıyamet günü… Dolayısıyla bizi Mad Max’in dünyasına ulaştıran savaşın, uygarlığın izlerini silen bir nükleer savaş olduğu gerçeği netleşiyor. The Road Warrior’ın açılışında bahsedilen savaşlar, sanki uzun bir sürecin sonucunda dünyanın bu hale geldiğini söylüyordu. Diğer iki filmin aksine Beyond Thunderdome, seriye nokta koyarken umut aşılamayı da ihmal etmiyor.
Aksiyon Operası: "Mad Max: Fury Road" eleştirime buradan ulaşabilirsiniz
12 Ağustos 2024
Şiddetten Dehşete: The Texas Chainsaw Massacre
4 Ağustos 2024
Bana Bir Yılmaz Güney Biyografisi Çek!
Sinemamızın medar-ı iftiharlarından Yılmaz Güney'in hayatı film olurken, ben de ideal bir biyografik Yılmaz Güney filminin nasıl olabileceği üzerine fikirlerimi paylaşmak istedim.
Cannes’a uzanan dikenli yol…
Yılmaz Güney’i anlatan bir film nasıl başlamalı? Çocukluk yıllarından mı, sinemaya merak saldığı dönemde mi, film setlerinde mi yoksa hapiste mi? Hepsi olabilir ama Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi aldığı anı canlandırarak, muhtemelen çok daha etkili bir başlangıç yapmış olursunuz. Böyle bir açılış sekansı sonrasında tüm film bir flashback olarak tasarlanabilir. Güney’in o noktaya nasıl geldiğini, ne badireler atlattığını çocukluğundan başlayarak ele alabilirsiniz. Çocukluk demişken, kan davası yüzünden babasının gözleri önünde vurulmasının, hayatı ve sineması üzerindeki etkileri açısından filmde yer alması gerektiği düşüncesindeyim. Zira, Güney’in silah tutkusunun -babası ölmemiş olsa da- o acı olaydan kaynaklandığı söylenir. Güney’in özellikle oyunculuk dönemi filmlerine baktığımızda elinden silahı düşürmediğini de görürüz. Gerçek hayatta da evinin duvarlarının çeşitli silahlarla dolu olduğu ve çoğunlukla yanında silah taşıdığı anlatılır.
Agah Özgüç’ün “Arkadaşım Yılmaz Güney” kitabında anlattığına göre Güney’in sinema macerası doğup büyüdüğü Adana’da film şirketlerinde başlar. Ama bir işçi olarak… Depoculuk yapan, film kutularını sırtında taşıyarak sinema sinema dolaştıran bir gençtir o günlerde. Güney’in en dipten başlayıp, zirveye çıkışışının hikayesi için bu ve benzeri ayrıntılar filminizde olmalı.
O bir Çirkin Kral!
60’lı yıllarda yer aldığı sayısız macera filminde; haksızlıklara karşı direnen, ezilmeyen, dürüst ve halktan biri olduğunu hemen anlayabileceğiniz karakterleriyle Anadolu insanın kalbini kazanan Güney, sinemamızdaki yakışıklı jön dönemine ağır bir darbe indirmişti. Fikren Hakan, Göksel Arsoy gibi yakışıklı değil, üstüne üstlük yağız bir Anadolu delikanlısıydı. Dolayısıyla yapımcı ve yönetmenlerin gözüne girmesi, yüksek bütçeli filmlerde başrol kapması mümkün değildi. Ama hor görülse de, istenmese de personası, duruşu ve yeteneğiyle yükselişini sürdürdü. 1965 yılında 21 film çevirerek bir rekor kırdı. Bir röportajında kendisine yöneltilen -diğerinin Ayhan Işık olduğu belirtilerek- “Sinemada iki kral olur mu? sorusuna “Ne yapalım Ayhan Işık kesmeşeker gibi düzgün bir kralsa, ben de çirkin kralım” şeklinde cevap vermesi ve ertesi gün gazetede röportajın “Çirkin Kral” başlığıyla manşete taşınması sonucunda deyim yerindeyse üzerine yapıştı bu ifade. Güney’in kendisine layık gördüğü Çirkin Kral yakıştırması belki Yeşilçam’a ve yakışıklı jönlere bir tepkiydi. Yılmaz Güney’in Çirkin Kral olarak yükselişi önemlidir. Biyografik filminizde o süreci, Güney’in halkı arkasına almasını ve ayrıksı duruşunu, o dönemin tanıklarından da faydalanarak işlemelisiniz.
