Luis Bunuel’in maddi olanaksızlıklar nedeniyle 42 dakikalık bir orta metraja dönüştürdüğü Simon of the Desert (Çölün Simon’u), usta sinemacının Viridiana ve El Angel Exterminador ile bir üçleme olarak kabul ettiğimiz önemli çalışmalarından biri. Hatta bu filmin Bunuel’e Venedik Film Festivali’nde Gümüş Aslan Ödülü kazandırdığını belirtelim. Bunuel filmin hikayesini 5. yüzyılda yaşamının son 36 yılını bir sütun üzerinde geçiren Simeon Stylites adlı Suriyeli bir azizin hayatından esinlenerek yazmış. Filmde çölün ortasında bir sütün üzerinde dua ederek, tanrıya layık bir kul olmaya çalışan Simon’un öyküsü anlatılıyor.
Tanrıyla arasına girilmemesi için insanoğluyla iletişimini minimuma indiren Simon’un sınanması filmin ana ekseninde yer alıyor. Sınama da şeytanın ziyaretleriyle gerçekleşiyor. Hatta İsa’nın çöldeki 40 gününde sınanmasıyla paralellik taşıdığını söyleyebiliriz. Filmin İsa döneminde geçtiğini, söz konusu karakterin de Havari Simon olabileceğini söylememiz gerekiyor. Ancak burası biraz tartışmalı bana kalırsa. Çünkü filmin sonlarına doğru bir karakter Simon’a İsa’ya karşı olan topluluğun Roma üzerine ilerlediğinden bahsediyor. Bu topluluk Roma üzerine yürüyorsa İsa’nın yaşadığı dönemde olduğumuz gerçeğinin yanı sıra yıllardır bulunduğu sütunun üzerinden inmeyen Simon’un İsa’nın havarilerinden Simon olma ihtimali yok. Bu noktada filmdeki Simon’u havari Simon olarak kabul edeceksek Bunuel’in hikayesini geçmişte alternatif bir gerçeklik yaratarak anlatmayı seçtiğini de kabul etmemiz gerekecektir. Simon karakteriyle ilgili durumun küçük olsa da film için önemli bir ayrıntı olduğu kanısındayım.
Sınanma konusuna dönersek, şeytanın ziyaretleri önce seksi bir genç kız, sonra tanrı ve en sonunda da çölü aşıp gelen bir tabutun içinden çıkan yarı çıplak bir kadın kılığında olacaktır. Simon’un içsel yolculuğunun şeytanın tahrikleri karşısında sekteye uğradığını görürüz. Simon ne kadar direnmek istese de şeytan yapacağını yapar. Zamansal bir sıçramayla 60’lı yılların New York’una geçeriz. Simon’un asıl sınavı yeni başlamaktadır. Şeytan, Simon’u alt edebilmek, onu dünyevi zevklere yenik düşmesi için günümüze getirir. Bu şeytani plan elbette meyvelerini verecektir. Simon’un ortama ayak uydurması (alkol ve sigara tüketmesi) yenilginin bir işaretidir. Bunuel’in filmi kısa kesmek zorunda kalmasıyla son bölüm aceleye gelir ama etkisinden pek bir şey kaybettiğini veya anlam kaybı olduğunu söyleyemeyiz. Filmin sonu insanoğlu için oldukça karamsar bir tablo çizer. Kendisini tanrıya adayan, mucizeler getiren kutsal bir insanın kaybettiği inanç savaşını, günahkar insanoğlunun kazanması olası değildir. Bunuel, özelde Hristiyanlığın genelde ise din olgusunun kurtuluş için yeterli olmadığını mı söylemek istiyor acaba? Simon ile şeytanın mücadelesinin bir metafor olduğunu da düşünebiliriz.
Filmde tartışmaya açık, kafalarda soru işaretleri bırakan detaylar var. Bunların bir başkası da hırsızlık yaptığı için elleri kesilen bir adamın Simon’dan bir mucize beklemesi, mucize gerçekleşip ellerine kavuştuğunda ise sevinmemesi, hatta çocuğuna kötü davranması, aynı şekilde mucizeye tanıklık eden kalabalığın da olaya ilgisiz kalması geliyor. Filmdeki durum insanoğlunun nankörlüğüne getirilen bir eleştiriyken, hiçbir zaman azla yetinmeyen ve hep daha fazlasını isteyen açgözlü yapımızı akla getiriyor. Elindekiyle yetinmezsen mutluluğu yakalaman pek mümkün değil deniyor özetle. Bunuel’in gerçeküstü sinemasının oldukça estetik bir dışavurumu olan Simon of the Desert’i her sinemaseverin görmesi gerek.