Esaret hayatında sinema
İlki 1961’de olmak üzere üç kez hapis cezasına çarptırılan ikincisinde aftan yararlanarak çıkan üçüncüsünde ise 1981’de bir günlük izninde yurt dışına kaçan Yılmaz Güney, bu yirmi yıllık süreçte sinemadan hiç kopmadı. Güney’in esaret günleri üzerinde durmak bir zorunluluk bana kalırsa. Çünkü önüne çıkan engellere ve zorluklara karşı her zaman dik duran ve yılmayan bir sinemacıydı. Başarısının sırrı da burada yatıyor. Türk sinemasına ilk Altın Palmiye’sini kazandıran Yol’un ve onun da öncesinde Sürü ve Düşman filmlerinin de senaryosunu içerde yazdı Güney. Bugün, Sürü ve Yol’u, yönetmenleri Zeki Ökten ve Şerif Gören’den çok Yılmaz Güney’e malediyorsak bunun sebebi filmlerin senaryolarını yazmakla kalmamış, kafasındaki filmlerin çekilmesini sağlayabilmiş olmasındandır. İşte merak konusu olan da budur. Güney, Ökten ve Gören arasında geçen görüşmelerde neler yaşandı? Bu muamma ve yönetmenler arasındaki ilişkiye dair ne varsa, filmin odak noktasına göre hikaye akışındaki yerini almalı. Çirkin kralın politik kimliğinin sinemasındaki izdüşümleri de ülkenin buhranlı yıllarıyla beraber değerlendirilebilir. Elbette dört duvar arasında sinema dışında da bir hayatı vardı Güney’in. Özel hayatına da bir bakış atılabilir.
Gerçek sinemaya doğru
Avantür filmlerin aranılan oyuncusu, kalıplaşmış rollerin adamı Yılmaz Güney, kamera arkasına da geçtiği Seyyit Han ile bir dönemin sonuna işaret ediyordu. 1970’de Umut’u çekerek, sinemamıza yeni gerçekçi bir başyapıt armağan etti. Peki, bu dönüşüm nasıl gerçekleşti? Güney’in olgunlaşmaya başlaması ‘gerçek’ sinemaya yönelişinde ne kadar etkiliydi? Çirkin Kral efsanesini yıkarken ne düşünüyordu? Ve meselesi olan, ülke gerçeklerini yansıtan filmler yapma düşüncesi ne zaman filizlenmişti, ya da hedef bu muydu gibi birçok soruya cevap aranabilir. Eğer bu yola sapılacaksa, biyografik filmimiz Güney’i yakından tanıyan bir dostunun bakış açısından anlatılabilir.
Kim oynar, kim yönetir?
Başta da söylediğimiz gibi film Cannes’da açılıp geri dönüşlerle devam ettiği takdirde Güney’in çocukluk ve ilk gençlik yıllarına da bakılması gerekiyor. O halde üç farklı oyuncuya ihtiyacınız var. İlk ikisini bulmak kolay. Fiziksel benzerlik çok da önemli değil çünkü. Ancak yetişkin Yılmaz Güney için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Şahsi bir önerim olmayacak ama doğu kökenli, çok aşina olmadığımız ve de yetenekli bir isim tercih edilmeli. Yönetmen seçimi de bir o kadar önemli. İki isim vereceğim. Birincisi Yılmaz Güney hayranlığını bildiğimiz, en son Lal filmini yöneten Semir Aslanyürek. Genel olarak çok tuttuğum bir isim olmasa da bir Yılmaz Güney biyografisinde kendi çıtasının üzerine çıkacağına eminim. İkincisi ise ilk uzun metrajı Tepenin Ardı ile ses getiren Emin Alper… Filmi yazıp yöneten ve yapımcılarından da biri olan Emin Alper’in eleştirmen kimliği de var. Dolayısıyla Yılmaz Güney gibi eli kalem tutan bir yönetmen olması, meselesi olan filmler çekmesi (bundan sonra da öyle olacağını varsayıyorum) ve çok yönlülüğü sebebiyle akla en yatkın isim gibi geliyor bana.